Çıkmazın Suzanı
Öykü

Çıkmazın Suzanı

Birsen Çelikel

Sanırım yeni evimize taşındıktan birkaç ay sonraydı, yapış yapış bir yaz günü, mahallenin yaşlı kadınları eskimişlik kokan bedenleriyle evimizin küçük salonunda çay içiyorlardı. Başlarındaki koyu renkli örtülerinin altından kırlaşmış ya da kırlaşmaya yüz tutmuş saçları görünüyordu. Hemen hemen hepsinin yüzü buruşmuştu. Annemse bütün gençliği ve güzelliğiyle bir mutfağa bir salona koşturarak bu her şeyi bilen kadınlara hizmet ediyordu. İlgimizi çekecek hiçbir şey olmadığı için, Engin’le bahçede bulduğumuz sümüklü böcekleri kavanoza kapatmaya çalışıyorduk. Böcekler yapış yapıştı ama bu bizim için engel değildi, ne de olsa bilime katkımız büyük olacaktı. Karınlarını deşip sümüklerini nerede sakladıklarını bulduğumuzda ödül falan almayı planlıyorduk. Enginlerin evi bizim çıkmazda değildi ama her gün bu kara çocukla oynamaya mecburdum, çünkü bu küçücük çıkmazda benden başka çocuk yoktu. Gerçi bu durumdan pek de hoşnut değildim, geldiğim yerde bir sürü arkadaşım vardı ve burada çok canım sıkılıyordu. Hayatımız oldukça basitti. O, sabahları annesi işe çıkar çıkmaz bize geliyordu, önce bahçede vişne ağacının altındaki taburelerde kakaolarımızı ya da limonatalarımızı içiyorduk ve o gün ne oynayacağımızı konuşuyorduk.  Engin en çok çıkmazın tozundan yaptığımız çamurla, insanlar yapmayı seviyordu. “Bak bu çalışan ve yaşayan bir baba” demişti bir kere elinde ki şekil vermeye çalıştığı çamur parçasını göstererek, “bitmesine az kaldı.”

 

“Ne yapacaksın bittiğinde” diye sordum.

“Bilmem dedi belki bir ev yaparım, annemi de evin içine oturturum.”

“Off bu çok zaman alır” dedim “Hadi bakkala gidelim.”

 

Karaoğlan mahallenin tek bakkalıydı, diğer mahallede de Atilla bakkal vardı ama bizim mahallenin dışına çıkmamız yasaktı. Oraya ancak babam götürürse gidebiliyorduk. Bakkala koşa koşa girdiğimiz de “Kolay gelsin Karaoğlan Abi, bize iki talkan iki de ekmek” derdik. Karaoğlan buna her seferinde bozulurdu, Engin’e kızgın kızgın bakarak “Sen çok mu beyazsın sanki lan, Allah’ın Çingenesi, İbrahim Abi diyeceksiniz, duydunuz mu? İbrahim abi.” “Tamam, Karaoğlan Abi” derdi Engin her seferinde, İbrahim Abi diyeceğiz. Aslında Karaoğlan haklıydı, Engin ondan daha karaydı, hele elleri kapkaraydı ama onun adı Engin’di, Karaoğlan ise adının ne kadar İbrahim olduğunu iddia etse de hayır onun adı Karaoğlan’dı.

 

Biz o gün sümüklü böceklerin dünyasına kendimizi iyice kaptırdığımız sırada kapı, kapı zilinin var oluşuna inat yumruklanmaya başladı. Kapıyı açtığımız da az sonra adının Deli Suzan olduğunu öğrendiğim bir kadın bizi elleriyle iki yana savurarak evin içine girdi. Bizde hemen arkasından eve girdik, avazı çıktığı kadar bağırıyordu; “Bütün çıkmaz burada toplandınız da benim niye haberim yok, ha söyleyin bakalım neden bana da haber vermediniz? Şu Çingen çocuğu bile burada ama ben yokum. İşiniz düştüğünde hemen kapımı çalarsınız ama değil mi?”

