Edebi türler, değişmez içerik ve biçemlerin opaklaştığı şablonlar değildir; her yeni metinle farklılık ve dönüşüm gösterir. Edebiyatın en tehlikeli ve korkulanı olan “yeraltı” türünün ortaya çıkışı modernizm sonrası dönemdir. Modernizm, kolektif bilinçlere öncelikle aynı olmayı dayatırken diğer yandan aynı olmamanın sakıncalarını da topluma yükleyerek “ötekileşme-yabancılaşma” ve “anomi”yi de beraberinde getirir. Önceleri kara, aykırı, müstehcen, sokak metinleri gibi isimlerle anılan Yeraltı Edebiyatı, özellikle vahşi kapitalizmin buluşu olan üretim odaklı teknoloji, post-fordist (esnek çalışma dayatmasıyla ucuz işgücü) ve yabancılaştırma yöntemlerine tepkimeyle doğan karşı kültür akımlarının sonucudur.
Yeraltı metinlerinde kurgulanan karakterler ve atmosferler için, “Yabancılaşma” yerine “Anomi” kavramını kullanmak daha doğru olacaktır. Şöyle ki, toplumda normalin çöküşü anlamına gelen “Anomi” kavramını ilk defa Durkheim (ö. 1917), Fransız ahlak kuramcısı Guyau’dan (ö. 1888) alarak, kişide huzursuzluk ve yabancılaşma doğuran toplumsal bir durumu anlatmak üzere kullanır. “Anomi” eski Yunan’da “kanunsuzluk hali” anlamına gelir. Bu kavramı Durkheim şöyle açar: “Toplumsal normların yani temel kabullerin ve değerlerin şüpheli hale gelmesi veya çökmesi sonucunda, kişilerin yabancılaşması ve huzursuz hale gelmesini ifade etmektedir. Bu kişilerde ümitsizlik, yönelim kaybı, inancını yitirme, amaçsızlık duygusu ve sosyal yalıtım ortaya çıkar.” Anomi’de yönetici erk, kişiye yönelik psikolojik koruma görevini yerine getirememektedir. Toplum içinde olağandışı bir mücadele ve topluluk duygusunun ortadan kalkması, geleneksel hiyerarşik yapının bozulması gibi kitlesel etkiler, modern öznede yabancılaşma duygusunun ortaya çıkmasına neden olur.
Dış dünyanın bilgisini kuran modern özneyi Descartes, tüm bilgiyi insanın kendi varlığından emin olması şartıyla kavramsallaştırır. Sonradan Kant’ın modern öznenin şekillenmesine sunacağı katkı da daha önceki düşünürlerin söylediği gibi bilgi ve rasyonel yetiler kişinin dış dünyasına değil, dış dünyanın içe uymasını gösterir. Yani artık “felsefenin ana vurgusu ve başlangıç noktası, öznenin bu dünyayı deneyimleyerek bilgiye ulaştığı” iddiasıdır. Kant, Aydınlanma’nın ve daha geniş bir biçimde modernizmin temelini, insan bilgisinin kaynağının asıl kendi yetilerine dayandığını söyler. Kant’ın modern öznesinde bu sorun fenomen (denenebilir) ve numen (gerçeklik) gibi bir formül kazanır ve numen alanı en azından epistemolojide (bilgi felsefesi) özneye kapatılır. Bu bir anlamda, modern öznenin asıl gerçekliği bilmesinin olası olmadığı şeklinde yorumlanabilir.
Toplumun en dibinde yaşayan işsizler, fahişeler, kadın satıcıları, torbacılar, müptezeller, suçlular ve zayıf görülen grupların modernizmle birlikte ötekileştirilmesi ve kötü olarak algılanması, “güçsüzlükle-dışlanmakla” yakından ilişkilidir. Yeraltı metinlerinde toplum dışına itilen bu karakterler, yazarları tarafından en karanlık taraflarıyla kurgulanırken, sistemin kirli ve ikiyüzlülüğü tüm yönleriyle yansıtılır. Sistemin efendileri tarafından ucuz işgücü için işsizlik bilinçli olarak yaratılırken, seks işçileri ve satıcıları fantezi dünyalarının oyuncakları haline getirilir, torbacılara duygularını uyuşturabilmek için muhtaçtırlar, katillere ise üç kuruşa tetikçilik yaptırırlar. Fakat özne, dayatılan bu dünyayı deneyimleyip bilgiye ulaştığında kendi “numen” dünyasını kurar; lanetli bir şekilde sömürüldüğü sistemde çalışmayı, seks işçileri para karşılığı yatmayı reddeder ve torbacı-katil kendi sattığı uyuşturucusunu kullanıp silahını sistemin efendilerine yöneltir. Bu durum karakterlerin bilinçli olarak seçtikleri sistemin dışına çıkma ya da intihar provalarıdır.
