Edebiyat Okuryazarlığı
Edebiyatın İzinde

Edebiyat Okuryazarlığı

İbrahim Berksoy

En genel anlamıyla “edebiyat okuryazarlığı” olarak adlandırabileceğim özel ilgi alanı yıllar geçtikçe vazgeçilmez bir alışkanlığa dönüşür. Çoğunlukla ilkokul sıralarında idealist sınıf öğretmenlerinin özendirmesiyle edinilen “okuma alışkanlığı”, sürekliliği olan uzun erimli ilgi ve çabalar sonucunda giderek okurluğa, kimi zaman da yazarlığa evrilir. Okurluk alanları içerisinde edebiyat okurluğunu ayrıcalıklı kılan en temel özellik “okuma keyfi” olsa gerek. Edebiyat ürünlerinin okura sunduğu doyumsuz okuma keyfi olmasa ilk söz sanatından bu yana önce dinleyerek sonra da yazılanı okuyarak elde edilen “okuma alışkanlığı” geçmiş yüzyıllardan günümüze dek sürmez, yerini çoktan başka alışkanlıklara bırakırdı. “Okuma biçimleri” akıp geçen zamana, mekâna, teknolojik gelişmelere göre değişse de “tiryaki”leri için okuma keyfi hâlâ vazgeçilmezdir.

 

Öte yandan, bunca keyif vermesine karşın okuma alışkanlığının neden her geçen yıl giderek daha fazla köreldiği; kitapların, dergilerin daha az okunur olduğu sorusu çeşitli bağlamlarda sıkça sorulan sorulardandır. Ünlü romancımız Reşat Nuri Güntekin, her dönemde sorulan “niçin kitap okunmuyor?” sorusunu şöyle yanıtlamış: “Niye kitap okumuyorlar?’ demek, ‘Niye piyano çalmıyorlar?’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumaya alıştırmak, parmakları piyano çalmaya alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, ona göre hazırlanmak lâzım gelir. Okumak bir kitaptan alınan elemanlarla, kendine manevî bir dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu, ta çocukluktan başlayan uzun alışkanlıklar ve egzersizler neticesidir.” (1953).

 

Bir de “görüntü kültürü”nün aşama aşama “yazılı kültür”ün yerine geçmekte olduğu gerçeği var. Artık en temel “bilgilendirme”ler bile “görüntü” ya da “imaj” yoluyla yapılıyor. Her geçen gün hayatımıza yeni yeni bilgilendirme simgeleri (çağdaş ideogramlar, emojiler, simgeler vb.) girmekte. Cumhuriyetin ilk yıllarında harf devrimiyle birlikte millet mektepleri açıldığında, o okullarda okuma yazma seferberlikleri başlatıldığında amaçlananlardan birisi de şuydu: Özellikle kadınlar, sokağa çıktıklarında etrafındaki tabelaları kendi başlarına okuyabilsin, belediye otobüsünün üzerindeki levhayı okuyup hangi otobüsün nereden gelip nereye gitmekte olduğunu kimseye sormaya gerek kalmaksızın bilebilsin, eline geçen yazıyı, mektubu başkasına muhtaç olmadan okuyabilsin. Okuma yazma bilen kadın zaman içinde kendi kişisel dünyasını kendi başına kurabilsin… Böylelikle okur-yazar kadınlar sosyal hayata daha fazla katılabilsin, sosyal hayattan beklentilerini kendi başlarına dile getirebilsin. Şimdilerde “okuma”nın yerini hızla simgelere “bakma”nın almakta olduğunu “gördükçe”, hayal meyal, cumhuriyetin ilk yıllarındaki idealist okuma-yazma seferberliklerini ve o yıllardan kalma siyah beyaz fotoğrafları anımsadım. Karamsar, distopik bir bakış açısı olsa da, tıpkı kullanılmayan yeteneklerin zamanla körelmesi gibi, bu gidişle gelecekte okuma-yazma alışkanlığımızı da yitirebileceğimizi var sayabiliriz.

