Sami cüret gösterisi yaptı. Uçurumdan arabayı itti. Yürüdü gitti, kahkahalar da yuvarlanırken ağzından dışarıya… Toprağın sıcağında kertenkeleler öteye beriye kaçışıyordu. Sami onları görmedi, ayak uçlarını takip edip oradan uzaklaşmaya koyuldu. Sabri ve Hüseyin, şaka sanmışlardı. Birlikte gelmişler, arabadan inmişlerdi. Omuz vermelerine gerek kalmadan, ön tekerlekleri neredeyse boşluğa gelen arabaya iki omuz atmışlığı Sami’nin yetmişti. Gözden kaybolmuştu araba. Sami her gün yaptığı normal bir işi tamamlamış kadar rahattı. Sabri ve Hüseyin’se korku dolu gözlerle Sami’ye bakıyorlardı. Ne olup gittiğini anlayamamışlardı. Sami’nin peşine takılıp yürüdüler.
Cüce’nin bir takıntısı vardı. Söz vermişti basketbolcu kıza. Kızla boy ölçüşemezdi. Ama böyle bir hesaplaşmayı gerçekleştirebilirdi. Gözü karalığını ortaya koymalıydı, yoksa anlamı olmayacaktı bundan böyle bir şeyin. Araba kızındı.
Kızla buluşacağı kafeye ıslık çalmanın şen kuvvetiyle gitti. Bakındı. Kız yoktu daha. Soda söyledi. Ellerini masanın üstüne koydu, sandalyeye yaslandı. Yeleğinin cebindeki mendil, dışarıya selama duruyordu.
Sarı saçları, sakalları ile yüzüne heybet katmak istemişti. Kız bu numaraya kanmamıştı. Onu her şekilde ezilecek bir böcek gibi mi görüyordu? Yok yok, böcek de bir şeydi, bir heybeti, bir duruşu vardı. Sami denen lavuk, ne bir cisme sahipti ne de bir gürültüye. ‘Nereden çıkmıştı bu da böyle,’ diye söylenip durmuştu Hülya. Antrenmanlara gelmiş, alkışlamıştı onun hareketlerini. Antrenman bitiminde arabasına kadar sokulmuş, ses etmemiş, el sallamıştı. Maçları takibe de geliyordu. Kalabalık seyirci içinde eriyor, alkışlarıyla kendisini belli edemiyordu. Son maçlarda en ön sıraya gelmiş, her hareketini takiple ve alkışla cezalandırmıştı. Onun gözlerinin üzerinde dolaşması ürperişleri de beraberinde getirmişti. İyi performans sergilese bir türlü, sergilemese öte türlüydü. Sergilese, meçhul seyirci kendine yoracak, sergilemese arkadaşları ve koçun tuhaf yorumlarına maruz kalacaktı. İlk başlarda bocalasa da, kendi oyunundan başka çıkış olmadığını anladı. Eline hafif tırtılları olan o kocaman top değdiğinde, her şeyi unutup, pas vereceği arkadaşlarını, turnikeleri ve potadan seken topları toplamayı düşündü bir tek. Böyle böyle ritmini parkelerde yeniden buldu. Kimse için değil, kendisi içindi oyun…
Hülya annesine bir şey dememiş, polise gitmeyi ise erken bulmuştu. Arkadaşlarının dikkatini de çekmişti bu yerden bitme, yine de pek önemser görünmemişti. Kalbinin bir yerinde bir korku çatlağı olduğunu bir tek, takımın guardı ve en yakın arkadaşı Mine görmüştü.
“Kimin nesi biliyor musun?” sorusunu, “Vallahi bilmiyorum, birden peydah oldu” diyerek masumane savuşturmuştu.
Mine kıkırdamış, “Bir şeye benzese tamam diyeceğim de, seninle yürüse, uzaktan bakan biri, seni yalnız geliyor sanır.” demişti.
Tedirginliğini gülümsemesinin içine saklayıp, “Ağzından yel alsın, Allah yazdıysa bozsun,” demişti. Konuyu orada bırakmışlardı. Sami ise Hülya’nın peşini bırakmamıştı.