 

“Suzaaan,” diye seslendi mor patlıcan Güler Teyze, “Çaldık kapını açmadın, bağırma şimdi de otur çayını iç.” Suzan biraz önce bağırıp çağıran kendisi değilmiş gibi bir koltuğun ucuna ilişti. Taşındığımızdan beri ilk defa gördüğüm bu şahane kadından gözlerimi alamıyordum. O gün saçları pembeydi, tırnaklarını ve dudaklarını da pembeye boyamıştı. Zarif bedenini olduğundan da ince gösteren siyah şık bir tulum giymişti. Oturduktan sonra boğazını temizledi, sonra da bir ilahi söylemeye başladı. “Sordum sarı çiçeğeeeee….” Sesi çok güzeldi, beni oldukça duygulandırmıştı. Sarıçiçek bittikten sonra “Şol cennetin ırmakları akar Allah deyü deyü, çıkmış İslam bülbülleri, öter Allah deyü deyü” ilahisini söylemeye başladı. Bu ilahiyi daha önce hiç duymamıştım çok hoşuma gitmişti, hemen ezberlemeye karar verdim.  İlahisini bitirip önündeki sehpadan çay bardağını aldı, bir yudum içti. Diğer kadınlar da kendisini gayet içten olduğuna inandığım bir şekilde alkışladılar. “Ha şöyle” dedi mor patlıcan Güler Teyze, akıllı uslu dur, deli karılar gibi ne bağırıp çağırıyorsun. Suzan söylenenleri duymazdan geldi, “Ah şekerim” diye söze başladı; şu arka sokaktaki Nilgün’ün başına gelenleri duydunuz mu? Gelini başka kocaya kaçmış ayol. Hahahhaaaa”

 

Bir sabah da bahçede kahvaltı ederken bahçeye duvarın üstünden taş yağmaya başladı. Evet, evet büyüklü küçüklü bir sürü taş zemin döşemesinin üstüne pat diye düşüyordu. Hele bir tanesi o kadar büyüktü ki, bu babamı oldukça sinirlendirdi. Sofra bıçağını kaptığı gibi küfürler savurarak kapıya fırladı. Ağır demir kapıyı bir hışımla açtı, boş sokağa birkaç küfür salladıktan sonra dönüp sofraya oturdu. Güne oldukça hareketli başlamıştım, her yeni günün bir önceki güne benzediği unutulmuş ve yaşlı insan kokan bu sokakta bahçeye taş yağması Engin ve benim için büyük değişiklikti. Engin’in gelmesini sabırla bekledim, bütün gün o taşların bahçeye nasıl geldiklerini düşünüp hayaller kurduk. Bence mahalleyi üs olarak kullanan uzaylılar dünyaya bu taşların içinde küçük ajanlar yolluyorlardı, aynı radyonun içinde yaşayan küçük insanlar gibi. Gece olunca bu taşlar kırılacak, adını bile bilmediğim bir gezegenin yurttaşları, şehri istila edeceklerdi. “Suzan Abla’dır” demişti annem başını yaptığı işten kaldırmadan. Estiriklenmiştir yine, boş boş hayaller kurmayın da kalkın bahçeyi yıkayın.