 

Bir yönüyle “okumak”tan “bakma”ya yönelen bu çağ, gelecekteki etkisi göz önüne alınarak “gösteri çağı”, bu çağın toplumu da “gösteri toplumu” olarak nitelendirildi. Günümüzde “gösteri”; bir simgeler, imajlar, emojiler, çağdaş ideogramlar toplamı olmanın “ötesine” geçip giderek kişiler arasında doğrudan doğruya bir tür “toplumsal ilişkiler ağı”na dönüştü.

 

Fransız Marksist düşünür Guy Deburd, modern toplumlarda bütün hayatın giderek bir “gösteri”ye (temaşa) dönüşmekte olduğunu yazdığı 1967’de Paris sokakları ve üniversiteler olanca canlılığıyla “68 Mayısı”na hazırlanıyordu. Marx ve Engels’den hareketle şu alıntıyla başlayan kitap kısa sürede “68 kuşağı”nın başucu kitabı haline geldi:

 

“Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı devasa bir gösteri birikimi olarak görünür. Dolaysızca yaşanmış olan her şey yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır.” (Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev. Ayşen Ekmekçi ve Okşan Taşkent (İstanbul: Ayrıntı, 1996)

 

Sosyalist düşünceden hareketle 1967’de yazılan bu kitabın yanına zamanla yenileri eklendi. “Gösteri toplumu” nitelemesi süreç içerisinde Jean Baudrillard’ın temellendirdiği (Tüketim Toplumu (1970), Simülakrlar ve Simülasyon (1981) ve diğer kitapları), ve odağında “hiper-gerçeklik” olgusunun yer aldığı “simülasyon toplumu”na evrildi. Bu kapsamda sözü edilmeye değer kitaplardan biri de Guy Debord’un bir dönem yakın arkadaşlarından Belçikalı düşünür Raoul Vaneigem’in yazdığı Gençler için Hayat Bilgisi El Kitabı: Gündelik Hayatta Devrim (1967) adlı kitaptır. Şu satırlar bu kitaptan:

 

“Sahici olmamak bir insan hakkıdır. 35 yaşında bir adamı düşünün. Adam her sabah arabasına biner; işe gider; dosyalarla uğraşır; öğle yemeğine çıkar; bilardo oynar; dosyalarına döner; işten çıkar; birkaç kadeh bir şeyler içer; eve gider; karısıyla merhabalaşır; çocuklarını öper; televizyon karşısında bifteğini yer; yatar; sevişir; uyur. Bu adamın hayatını bu acınası klişeler silsilesine indirgeyen kimdir? Bir gazeteci mi?  Bir polis mi? Bir piyasa araştırmacısı mı? Yoksa sosyalist gerçekçi bir yazar mı? Hiçbiri. Bunu, kendi kendisine yapar. Gününü, pek de farkında olmadan hâkim klişeler yelpazesinden seçtiği bir dizi poza böler.” 

 