Yeraltı metinlerindeki kahramanlar için intihar bir Araf’tır. Yaşama ilişkin normları çiğnemek isteyenlerin ve çizilen sınırları kendi iradeleriyle aşanların intiharı tercih etmelerinin nedeni bir reddediş, bir protestodur. İntihar düşüncesi bir vazgeçişi, bir kaçışı simgelemez. İntihar eylemi cinnet halinden ve acizlikten ziyade bir varoluş sorgusudur. Aynı zamanda hiçliği anlamaya doğru yapılan bir arayıştır ama daha çok bir başkaldırıdır. Metinlerdeki karakterlerin yerüstündeki varlıklarının tinsel ölümünü, bedensel ölümle vurgulayan gösterişli ve sembolik bir anlatımıdır. İntihar sınırında yaşayan yeraltı karakteri, dünyanın geçmişine/geleceğine kararlı bir yolla sırtını döner ve kendi dünyevi tarihini sonlandırmak ister. İntihar, varlığının ve varoluşunun farkına varmış olmaktır, Sartre, “İntihar dünyada olmanın bir başka yoludur,” der; yani başka bir söylemle kendi varlığının farkında olup hiçliğe doğru yol almanın bir gösterimidir. Özgür bir düşünce değildir, intihar eylemi özgürlüğün olumsuzlanmasıdır. Özgürlük, geleceğe yönelik tasarılar ile ortaya çıkar ve şekillenir. Oysa intihar yani ölümü tasarlamak, geleceğin tasarılarının ortadan kaldırılmasıdır. Karakterler her ne kadar kendi dünyalarını kendileri tasarlıyor gibi düşünecek olsalar da, aslında kendilerinin sandığı dünya başkaları tarafından üzerlerine yüklenen ya da tercihleriyle beraber kendilerine yükledikleri sorumluluklarla, ilkelerle şekillenir. Bu sorumluluk bilinci ve özgürlüğe mahkûm olma hali Sartre’ın deyişiyle, “Boğuntu” ya da “Bulantı”yı ortaya çıkarır. Bu durum, yerüstü yaşamının aldatıcı olan süreci ile mutlak delilik arasındaki kopma ya da yeraltına tutunma eyleminin kendisidir.
Türün metinleri, gerçeklikle bağını koparmayarak insanın karanlıkta kalan yanlarını açığa çıkarttığından, cinsellik ve şiddet öğeleri anlatımdan soyutlanmaz; okuru rahatsız edici yönü, gerçeklikten (numen) kopmasıyla değil, aksine gerçeklikle, dahası kendiyle yüzleştirmesiyle (fenomen) ilgilidir. Dilin kullanımı esnektir, argo ve küfür kullanımından kaçınılmaz. Gündelik dilin, hatta sokak dilinin yer yer pervasızca kullanılabilmesi yeraltı edebiyatının önemli özelliklerinden biridir. Bir üst dil yaratma anlayışına karşı gündelik dili sakınmasız şekilde kullanır ama salt argoya ve küfre yaslanmaz. Jaroslav Hasek’in, “Aslan Asker Şvayk” romanına yazdığı birinci bölüme sonsöz, bu türün neredeyse değişmez yasasıdır:
“Bu roman, salon efendiliği ya da kibar sosyete ağzı öğreten bir ders kitabı değildir. Gerçekten kullanılan ağır bir sözü, kullanılması gereken yerde hiç çekinmem kullanırım. Kibar ve yapmacık sözleri, yaldızlı ve tumturaklı lafları ise sahteciliğin en aptalcası olarak görürüm. İyi yetişmiş bir insanın her şeyi okuyabileceğini söylerler; ne kadar doğru. Tümden doğal olana, bir tek, su katılmamış keresteler ve çirkefe batmışlar burun kıvırırlar. Bu sahte ahlak düşkünleri asıl söylenenleri göz ardı edip tek tek sözcüklere azgınca saldırırlar.”
Yeraltı edebiyatı, genel kanının aksine etik ve estetik değerleri dışlayan ya da bunları yıkmaya çalışan değil, bu değerleri önemsemeyen bir türdür. Yapıtlar genel anlamda etik ve estetikten tamamen yoksunmuş gibi görünürken, içten içe sistemi eleştiren ve örtülü biçimde, farklı “etik-estetik” değer yargılarını önceleyen verilerle yüklüdür. İnsan psikolojisinin gizil kalmış yanlarını öne çıkarması, bir anlamda insanın karanlıkta kalan özelliklerinin üstündeki örtüyü kaldırmasıdır.
Bu örtü kaldırıldığında, geleneksel ve popüler olanı dışlayıp, yeraltı jargonuyla sisteme itiraz eden, hayatın ana damarlarından değil, altta akan kılcal damarlarında beslenen edebiyatın kötülük çiçekleri Jean Genet, Charles Bukowski, Chuck Palahniuk, Allen Ginsberg, Roger Gilbert, René Daumal, Richard Weiner, Arthur Adamov, Robert Desnos, Georges Ribemont-Dessaignes, Saint-Pol-Roux… gibi birçok yazarın, metinleriyle sistemin temellerinde yüksek şiddette patlamaya neden oldukları görülür.