 

O günün akşamında Engin’in tam evine döneceği sırada yine kapı yumruklanmaya başladı, Deli Suzan Abla’yı tanımakta zorlandım, çünkü ev kadını gibi giyinmişti, saçları saçma bir şekilde siyahtı. “Merhaba küçük kız, anneni çağırır mısın?” Gözlerinin altı mosmordu, yanakları içine çökmüştü, gelmeden önce ağladığı kızarmış gözlerinden belli oluyordu. Kahvesini sessizce içti, neredeyse hiç konuşmadan evine döndü. Anneme “Nesi var?” diye sorduğumda hiçbir şeyi yok tatlım, sadece bazen aklı karışıyor dedi. “O zaman neden kocası onu kalın iplerle kanepenin ayaklarına bağlıyor” diye sordum. “Geçen gün Engin’le onların penceresinin altında oynuyorduk ve cam açıktı. Suzan yerde oturuyordu, kanepeye bağlanmıştı. Ağlıyordu anne, neden?” Annemin kaşları çatıldı, yüzünden bir gölge geçti, böyle şeyleri düşünmemem gerektiğini söyledi.

 

O yaz günler oldukça yavaş ilerliyordu, okulların açılmasına daha çok vakit vardı. Evde bol çocuklu eski mahallemizi özleyen bir tek bendim. Çıkmaz bir sokağın köşe başına yapılmış küçük bahçeli, küçük odalı bu evde kira ödemiyor olmak büyükler için büyük lükstü tabii. Evin çocuğu mutsuzmuş, canı sıkılıyormuş, arkadaşlarını özlüyormuş kimin umurunda. Çocuktum nasıl olsa, alışırdım hele bir okullar açılsın. Akşamları babam koltuğunun altında kocaman bir karpuzla geldiğinde Engin’e takılırdı;

 

“Ne o damat, sen hala burda mısın, evin yok mu oğlum senin? Dur len hemen darılma, yemek yemeden hiçbir yere gitmek yok, otur bakayım yerine”. Annem bahçedeki masaya sofrayı kurarken babam keyifle şarkımızı söylemeye başlardı;

“Kızım seni Veli’ye vereyim mi?”

Ben neşeyle cevap verirdim; “İstemem babacım istemem, onun adı Veli babası deliii…”

“Kızım seni Engin’e vereyim mi?”

“İsterim babacım, isterim onun adı Engin babası zengin…”

 

Biz babamla bu şarkıyı söylerken Engin ilk zamanlar çok utanırdı, ama zamanla oda tahta masaya vurarak ritim tutmaya başladı. Engin’le evlenmek güzel bir fikirdi, annesi Çingen Neriman Abla, zaten bohçacılık yapıyordu, Engin bütün gün bizdeydi. Büyüyücünce evlenirdik, o da akşamları evine gitmeyiverirdi. Gerçi arabacıların Raziye Abla kaç defa bizi çıkmaz sokağın tozunu çamura çevirip oynarken görse, oynama şu Çingen çocukla diye arkamızdan bağırırdı. Güya annesi beni bohçasına koyduğu gibi alır götürürmüş. Ama ben Çingen Neriman ablayı tanıyordum, evet onu her akşam sırtında bohçası bizim evin önünden geçerken görüyordum, bazı akşamlar Engin’i almak için eve de uğrar annemle çay kahve içerlerdi.  Annem o bohçanın içinden çarşaflar tüller falan satın alırdı. O da bana bazen çorap ya da mendil hediye ederdi. Çingen Neriman Abla çok iyi bir kadındı bence.

 

