Edvard Munch; Teknik olarak Konuşursak sergisine, bir nefeste Çığlık’ı görmek için koşanlar çoğunlukta.
Ancak peşinen söylemeli; bu seçkide bu eser yok. Bu sergi izleyiciyi iki temel artere yönlendirip odaklamak istiyor; sanatçının tekrarlayan temalarını ve cesur, modern baskı ve resim tekniklerini keşfetmeye davet ediyor.
Munch’un temaları yas, melankoli, aşk acısı, hastalık gibi temalar üzerinde o kadar yoğundur ki çoğu izleyici için belki de gereğinden fazla karamsar, duygusal anlamda yüklüdür. Kişisel hayatına baktığımızda bu çıkış noktalarının izlerini sürmek çok kolaydır; nitekim Munch’un çocukluğu hastalık, yas ve ailede görülen bir ruhsal rahatsızlığı miras alma korkusuyla oldukça gölgelidir. Oslo Kraliyet Sanat ve Tasarım Okulu’nda eğitim görürken, onu önce kendi duygusal ve psikolojik durumunu resmetmeye, adeta ‘ruh resmini’ yapmaya zorlayan nihilist Hans Jæger’in etkisi altında çok kalır. Zamanının birçok entelektüeli gibi o da bilim, teknoloji, din ve mistisizm arasındaki ilişkiler hakkında devam eden tartışmaları dikkatle takip eder, radyasyon, elektromanyetizma, telepati ve hücresel büyüme gibi görünmez enerjilerin görünür dünyayla derin şekillerde etkileşime girdiği fikrine ise büyük bir tutkuyla inanır. Temaların izdüşümü çoğu eserinde açık seçik gözlemlenebilir.
Harvard Sanat Müzesi’ndeki sergiye damgasını vuran ve sanatçının en çarpıcı eserlerinden biri olan Two Human Beings (The Lonely Ones) adlı yapıtında Munch, sırtını adeta bize küsercesine dönerek ufka bakan bir kadın ile bir erkeği resmeder. 1899 yılında yaptığı bu tabloyu ileriki yıllarda dağınıklığı yüzünden kaybeder ama Munch hafızasında tablonun her ayrıntısını öyle bir tutmuştur ki, yıllar boyunca aynı temaya tekrar döner, aynı resmi, aynı açıdan, bu kez çeşitli tahta baskı teknikleriyle yeniden üretir. Bulmacanın parçaları ile oynar gibi resmi adeta parçalarına ayırır, her bir parçaya ayrı bir renk tonu verir veya ayrı bir kazıma tekniğini kullanır. Belki teknik anlamda bir şeyleri deniyordur ama izleyiciye verdiği başka bir izlenim daha vardır; sanki hep daha derine inmek, ve görünenin ardındakini keşfetmek, irdelemek, başka bir boyutun varlığını tutmak istiyor gibidir bu tekrar eden üretimlerinde. Hafızadan geçen her imgenin duygularımızla birleştiğinde farklı tecrübelere yol açtığına inanır. Belki de bu yüzden de aynı kurguyu birçok temasında aynı şekilde devam ettirir, hafızanın etkisini de irdeliyor gibidir. (Bazı sanat eleştirmenlerinin ısrarcı iddialarına göre Munch cinsiyetçi ve hatta kadın düşmanı olarak etiketlenmiştir. 1890’ların ortalarında erotik arzu, cinsel uyanış ve ıssızlık imgelerini sıkça kadın imgesi üzerinden kurguladığı için bu yorumlara maruz kalır ama sonraki yıllarda akıllıca bir manevra yapar ve insan yaşamının temel döngüsünü simgelediğini ifade ettiği The Frieze of Life,1892 serisi ile bu yorumları savuşturmayı başarır.) Sergide yer alan diğer eserleri Evening Melancholy (1892), The Kiss (1897), Girls on the Bridge (1918) gibi yapıtlarında da hep tek bir fikrin, renk ve yönelimdeki değişimlerle nasıl farklı tepkiler uyandırabileceğini göstermek istiyor, sürekli deney yapıyor gibidir. 1902’de kendini şöyle ifade eder;……..Sanatımda kendime hayatı ve anlamını açıklamaya çalıştım. Ayrıca başkalarının kendi hayatlarını anlamalarına yardımcı olmayı amaçladım.
Munch’un sanatsal tekniği de -tüm bu karamsar çerçeveye rağmen- günümüzde hala modern hissettiren bir yapıya sahiptir. Eserlerine yoğun duygusal güç katan geniş ve kararlı fırça darbeleri eşlik eder. Alışılmadık perspektifleri ve stratejik olarak yerleştirilmiş mimari unsurları ile izleyicileri resimlerinin içine çeker. Tahta baskı ve oyma teknikleri ile üretirken de tekniği sert ve güçlüdür. Munch’un bu yenilikçi görsel dili, duyguları ifade etmenin giderek daha radikal yollarını arayan sembolizm, dışavurumculuk ve gerçeküstücülük gibi 20. yüzyılın avangart hareketlerinin temelini oluşturmuş tekniklerdendir.
1928’de sanatçı şöyle der….’doğadan resim yapmıyorum, daha çok ondan alıyorum ya da onun bereketli tabağından kendime birşeyler katıyorum. Gördüğümü değil de , görmüş olduğumu resmediyorum..…’ Bu açıklama, sanatçının izlenim ve ifade arasındaki ilişkiyi bilinçli bir şekilde keşfedişine işaret ediyor. Munch, manzaralara, seslere, renklere ve hatta havadaki titreşimlere karşı son derece dikkatliydi ve duyguların dünyayla ilgili deneyimlerimizi nasıl filtrelediğinin de son derece farkındaydı. Yazılarında, görüşünün duygular ve ses gibi diğer duyusal izlenimlerden çokça etkilendiğini de defalarca anlatmıştı.
Munch, belki en çok acı ve ızdırabın evrensel simgesi haline gelen Çığlık motifiyle tanınır; ve bu imge o kadar popülerdir ki, telefonlarımızda bulunan ünlü emoji aracılığıyla tüm dünyada her gün kullanılır. Sergide bu eser bulunmasa da beynimizde, ruhumuzda bıraktığı iz o kadar büyük ki insanın aklına şu basit soru da düşüveriyor; Munch gibi bir huysuz üstad, üstelik çağının çok ötesinde öngörülere sahip olan bir sanatçı, eserinin böylesine bir evrensel döngüye girmesinden memnun olur muydu acaba?
Şüphesiz cevaplanabilecek tek bir şey var; Edvard Munch’un sanatsal üretimi çok geniş bir aralıkta ve çok katmanlı notalarda geziniyor, her yöne; sağa, sola, yukarı ve aşağı ve ruhumuzun her katmanında bizi sarıp sarmalayarak varoluyor.
Munch’un sanatı her zaman ‘çığlığın ardındakini’, görünenin ötesindekini arıyor…
….
Ne görüyorsak onu görüyoruz
çünkü
gözlerimiz
olduğu gibi
oluşturulmuş
– Farklı
daha güçlü Gözlerimiz olsaydı-
X-ışınının
sadece
görmesini
isterdik
-iskelet sistemimizi
Farklı Gözlerimiz Olsaydı
-Alevlerin
dışarıdan yansımasını görebilirdik
– ve bambaşka biçimlere sahip olabilirdik.
Başka bir deyişle
neden
daha hafif
-özsüz moleküllere sahip
diğer varlıklar
– aramızda var olmasın?
Çok sevdiklerimizin Ruhları-
örneğin?