“Duasız ve Törensiz” Bir Arayışın Yürek Dökümü
Kitap İncelemeleri

“Duasız ve Törensiz” Bir Arayışın Yürek Dökümü

A. Rahim Kılıç

Roman, yaşamın asli unsurlarının sıradanlığından sıyrılan ayrık anların cümlelere dökülerek kendini yeniden üretmesidir. Ayrık anlar, roman örgüsünün duvarlarını ayakta tutan kolonlardır. Bu kolonlara işlenen malzemeler ve desenler; romanın akışını belirleyen karakterler, olay örgüsü, üslup ve betimlemeleri oluşturur.

 

Bir romanı yazmaya nasıl ve nereden başlanır? Her ne kadar kurgusal olsa da bir roman sanırım, yazarın kırıldığı, yüreğinin döküldüğü yerden başlar. “Ya ihtimaller tükenmişse…” diye başlayan bir roman düşünün: Daha ilk satırında okuru bir bilinmezliğin, ölümcül bir merakın ve sınırsız bir arayışın içine itmez mi? İşte, Beyda Yıldız bu ihtimallerin tükendiği yerden döküyor yüreğindeki tüm cümleleri.

 

Beyda Yıldız’ın ilk romanı “Duasız ve Törensiz” Everest Yayınları etiketiyle okurla buluştu. Acı hatıraların insanın derin ve onulmaz yaralarını uysal bir köpek gibi yalayıp ısıttığı, hiçbir zaman daha sonradan sevdiğimiz hiçbir şeyle kapanmayan ve sürekli inatçı bir meşe ağacı gibi içimizin izbe köşelerine tohum bırakarak yeniden yeniden yeşeren, aslında bizi bir yandan sinsi sinsi tüketirken diğer yandan daha dirençli ve de üretken kılan, yaşamın üstümüze saldığı tüm fırtınalara karşı direncimizi yükselten bir yanı vardır.

 

Duasız ve Törensiz romanı yüzeysel bir okumada bir “kayıp” hikâyesi olarak görülebilir ama bu okuru fena yanıltır. Roman bir arayışın Beyda Yıldız’a olanca ağırlığıyla hafızasını dayattığı ve unutmanın bulanık sularına bilincini katarak yazarın aslında kendini bulduğu bir örgüye sahip. Yazar; bir yandan kendini, diğer yandan yüreğinden dökülenleri ararken okuru, bulunduğu anların cilalı sahteliğinden soyutlayarak estetize edilmiş bir gerçekliğin duvarlarına çarpıyor ve hakikatinin temel kolonlarını sarsıyor. Yatılı bölge okullarına ailelerinden koparılarak zoraki kapatılan, asıl amacın eğitimden ziyade ıslah ve asimilasyon olan bir coğrafyanın içi kıpır kıpır çocuklarından karanlık ve öfkeli bireyler yetiştiren bir sistemin Neval ve Hasan karakterleri üzerinden sorgulanmasıdır bu romanın ana hattı. Aile, etnisite, eğitim ve devlet kavramlarının kayıp bir aşık aracılığıyla unutkanlık ile hatırlamanın gelgitleri arasında sorgulandığı romanda Beyda Yıldız, kurgusal zamanı flashback (geridönüş) ve flashforwardler (ileriyegidiş) ile kurarak okurunu uçurum kenarına kurulmuş bir salıncakta sallanıyormuş izlenimine sevk ediyor.

 

Roman, kurgusallığını bir gerçeklikten alıyor, daha ilk cümlede yazar bunu okuruna hissettiriyor. Hasan, çocukluğundan beri kendini saklamayı seven, kaybolmayı meziyet haline getiren bir çocuktur. Aynı köyde yaşayan Neval, anne ve baba figüründen uzak, üstelik de yaşlı bir kadın ve konuşma engelli bir bireyle yaşamak zorunda kalan ketum biridir. Romanda Neval’in çocukluk aşkı Hasan’ı arayışı ile eğitim, göçmenlik, yabancılaşma, ötekileşme, asimilasyon, koruculuk sistemi, anadil sorunu, modernleşme, yalnızlık ve aile kavramları iç içe veriliyor. Bunca konunun, romanın temel kolonları arasında yer alması bizi örgüden koparmıyor aksine örgü, romana parçalı bir bütünlük kazandırıyor.

 

Beyda Yıldız’ın Doğu-Batı coğrafyası ekseninden hareketle Siirt, Diyarbakır, İstanbul, Almanya gibi coğrafyalarda gezinirken aslında bilincini katık ettiği bir kurgusallığı devinim halinde verebilme kabiliyeti romanın olay örgüsündeki akıcılığı ve merak duygusunu sürekli bir gerilim ve katharsis çıtasında tutuyor. Bu da romanı elinizden bırakıp mola vermenizi engelliyor, anlatım sizi romanın coğrafyası ve Neval’in arayışının bir parçası haline getiriyor.

 

Romanın başlangıcında yazar, bize Hasan’ın kesin öldüğünü belirtiyor ama bununla birlikte ilerleyen sayfalarda karşımıza her an çıkacakmış gibi bir beklentiye, bir telaşa da sürüklüyor. Hasan’ın ölümünü kabullenmeme, onu ısrarla arama, yaşadığına inanma güdüsü romanın son sayfalarına kadar bizi Neval’in kederine ortak ediyor.

 

Kitabı çocukluk arkadaşı olan “Mehmet Kılıç”a ithaf eden yazar, kendi ruhundaki arayışın, bitimsiz umudun ve uzaklara bakmanın yüreği çıldırtan öfkelerinin, dilin sözcükleri seçerken dokuz boğumda kederlenmesinin, içini ihtimaller ile doldurmak isterken “ya ihtimaller tükenmişse…” diyerek beynini kemirmenin romanını yazmış. Bu yüzden roman kahramanı Neval’in, romanın sonlarında demans olduğunu ve öldüğünü görüyoruz.

 

Unutmak; hayata karşı bir duruş mu, kişinin kendini yeniden üretmesi mi yoksa bilincin kendini affetmesi mi? Roman, unutmak ve hatırlamak kavramlarını ustalıkla sorgularken psikanalitik bir çözümlemenin de izlerini okuruna sunuyor. Yazarla birlikte arayışının stresine ortak oluyor, duygudaşlık yaşıyorsunuz ama bu psikanalitik ruh hali size bıkkınlık değil farklı bir güç ve azim veriyor.

 

Üslup, anlatıma dayalı sanatların en önemli unsurudur, bir yazarı değerli kılan ve ona “yazar” sıfatını kazandıran en önemli şeydir. Dil ve anlatım açısından da Beyda Yıldız, ilk romanı olmasına rağmen tutarlı bir üslup yakalayabilmiş. Birkaç yerdeki anlatım ve yazım yanlışlarını saymazsak betimlemelerindeki canlılık, mekânlara olan hâkimiyeti, yer yer şiirsel deneme tadını duyumsatan lirizmi okuru sarmalayarak romanı bir çırpıda okumanızı sağlıyor.

 

Duasız ve Törensiz romanı, yazarın deyimiyle kayıp bir kuşağın, yitirilmiş bir çocukluğun, büyük arayışların, soluksuz bekleyişlerin dökümüdür.