Sami, Hüseyin ve Sabri ile sürekli kadın konusunda atışıyordu. Onlar boyu boyuna denk, huyu huyuna denk, ama ortada olmayan kızları önerdikçe, kısa boylu kızlardan iğrendikçe iğrenmeye başlamıştı. İnadı inattı. Yemin etmiş, o çok uzun boylu kızı ne pahasına olursa olsun elde edeceğini söylemişti. Bu sözü düşünmeden, ulu orta söylemişti gerçi. Sabri ve Hüseyin ona bu lafını her sohbet öğününde yedirmek için fırsatı kaçırmıyorlardı. Sami, bu söz molozundan kurtulamayacağını düşününce işi iddiaya bindirmiş, bu kızla çıkacağını ağzından dışarı boca etmişti. Böyle konuştuğunda, Hüseyin’in sözü hala kulağındaydı.
“Oğlum o kız ne yapsın seni? Kendi boyundan çokça kesmeli ki, senin dengine gelsin.”
Sami bu söze içerlemiş, kin yürümese de, kırgınlık yürüyen gözleriyle ona bakıp, “Görürsün sen çıktığım kızın boyunu. Bakalım o zaman sende boy kalacak mı asıl ben onu merak edeceğim?”
Sabri, işin tatsızlığını anlamış, “Kafayı mı yediniz lan siz, yemediyseniz, nedir bu boy kesmeleri falan? Haydi kafa parlatmaya gidelim,” dedikten sonra Hüseyin’in koluna girerek, Sami’nin omuzuna da elini atıp, basık meyhanenin yoluna sürüklemişti.
Sami, içinin geçmişine dönüp, Hülya’yı nasıl gözüne kestirdiğini hatırladı meyhanede. Uzun boylu kızlar rüyasına akın edince, artık bu işin kaçarı olmadığını anlamıştı. Kısa bir araştırma yapmış ikinci ligdeki Çamlıca Kadın Basketbol takımını izlemede karar kılmıştı. İzlemeye başladıkça da kararını takımın pivotu olan örgü saçlı kıza, maçlarda söylenirken adını duyduğu Hülya’ya sabitlemişti. Aklı da gözleri de ondaydı. Her hareketini inceliyor, hayra yoruyordu. Aklına boy gelince, onu hemen bir basket topu haline getirip kafasının dışındaki potaya sallıyordu.
Diğer arkadaşları duş alıp çıkmakla yetinirken, Hülya sadece makyajını her antrenman sonrası tazeler, sokakta öyle yürür, arabasına giderdi. Sami, onun saçlarını ince ince örmeye nasıl vakit bulduğunu da bir türlü anlayamamış, detaylara düşkün, titiz bir kız olarak kurgulamıştı kafasında.
Meyhanede içti. Daldı. Kalktı. Eve yollandı.
Sami’nin düşünceleri, kafe kapısının sertçe açılmasıyla yarıda kesildi. Hülya hışımla yanına geldi, Sami’nin ayağa kalkışını umursamadı, masayı iteledi, sandalyeye elini koydu. Kararlı bir bağırışla, elinde, posta kutusuna bırakılmış notu salladı ve, “Arabamı çaldın, yoksa yoksa… dediğini yaptın mı?” dedi. Kafenin içindeki herkes bu sözlerin haşinliğine tanıklık etti. Ama kimse yerinden kımıldamadı,
Sami, eliyle sandalyeyi işaret etti, “Otur, soluklan, bir şey iç önce,” dedi, fısıldarcasına. Hülya elini sandalyeden uzaklaştırdı, “Sen görürsün gününü, boyundan utanmalısın,” cümlesini ağzından dışarı ata saça kapıya doğru yöneldi hışımla. İçinden de, ‘Yok yok, niye arabanın başına bir şey getirmiş olsun ki, deli mi?’ diye söyleniyordu. Deli mi dediğinde içine kuşku düştü, ‘ya öyleyse!’ Kuşku ve kararsızlıkla duraksadığı sırada, Sami kapıyı açtı ona. Hülya şaşırdı, durdu bir an, kapıdan kendini dışarı attı. Sami de peşinden. Üç beş adım sonra, Sami kolundan tuttu, “Araban şurada” dedi. Sesinde sevinç ve böbürlenme yoktu.
Hülya işaret edilen arabaya baktı. Dalga geçtiğini düşündü.
“Bu benim arabam değil, değil, çok lüks bu, benim arabamsa eski bir araba, taksitleri daha zar zor yeni bitti, ne yapmaya çalışıyorsun sen!”
Sami, ilk kez mağrur yüzünü gösterdi, “Senin dedimse senin işte o araba. Uzatmaya gerek yok.”
Hülya kızgınlığı, şaşkınlığı bir arada yaşıyordu.