Yine babamın keyfinin yerinde olduğu bir akşamüstü Deli Suzan Abla çıktı geldi. Hala bahçede yemek masasındaydık, anneme hiç itiraz etmeden masaya oturdu ve babamın rakısından kendisine bir bardak hazırladı. “Ah canım, çekimler beni çok yordu bugün.” diye anlatmaya başladı. Kendisi büyük bir sinema aktrisiydi. Oynadığı filmler kapalı gişe oynuyordu, arada fırsat bulursa şehrin en büyük gazinosunda assolistlik de yapıyordu. Cüneyt Arkın kendisine çok âşıktı ama O, Yılmaz Güney’i beğeniyordu. Geçen sene bir film çekimi için kendisini Adana’ya davet etmişti ama o çok yoğun bir çalışma döneminde olduğu için gidememişti. Birbiri ardına yakıp söndürdüğü sigaralarla birlikte babamın rakı şişesini yarılamıştı bile. Babam çoktan içeriye kaçmıştı, annemle göz göze gelmemeye çalışıyordum, ne zaman anneme baksam gülmemek için dudağını ısırıyor gibi geliyordu ve bence bu çok ayıptı. Oysa ortada gülünecek bir durum yoktu, evimizde koskoca bir yıldız vardı ve çok güzeldi. Artist kadın yeniden bir sigara yaktığında kapı tekrar yumruklanmaya başladı. Bu mahallenin insanları zil kullanmayı pek sevmiyorlardı nedense. Annem kapıyı açmak için ayağa kalktığında ben yine hayran hayran Suzan Abla’ya bakıyordum. O akşam sarı bir peruk takmış, kendisine en çok yakışan kırmızı rujunu sürmüştü. Gözlerinin içi pırıl pırıl parlıyordu, sanki vücudunun etrafında ışıktan bir alan vardı ve o ışık kimsenin ona zarar vermesine izin vermezdi.  Ulaşılmaz, dokunulmazdı o. Kendisi bir şeylere dokunduğunda sadece güzellik bulaştırırdı. Bir an bile gözlerimi üzerinden çekemiyordum, parmaklarındaki yüzükleri geceden sabaha kadar seyredebilirdim. Ben kendisini hayran hayran seyrederken “Anne!” diyen bir sesle kendime geldim. Sesin sahibi annemin yanında dikiliyordu ve artist Suzan Abla’nın kızıydı.

 

“Anne, sabahtan beri kapı kapı seni arıyorum, neden burada olduğunu haber vermiyorsun?”

 

Artist kadın mahcup mahcup gülümserken “Evlatlığım Elif, doğduğu günden beri yanımdadır, benim çocuğum olmuyor da.”  Engine baktığımda onun da aynı benim gibi büyük bir hayranlıkla Deli Suzan Abla’yı seyrettiğini gördüm. O bizim yıldızımızdı, deli falan değildi, çok renkliydi o kadar.

 

Genç kız bıkkın bir ifadeyle konuşuyordu, “Anne saçmalama lütfen, hadi babam işten dönecek şimdi, evde bizi bulamazsa kızar.”

“Ah evet, eşim iş adamıdır, bu akşam yurtdışından dönüyor da sofrada eksik bir şeyler var mı bakmam gerek. Sizde bize buyurun lütfen dedi ben de tam karşı kapıdayım.”

Suzan ve kızı evden çıkıp aramızdan çıkmazın dar yolunun geçtiği karşı eve girdiklerinde annemin dudaklarında yine o muzip gülümseme vardı.

 

Bu olaydan önce miydi sonra mı? Şimdi tam hatırlamıyorum Engin’in sünnet düğünü oldu, ama ne düğün. Bütün çıkmaz davetliydik ama düğünün olacağı gece arka sokaktaki düğüne bizim çıkmazdan sadece Suzan Abla, annem ve ben katılmıştık.  Sünnet çocuğunun en yakın arkadaşı olmam hasebiyle sokağa kurulan düğün alayının en önündeki sandalyelere kurulmuştuk. Bu sokakta bir sürü çocuk vardı ama Engin’le neden daha önce buraya gelip hiç bu çocuklarla beraber oynamadığımızı anlamamıştım. Ayrıca Engin’in sünnetten sonra adam olup artık benimle oynamak istemeyeceği korkusuna kapılmıştım. Bu sokak bizim çıkmaz sokağa göre bol çocuklu ve çok eğlenceliydi, Engin artık beni naapsındı. Sünnet çocuğu bembeyaz kıyafetlerinin içinde çok yakışıklı görünüyordu, bir ara yanına gittim, “Bana bak, adam olduktan sonra sakın beni unutayım deme, unutma biz nişanlıyız.” Her zamanki mahcup gülümsemesiyle cevap verdi, “Kızım baban dalga geçiyor bizimle, hiç seni bana verir mi?” Sonra da alaydaki kalabalığa karıştı. Kaşlarım çatılmıştı, çünkü benim babam yalan söylemezdi ve dalga geçmezdi.