Simülasyon toplumunda “simülasyon” bir anlamda “düşünme”nin yerine geçer. Düşünme ve beraberinde okuma-yazma, “yazılı kültür” buharlaşır, onların yerini “sümülasyon” alır. Yazı (okuma-yazma), bir bilgilendirme aracı (“araç”tan öte “işlev”i) olmanın ötesinde, -araya bloke edici plaklar girmeksizin- beyin hücreleri (nöronlar) arasındaki kesintisiz iletişime de yardımcı olur. Denilebilir ki bir “alışkanlık” olarak okumak -ve yazmak- aynı anda hem göze hem kulağa hem de bilince hitap eder ve tüm bu yönleriyle beynin sürekli olarak çalışmasında son derece önemli bir rol oynar. Görsel olan ise öncelikle göze hitap eder ve her şeyi “gözler önüne sermek” ister. Gözler önüne serilen, “gösterilen” şeyler düşünme eylemine gerek kalmaksızın neredeyse “otomatik” olarak beyinde yer eder. Oysa yazılanı okumak (“algılamak”) ya da söyleneni “anlamak” farklıdır: Beyin, yazılanı ya da söyleneni “canlandırma” (soyut olanı algılama) yoluyla algılar, anlar ve kavrar. Edebiyatın gücü de esas olarak buradan gelir. Büyük anlatılar, şiirler, öyküler, romanlar okurda yoğun bir “canlandırma” eylemini harekete geçirir. Bu canlandırmanın etkisi kuşaktan kuşağa çağlar boyunca sürebilir. Klasikler, gücünü büyük ölçüde edebiyatın bu “canlandırma” etkisinden alır. Klasiklerde canlandırma okurla yazar arasında yoğun bir zihinsel faaliyete dönüşür. “Klasikleri neden okumalıyız” sorusunun yanıtını biraz da burada arayabiliriz. Yazılı kültür, okuyan beyni diri tutmaya, onu “canlandırma”ya çağırırken, “görsel olan”, beyni bu “zahmet”ten kurtarıp ona daha “pratik” bir yol önerir: uzun uzadıya anlatmak yerine kısa yoldan “işaret eder” ve “gösterir”. Bunun sonucunda zamanla beyin tembelleşir ve artık hiçbir şeyi belleğinde, bilincinde canlandıramaz olur. Düşünme organı dediğimiz beyin düşünemez, neden-sonuç bağlantısı kuramaz, analiz-sentez yapamaz hale gelir. Sanırım hekimlerin “beyin ölümü” dedikleri şey tam da bu olsa gerek.

 

Bugün artık “gösteri toplumu” nitelemesi de aşılmaya başlamıştır. Gösteri toplumlarının yerini giderek sosyal medya destekli “şöhret toplumları” almaktadır. Andy Warhol’a atfedilen “herkes bir gün on beş dakikalığına şöhret olacaktır” sözü artık hemen her gün “gerçekleşmektedir”. Hemen her gün sosyal medyada, tv kanallarında on beş dakikalığına yeni yeni şöhretler boy göstermekte, sonra da aynı hızla karanlığa gömülmekte. “Şöhret toplumlarının tipik özelliği şudur: Şöhret olmuş özneler, “yer değiştiren gölge” gibi sabahtan akşama kısa sürede yer değiştirirken “şöhret kültürü” de giderek yerini sağlamlaştırır, kalıcılaşır. Ve bu böyle hep sürer gider.

 

Hep düşünmüşümdür: Yazmak ne zaman bir “umutsuz bir çığlığa” dönüşür? Sanırım, yazılı kültür hayatımızdan çekildiği zaman! Yani yazarın yazamaz olduğu, okurun da yazılanı okumak istemediği bir ortamda “yazılı kültür” kapsamındaki “yazmak” eylemi “beyhude bir çaba” olmaktan öteye geçmez. “Beyhude bir çaba”nın diğer bir ifade ediliş tarzı da “umutsuz bir çığlık” değil midir?

 

Üniversite mezunlarının bile kitap okumadığı bir ülkede yazmak “umutsuz bir çığlık” olmaz da ne olur? Ama biz o umutsuzluğun ötesindeki umudu görebilmeli ve gösterebilmeliyiz. Çünkü, söz ve yazıyla edebiyat, dünyayı estetik bir boyutla kavrayan ve yansıtan yüksek bir sanattır. Bugüne dek yazılmış olan ve çağlar boyunca daha da yazılacak olan romanların, öykülerin, şiirlerin, o ürünlerin yaratıcısı yazarların, şairlerin bu umuda sımsıkı tutunması, bu umudu besleyip büyütmesi gerekmez mi?

 

Tarihe düşülen her not, yazılan her güzel şiir, ufuk açıcı her deneme, her sıcak öykü, tutkulu her roman bir gün okuruyla buluşur. Bugün değilse yarın, yarın değilse öteki gün; ama “bir gün mutlaka”… İşte bu güzel beklentidir ki bendeki “umutsuz çığlığı” bir anda umuda dönüştürüveriyor.