1938’da Çiçekdağı’nda başlayan, ardında binlerce dize ve ezgi bıraktıktan sonra 25 Eylül 2012’de İzmir’de, gönül dağı kadar yüce, kalpten kalbe yol oluşturacak ustalıkta ebediyete akan bir ömür: Neşet Ertaş…
Kimi söz ve dizeler vardır ki, söyleyenin bütün bir hayatını da özetler. “uzun ince bir yol” ya da “benim sadık yarım kara topraktır” dizeleri nasıl Aşık Veysel’i kapsıyor, anlatıyorsa, mülkü mülkiyeti hiçe sayan, kazandığını paylaşmayı sevincin en yücesi bilen; içerisinden çıktığı topluluğun dünyayı algılayışı, hayat biçimiyle ‘cahildim dünyanın rengine kandım’ diye inleyip, sonra da “gönül dağı yağmur yağmur boran olunca/ akar can özünde sel gizli gizli” diye usuldan bir sükûnete davet eden dizeler de Neşet Ertaş’ı hem anlatır hem de özetler gibidir.
Yaşamayı seven, sonsuzluğu insan-i kamilde arayan, mutlak gerçeğin kendisi olduğunu bilen Neşet Ertaş’ın niyazı yar aşkına eylemesi ve “ah yalan dünya” diye çığlık atması boşuna değildir.
Ardında derin izler bırakan sanatçıların ortak özelliklerinden biri de bize hatırlama duygusu kazandırıyor olmalarıdır. Bu bir anlamda bizim bizle olan dargınlık ve barışıklığımızın su yüzüne çıkmasıdır. Neşat Ertaş, geldiği yer, içerisinden çıktığı kültürel ortam, yaşadıkları ve elbette bunların var etmiş olduğu birikimle usta yorumculuğu, şairliği yanında kapitalizmin öğütücü dişlileri arasında hafızasını yitirmiş insanlık için, bu yitirilmişliğin acısını da duyumsatan önemli bir bellek aktörüdür aynı zamanda.
1938 yılında, Çekiç Ali, Hacı Taşan ve babası, ustası Muharrem Ertaş’ın da yetiştiği Orta Anadolu bozkırında bir yanını Hacı Bektaş-i Veli’ye, Ahi Evran’a, Aşık Paşa’ya yaslayan hemen yanı başında Hasan Dede’yle çevrelenen; Bektaşilik, Ahilik gibi Anadolu coğrafyasının en görkemli kültürel kurumlarıyla tanışıklık içerisinde kendine has rengiyle varlık bulan Ulu Abdallar silsilesinin günümüzdeki temsilcilerinden biriydi Neşet Ertaş.
Halk türkülerinin usta yorumcu ve yaratıcısı bir addı. Kendi pınarından beslenen, kendi göletini oluşturan, kendi denizine akan bir geleneğin sürdürücüsüydü. Gelenek derken, tekçi bir söylemden söz etmediğim anlaşılıyordur. Çünkü, eğer bir yerde gelenekten söz ediyorsak, orada bunu oluşturanların yaratmış oldukları köklü bir bileşimden de söz etmiş oluyoruz. Sanatçı kişilik, yalınkat bir beslenmeyle oluşmuyor; köklü bir birikim yanı sıra o birikimi doğru kullanabilen, farkında olunmuş kişiliği de gerekli kılıyor. Türkiye’de, kapitalizm diğer kurumları olduğu gibi müzik dünyasını da tüketim kültürünün önemli nesnelerinden biri haline getirmiştir. Öte yandan, toplumsal hayatın çehresini bir biçimde şekillendirme konusunda küçümsenmeyecek ölçüde işlev üstlenmiş bu ‘sektör’de üretimde bulunan, oradan ekmek yemeye çalışan biri olarak Neşet Ertaş, kendisini geleneğe eklemleyen baba Muharrem Ertaş’tan aldığı ‘ruhla’ beslenmiş, bileşime doğru yerden katkı sağlayan, kişilikli bir sanat adamı olmuştur.
Neşet Ertaş, kendine özgü özel ve ayırt edici yaşam biçimleri, insan ilişkileri, hayat felsefeleri, inanç sistemleri ve daha çok da müzik alanındaki ustalıklarıyla kendisini yansıtan Abdal kültürünün yetiştirmiş olduğu bir kişiliktir. Abdallık, Asya’dan Arap yarımadasına, Afrika’dan Afganistan, Hindistan ve İran’dan Anadolu’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış, her coğrafyada kendine özgü karakteristik nitelikler kazanarak hayat bulmuş, İslami zahitlik hareketleri içerisinde bugüne akmış dinsel bir olgudur. Urum Abdalları olarak adlandırılan Anadolu kolu, Kalenderilikle de ilişkilendirilir. XVIII. yüzyıl ozanlarından Dertli Kemter, abdallığı tanımlarken, Alevi-Bektaşi öğretisinin kutsadığı üçlemeyi şöyle dile getirir:
Abdallığın binasını sorarsan
Allah bir Muhammed Ali Abdaldır
Hakikat ilminde aslın ararsan
Cümle ululardan ulu Abdaldır.
Muhammed kırklarda bir hayal gördü
Ol hayal ne imiş, aslına erdi
Firdevs-i aladan içeri girdi
Öten bülbüllerin dili Abdaldır.