 

Düğün çok eğlenceli geçiyordu, Çingene kızları rengârenk tüllü, desenli, fırfırlı elbiselerinin içinde daha önce hiç görmediğim oyunlar oynuyorlardı. Hele bir tanesi vardı ki, o göbek attıkça yaşlı bir kadın bağırıyordu: “Sibel Can bu Sibel Can. Kocası asker, asker karısı buuu.” Kurulan masalarda dağıtılan yemeklerin haddi hesabı yoktu, herkes yiyip içiyor, kemanlar darbukalar çalınıyor, insanlar çılgınlar gibi eğleniyorlardı. Hatta Suzan Abla bir ara mikrofonu alıp şimdi hangisi olduğunu çıkartamadığım çok oynak güzel bir türkü bile söyledi. Ben yine mest oldum, kendisi kadar sesi de çok güzeldi ve bu kadın gerçek bir yıldızdı. O mahalledeki kadınların köşe başlarında anlattığı gibi bir geçmişe sahip olamazdı. Güya kendisi eskiden, çok eskiden çok uzak bir memlekette zengin bir adamın ikinci karısıymış. Daha genç kız bile olamadan adamın ikinci karısı olmuş, şimdiki kocası Remzi Amca da zengin adamın çiftliğinde çalışan bir gençmiş. Suzan Abla’ya yanık türküler söylemiş, mektuplar yazmış sonrada bir gece herkes uyurken el ele tutuşup kaçmışlar. Suzan Abla üst üste bir sürü bebek doğurmuş ama son doğurduğu kızı hariç hepsi ölmüş. Bebeklerinin yaşamayışlarının sebebini, kocasını aldatıp kaçtığı için olduğunu düşünmüş ve sonunda bunu düşünmekten delirmiş.  Bence bu saçma bir hikâyeydi, Onun güzelliğini kıskanan diğer yaşlı kadınlar fesatlıklarından uydurmuş olmalıydılar. O, Engin ve benim için gerçek bir yıldızdı, gerçi hiçbir filmini sinemada ya da televizyonda görmemiştim ama Engin bir kere onu açık hava sinemasında oynayan bir film de şarkı söylerken gördüğünü söylemişti. Hem sevdiği kızı kocasının evinden kaçıracak kadar çok seven bir Remzi Amca, neden ara sıra da olsa bağlasındı karısını kalın iplerle kanepenin ayağına?  Film çekimlerine gitmesin diye bağlıyordur diye düşünüyorduk Enginle, nede olsa karısıydı değil mi, kıskanıyor olmalıydı.

 

Her geçen gün Suzan Abla’nın renkli dünyasına biraz daha giriyorduk. Rengârenk perukları, tırnakları, birbirinden güzel kıyafetleri ve takılarıyla hayatımızı şenlendiriyordu. Nadirde olsa sıradan insanlar gibi davrandığı oluyordu ama o zaman hayat da sıradanlaşıyor tüm renklerini kaybediyordu. Bizimle beraber çıkmazın çamurundan evler, heykeller yapıyor, bir sürü hikâyeler uyduruyordu. Mesela “Bakın şimdi,” diyordu “Bu beyaz bir geyik, üstelik boynuzları var. Üzerine binebilirseniz eğer yedi kat semanın üstüne çıkabilir orada yaşayan peri kızlarını görebilirsiniz.” Engin’in yaptığı çamurdan bebeklere bayılıyordu, “Ah Enginciğim, sen çok yetenekli bir çocuksun ama umarım bu yeteneğin heba olmaz. Şu bebeğin suratı ne kadar da bana benziyor yoksa benim heykelimi mi yaptın.” O kapkara çamurda neyi görüp de neye benzettiğini hiç anlamazdım ama tahminleri hep doğru çıkardı. Hele onun o güzel sesinden daha önce hiç duymadığım türküler şarkılar dinlemek, büyük ayrıcalıktı, Engin’de bu şarkılara muhteşem dansıyla eşlik ediyorsa eğer gün güzel geçiyor demekti.