“Hayır hayır bu değil arabam, çaldığın arabamı çok iyi biliyorsun, numara yapma, yoksa seni polise şikâyet edeceğim.”
Sami kıza döndü:
“Senden bir şey istemiyorum. Hem sen beni beğenmedin. Küçümsüyorsun da. Olsun. Sadece seni beğenmemin hatırına arabayı kabul et. Sadece bunun için. Gidip işlemleri halledelim sonra,” dedi, durgunluk içindeki sesiyle.
Hülya bir arabaya bir Sami’ye bakıyordu.
“Kabul edemem, mümkün değil bu. Hem niçin gerekçeni kabul edeyim ki?”
Sami ses tonunu değiştirmeye gerek duymadı, ısrarını sürdürdü.
“Seni beğendim. Kimseyi beğenmediğim kadar. Beklentim yok, arabayı alacaksın diye.”
Hülya, durdu. Kafede gözlerin kendilerine döndüğünü görmüştü. Üç garson da dışarı çıkmıştı.
“Beğenilmeyi ben istemedim, arabanı da istemem, ısrar etme.” Hülya yürüdü. Sami sesinde bir acıyla, “Bu araba senin içindi. Almayacaksan, kimsenin olmayacak o. Ben dahil,” dedi, kararlılık ve yumuşaklıkla.
Hülya döndü, durdu. Bir şey diyemedi. Gözlerinin o ara büyüdüğünü de fark edemedi.
Bir garson, Sami’ye yaklaştı, kolunu tuttu, “Rahatsız etme istersen.” dedi.
Sami garsonun yüzüne baktığı esnada, Hülya panikleyerek, garsona, “Rahatsız etmiyor, siz içeri girin isterseniz.” deme gereği duydu.
Garson, ellerini çekti Sami’den yukarı kaldırdı, kafasını iki yana salladı, gerisin geriye kafeye girdi.
Hülya, “Araba senin değil miydi?” dedi, Sami’nin demin ne dediğini tam anlayamadan.
Sami, “Şimdilik benim üstüme. Ama ben dahil kimsenin. Ya alırsın ya da arkanı döndüğün ilk anda, bagaja koyduğum iki şişe benzinle…” dedikten sonra, gerisini tamamlamak istemedi.
Hülya, kararlı sesi, dehşetle dinledi.
“Ama zorla… Zorlayarak…”
Sami, boyunu düşünmeyi bıraktı, diz çöktü. İkisi arasında oluşan mesafeye aldırmadı. Hülya bu diz çökme esnasında açılan boy farkını da göremedi.
“Yapma bunu.” Hülya teslimiyetle ve uzaklaştırmak için söyledi bu sözleri.
Sami, hamle yapmaktan vazgeçmedi.
“Bu dünyada pek çok şeyim var, olmayan bir şeyimi herkes görüyor, sen de gördün, biliyorsun. Bir de konuştuğum, sevdiğim, düşündüğüm birisi olmadı. Beni görmeyeceksin ki, alırsan arabayı. Sadece sevdiğim kadın için bir şey yaptım diye teselli olacağım, ömrümün geri kalanında.”
Hülya, söylenende bir hayat yattığını anladı. İnat etmeye gerek görmedi. İçinde değişen bir şey de olmamıştı.
“Ama beni görmeyeceğine, karşıma çıkmayacağına dair verdiğin sözü tutacaksın.”
“Tamam.” dedi, Sami dili ve gözleriyle.
İkisi arabayı orada bırakıp notere doğru yürümeye koyulduklarında kafedeki gözler de merak içinde onlarla yürümeye başlamıştı.
Hülya, birlikte yürümenin tuhaflığında bir teselli arıyordu ki, birden ağzından, “Ben bu arabanın kapısını her açışımda seni hatırlayacağım.” sözleri çıktı. Söyler söylemez, sahte bir kalbin, kalbinin yerine gelip takıldığını da fark etmişti.
Sami’nin gözleri utanca boğulmuş, yüzü de pembeleşmişken, “Son bir şey daha istesem, işlemlerden sonra arabanın önünde dursak, fotoğraf çektirtsek, sadece hatıra kalsın diye” dedi.
Hülya, bu isteği masumane bulsa da kendisini adileşmiş bir ruh hali içinde gördü, yine de “Peki.” demekten geri durmadı.
Sami, aklına Hüseyin, Sabri ve ömür boyu fotoğrafıyla duracak Hülya’yı yerleştirdikten sonra, Hülya ile noterin kapısından içeriye adım attı.