Pırıl pırıl güneşli bir güne uyanıyorum o sabah. Kapıyı açıp sokağa bir göz atıyorum ne var ne yok diye… Kafama koymuşum ya, sokakta oynayan bir çocuk görsem atacağım kendimi dışarıya. Kimse yok! Üzgün müyüm, değil miyim, bilemiyorum ama tam da evimizin balkonuna vuran güneş ışınlarının tadını çıkarıyorum o an. Birazdan çocuk sesleriyle dolacak sokağın sessizliğini dinliyorum. Sonra evlerin açık pencerelerinden gelen belli belirsiz konuşma seslerini… En çok da şekeri eritmek için bardağın içinde hızlıca çevrilen çay kaşıklarının bardağa değdikçe çıkardığı metal-cam karışımı seslerini. Nasıl mutlu oluyorum o an. Düşünüyorum kaç çocuk bu sesten mutlu olur diye. Cevap bulamıyorum. Değişik olduğuma karar veriyorum. Birazdan o çay kaşığı seslerinin bizim evden de yankılanacağını hissedip daha bir mutlu oluyorum.
Çayı çok mu seviyorum? Yok! Hayır. İki günde bir ya benim sakarlığımdan ya da o gün yeteri kadar sakar değilsem kahvaltı masasında yanımda oturan kardeşlerimden biri tarafından bacaklarımdan aşağı dökülen ve derimin bir bölümünü yumuşacık baloncuklar şekline dönüştüren o yakıcı şeyle çok ilgilenmiyorum. Benim ilgilendiğim çay kaşığı sesleri. Huzuru, mutluluğu ve canlılığı çağrıştıran metalin camdaki yansıması. Mutluluğu bu kadar aza indirgemişim. Pahalı bir spor ayakkabısına, tuttuğum takımın sahici formalarına değil ya da ne bileyim güzel bir bisiklete de değil mesela.
Hala sokak kapısındayken arkamdan bir kapının açıldığını duyuyorum. Babamın elinde bir valizle yatak odasından çıkıp sokak kapısına yakın duvarlardan birine o valizi yasladığını görüyorum. Ardından annemi fark ediyorum. Gözleri kızarmış. Ağladığını anlıyorum. Babam yanıma geliyor. Neşeli görünmeye çalışarak:
“Günaydın, Ali.” diyor.
“Günaydın, baba.” diyorum.
“Ne yapıyorsun burada?”
“Çay kaşığı seslerini dinliyorum, baba.”
“!!!”
“Hadi git kardeşlerini uyandır.”
“Peki, baba.” diyerek kardeşlerimin yattığı odaya fırlıyor, kendimi yataklarının üzerine atıyorum.
“Hadi, kalkın. Uyanın.” diyorum.
Kardeşlerim kalkmamak için yataklarında direnirken onları gıdıklamaya başlıyorum. Uykularını açtığımdan emin olunca mutfağa geçiyorum annemin yanına.
Mutfak çeşmesinden çaydanlığı doldururken görüyorum onu. Pencereden dışarı dalmış, gitmiş. Göz pınarlarında titreşen gözyaşlarını fark ediyorum. Aktı, akacaklar. Ağlamamak için direniyor. Yaşlar gözlerinin içinde daha geniş bir alana yayılırsa akmazmış gibi göz kapaklarını açıyor sürekli. Bir tek annemin ağlamasına dayanamıyorum. Aslında mutlu bir çocuğum ama onu ağlarken gördüğümde dünya başıma yıkılıyor:
“Ağlıyor musun anneciğim?”
Bilekleriyle gözlerini silerken:
“Yok, yok! Ağlamıyorum Aliciğim. Çaydanlığı doldururken dalıp gitmişim öyle. Gözlerim sulanmış. Kardeşlerin uyandı mı yavrum?”
“Evet, anneciğim.”
“Hadi bana yardım et de kahvaltıyı birlikte hazırlayalım.”
Buzdolabına gidip kahvaltı tabaklarını masaya koyuyorum bir bir. Annem etrafa mis gibi kokular yayan tereyağında pişirdiği yumurta tavasını masanın ortasına koyuyor. Normal bir zamanda olsa birazdan duyacağım çay kaşığı sesleri beni çok mutlu edecek. Çocuğum, küçüğüm ama hissediyorum annemle, babamın arasındaki gerginliği. Annemin kızarmış gözlerinden, babamın sessizliğinden.
Kardeşlerim,
“Ben birinciyim, ben birinciyim sesleriyle neşe içinde koşturuyorlar sofraya.”
Annem babama sesleniyor buruk sesiyle.
“Suat, kahvaltı hazır.”
Babam geliyor. Bir anneme, bir babama bakıyorum. Yüz ifadelerinden anlamaya çalışıyorum ne olup bittiğini. Kardeşlerim kahvaltılarını bitirip sokağa çıkıyorlar. Canlar sıkkın. Ben bir parça ekmekle tavada kalan yumurtayla oyalanıyorum. Annem elindeki çatalı evirip çeviriyor ama bir şeye uzandığını görmüyorum. Babam ise sadece çay içiyor. Bir ara masadan kalkıp bardağını dolduruyor. İçine şekerini katıyor ve karıştırırken,
“Bak Ali, bir süre sizden ayrı, başka bir şehirde yaşayacağım. Evin büyüğü sensin yokluğumda annene ve kardeşlerine sen destek olacaksın.” diyor.
Bunu beklemiyorum. Babam, kocaman babam, yakışıklı babam. Üç kişilik bir aileyi bana, yani 10 yaşındaki büyük oğluna emanet edip gitmeyi, kaçmayı, adı her ne ise, düşünebiliyor. O an gözüm kararıyor.
Annemin,
“Ali, yavrum. Yalvarırım kendine gel.” diyen sesini duyuyorum.
Bir de çok uzaklardan gelen çay kaşığı seslerini.