 

Bir gün üçümüz kim daha çok ağzında taş kıracak yarışması yapmıştık, ben daha bir taşı bile kıramamışken Engin üç tane ceviz kadar taşı ağzında un ufak etmişti bile. Sonra ödül töreni düzenledik, Suzan Abla törene başlamadan önce “Bir dakika çocuklar, izninizle hemen geliyorum.” diyerek evine gitti, birkaç dakika sonra döndüğünde elinde çok süslü bir kadın şapkası ve iki parça kurdele vardı.  Şapkayı Engin’in başına zevkle oturttu ve dedi ki, “Sen genç adam, artık bu mahallenin en iyi ağzında taş kıran çocuğusun, seni kutsarım ve kutlarım.” Sonra elindeki kurdeleleri parmaklarımıza bağlarken konuşmasına devam etti, “Şu andan itibaren bu güzel kızın kaderiyle senin kaderini bu yüzüklerle birbirine bağlıyorum. Sonsuza kadar ayrılmayacaksınız ve siz gençler çok mutlu olacaksınız.”  Onun kadar önemli bir insanın ağzından böyle övgü dolu sözler duymak ve sonsuza kadar birbirimize bağlanmak nişanlımı oldukça gururlandırmıştı, tabi ki beni de.  O gün Engin’in iki dişinin birden kırıldığını akşam yemeğinde anlamıştık. Babam bu duruma çok gülmüştü, gerçi Engin’de kafasındaki kadın şapkası, kırık dişleri ve parmağında sallanan kurdelesiyle çok komik görünüyordu. “Eee demişti babam, uyar mısınız Allah’ın delisine, dişiniz de kırılır çenenizde.” Ona deli denmesinden nefret ediyordum, o kadar güzel ve renkli bir kadın deli değil olsa olsa yıldız olurdu.

 