Neşet Ertaş ve onun ait olduğu geleneğin merkezinde insan yatar. Bu kâmil hali anlama, kâmil insanlıktır. Gönül adamlığı, yar sevdalığı ve niyaz ehli olmaktır. O bakımdan Neşet Ertaş’ın dilinden yar sözünün, hak sözünün ve gönül sözünün düşmediğini ve bunların birbirini tamamladığını görürüz. Derviş geleneğine özgü, azla yetinen, insanı, sadece insanı da değil, hiçbir canlıyı incitmeyen bir felsefenin sahibidir.
Abartıdan, şatafattan uzak, çoğunca müzikle anlamlandırılmış; müzisyenliğin ayırt edici yaşam biçimi ve aynı zamanda da bir meslek haline gelmiş sade bir hayat tarzının insanı olmaları bakımından Neşat Ertaş’ın içerisinden çıktığı Abdal kültürü, kendine özgü form ve ses özellikleriyle Orta Anadolu bozkırına kültürel derinlik kazandıran önemli bir birikimdir. Bu özel durum, Ertaş’ın türküleri çalıp söylerken hissettiği sahicilikle bütünleştiği içindir ki toplumun büyük kesimi tarafından beğeni kazanmış, sevilmiştir.
Güzel sanatların ikincil sayıldığı, heykelin, resmin ‘ucube’ görüldüğü bu coğrafyada sanatçının çektiği çileden, Ertaş da payına düşeni fazlasıyla almışlardan biridir. Kırılmış ama kırmamış, örselenmiş ama örselememiş dervişane bir kültür adamıdır. Hayatı yorumlama ve yaşamasına kaynaklık eden Bektaşi kültürü, insana, doğaya, bütün cümle yaratığa sevgi ve saygıyı derinleştiren bir nazar kazandırır. O bakımdan da çok kişinin ardından koştuğu örneğin devlet sanatçılığı gibi içeriği kendinden menkul payeleri usulca, usta bir bilgelikle geri çevirmesini bilebilen, eklenebilirse adının önüne ‘halk sanatçısı’ yakıştırmasının sorumluluğunu yerine getirme gayretiyle çabasını sürdüren olmayı yeğler. Arifliği boşuna değildir. Onun dervişaneliğini besleyen, içtenliğini kusursuz kılan bu özelliğidir. Dilinden ve gönlünden düşürmediği yar aşkı, Hak aşkıdır aynı zamanda:
Hoş muhabbet güzel olur yarinen
Gahi batın gâhi zahir görünen
Türlü türlü irenklere bürünen
Kendin bin bir donda sır eden vardır.
Neşet Ertaş, kendini bin bir donda sır eden kutsallığa insanı oturtur: “Arayan mevlasın bulurmuş derler/ Arayıp kendini bulmakta insan” diye kâinatın odağını insanı yerleştirir… Aşkla söyler.
Neşet Ertaş, horlanmış, ötekileştirilmiş bir kültürün içerisinden gelmektedir. Tıpkı babası ve ustası Muharrem Ertaş, bu geleneğin bilinen bir başka öncüsü Hacı Taşan gibi. O bakımdan, Neşet Ertaş, gelip durduğu yerde sadece bir müzisyen olmakla rol oynamaz, o aynı zamanda türlü nedenlerle horlanan, çingene adı altında dışlanan; avare, serseri, tembel sayılan bu yanlış ve yanlı Abdal yazgısının da izlerini silmeye çalışır. Garip mahlasıyla söylediği şiirlerle, Anadolu âşık şiirinin önemli bir temsilcisi olmasına karşın, Türkiye’de edebiyat dünyasına egemen olmuş algı yetersizliği onun bu yanını pek görmez; yakın zamana değin de daha çok müzikal yaratıcılığının göz önünde bulundurulması bundandır. Oysa, onun şiirleri özellikle sürdürücü olduğu ve eklemlendiği Bektaşi geleneği içerisindeki ozan yaratıcılığı, o coşkulu ama bir o kadar da yanık ezgilerin ustasını daha iyi anlamamıza kaynaklık edecektir.
“Ey Garip gönüllüm, dertli yoldaşım
Niye belli değil, baharın kışın
Var mıdır sormazlar, ekmeğin aşın
Zengin isen ya bey derler ya paşa
Fukara isen ya Abdal derler ya Cingan haşa” diye var olan bir gerçekliği dile getirmesi ve haklı olarak bundan yakınması boşuna değildir.
Hak bildiğim yoldan ayrı gitmedim
Koğular getirip, gıybet etmedim
Gönülleri kırıp can incitmedim
Bir Garip sazımı çaldım giderim.
İlk plağını doldurduğu 1950’den başlayarak ama özellikle 1960’lardan itibaren, Zeki Müren’den, Barış Manço’ya, Edip Akbayram’dan Müslüm Gürses’e, Kardeş Türküler ’den Selda’ya farklı müzik anlayışı ve türündeki sanatçılar tarafından eserleri seslendirilen Neşet Ertaş, sadece bu yönüyle bile çoksesli Anadolu kültürünün önemli temsilcilerindendir.
Her haline yakışan kemlikten arınmış arifanelik içinde ‘aşk-ı sadakat ile sürdürdüğü’ yar yolundaki yolculuk “insana aşığım, hak özümdedir” çığlığıyla bilincimizde yerini bulsun isterim.