Yazın son günlerine gelmek üzereydik, öğle vaktiydi sanırım. Engin henüz gelmemişti hem çocuk radyosunu dinliyor hem programı kaçırdığı için söyleniyordum. Program bitmek üzereyken oturduğum salonun alçak camına vuruldu, tülleri aralayıp camı açtığımda Engin nefes nefese bir halde, Defne çabuk dışarı çık diye bağırıyordu, “Suzan Ablayı götüreceklermiş.” Ayaklarıma terliklerimi bile geçirmeden sokağa fırladım, bahçede çiçeklerini sulayan annem ne olduğunu anlamamıştı bile, oda arkamdan sokağa fırladı. Bütün mahalle Suzan Abla’nın evinin önünde toplanmıştı, kalabalığın ortasındaki ambulansın varlığını zor seçebildim. Meraklı kalabalık önemli birinin gelmesini bekliyor gibiydi. Sanki bekledikleri kişi kapıdan çıkınca bir anda flaşlar patlayacak insanlar üstlerini başlarını parçalayacaklardı. Birkaç dakika sonra Suzan Abla kapılarının önünde göründü. Onu ilk gördüğüm günkü gibi pembe peruğunu ve siyah tulumunu giymişti. Ama makyajı akmış rimelleri yanaklarına, dudağındaki ruj çenesine bulaşmıştı. Peruğu başından kaymıştı, siyah saçlarının bir kısmı dağınık bir halde peruğun altından görünüyordu. Tanımadığım iki adam yıldızımızın kollarından tutmuştu, ambulansa doğru yürürken başı önündeydi. Elindeki mendille burnunu silerken göz göze geldik, bizi görünce birden yüzü aydınlandı. İkimizin önünde dizlerinin üzerine çöküp, “Ah çocuklar, ben de sizi göremeden gideceğim diye çok korkuyordum. Aniden bir turne teklifi geldi, bu arkadaşlarda organizatör tarafından gönderilmişler. Ne zaman döneceğim belli olmaz, ben gelesiye kadar sakın taş kırma turnuvası düzenlemeyin ve yaptığınız çamurdan adamları bozmayın.  Dönünce hepsini tek tek kontrol edip en güzel heykeli yapana da ödül veririm, anlaştık değil mi?”  Cılız kollarıyla ikimizi birden kucakladı, yanaklarımızdan öptü, gülümsemeye çalışarak ambulansa bindi. Ardından bakakalmıştık, ne olduğunu anlamamıştık bile. Ambulansın ardından bakarken artık hayatın eskisi kadar renkli ve tuhaf olmayacağını ikimiz de biliyorduk. Sanki bir anda mahalledeki bütün evlerin renkleri griye döndü, gökyüzünün, ağaçların, kuşların tüyleri çıkmazın tozu gibi griydi. Giderken hayatın bütün renklerini yanında götürmüştü Yıldız Suzan Abla.  Bir daha da O’nu hiç görmedik, mahallenin kadınları günlerce köşe başında konuştular bu tımarhaneye yatırılma olayını. Her sene gidiyormuş da birkaç ay sonra geri geliyormuş, ama bu sefer zıvanadan çıkmış, zavallı kocası da ne yapsınmış hak edememiş de temelli yatırıvermiş Mazhar Osman’a. Ama onlar bilmiyorlardı ki bu çıkmazdan koskoca bir yıldız geçtiğini hem de tozlarını üzerimize serpe serpe geçip yittiğini. Bizse uzun süre onun turnede olduğunu düşündük durduk. Ayhan Işık’la beraber sahnede şarkı söylüyordur şimdi diyordu Engin, ya da Yılmaz Güney’le Adana’da film çeviriyordur.

 

Geçen gün şehre gelmişken eski mahalleyi görmek istedim. Bulurken oldukça zorlandım çünkü hiçbir şey benim hatırladığım gibi değildi. Bizim çıkmaz sokak ortadan kalkmış yerine yepyeni süper lüks apartmanlar yapılmış. Bakkalın yerini kocaman bir market almış, Karaoğlan Abi yaşlanmış, torunları bile olmuş. Bizim evimizin arsasına yemyeşil bir çocuk parkı yapılmış. Parktaki banklardan birine oturdum, telefonumdan kocama konum attım, eski anılarımı hatırlamaya çalıştım. Suzan Abla gittikten birkaç sene sonra Neriman Abla Engin’i de alıp başka bir şehre taşınmıştı, sonra da biz başka bir semte taşınmıştık. Sonrasındaysa birçok şehirde ve birçok evde oturdum, ama rüyalarım ne zaman bir evde ya da bir sokakta geçecek olsa bu çıkmaz sokaktaki ev hep başroldeydi, kısacası benim için ev demek bu sokak demekti.  Hava soğuk olduğu için parkta çocuk falan yoktu, ben de bir sigara yaktım. Sigaram bitmeden kocam yanımda oturuyordu. “Konum atmana gerek yoktu.” dedi elini omzuma atarken “Ben bu sokağın yolunu hiç unutmadım ki.” Sonra da sol elinin yüzük parmağından sallanan kırmızı kurdeleyi göstererek, “Unuttun mu, yıllar önce burada bir yıldız bizim kaderlerimizi birbirine bağlamıştı.” Başımı yakışıklı kocamın omzuna koydum, “Eee,” dedim “Söyle bakalım büyük heykeltıraş, öğrencilerinin biricik Engin Hocası, seneler sonra doğduğun mahallede olmak nasıl bir duygu?”