Eksik Paragraf: Başar Başarır’dan Yakılmış Öyküler
Söyleşi

Eksik Paragraf: Başar Başarır’dan Yakılmış Öyküler

İlay Bilgili

Yazarların metinleriyle, kendi kitaplarıyla ilişkisini merak ettiğim Eksik Paragraf’ın bu haftaki konuğu Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri isimli öykü kitabıyla 2004 Sait Faik Hikâye Armağanı’na, Teklifinizle İlgilenmiyorum isimli öykü kitabıyla 2014’te Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne, Sibop isimli romanıyla 2017’de Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görülen Başar Başarır.

 

Bu röportajda sevgili Başar Başarır ve öyküleri göz göze geliyor.

 

“Sakin sakin kumandanın kırmızı düğmesine basıyorum. Susun, hepiniz susun lütfen. Ne halin varsa gör Cüneyt. Öpsün seni Zeki Müren.
Küçük adımlarla balkona doğruyum… Bir sıçrayışta korkulukların tepesindeyim. En dengeli halimde. En güvenli. En ben. Yüzüme çarpan rüzgârın tatlı nefesinde nenemin kokusunu buluyorum. Kollarımı iki yana açıp Abdurrahman Efendi’nin çatısına doğru bırakıyorum gövdemi.
Biliyor musunuz, ben Seher’im.”

 

Başar Başarır, cümlesi açık, kalemi tutuksuz yazarlardan. Türkçeyi gündelik dilin tüm alanlarına uzanacak, tüm renkleri kapsayacak biçimde kullanıyor. Bu nedenle, aklınıza gelebilecek her kesimden insan, bütün zenginliği ve cıvıltısıyla yer alıyor bu öykülerde. Teklifinizle İlgilenmiyorum, yaşamın insanı köşeye sıkıştırdığı, onun canını yaktığı her parçasına başkaldırıyor. İçerdiği mizaha, taşkın zekâsına ve akıcılığına bayılacaksınız. (Teklifinizle İlgilenmiyorum, tanıtım bülteninden)

 

 1.Kitaplarınızı yazarken sizi en çok zorlayan öykü hangisiydi ve neden?

Öykü yazdığım dönemde zorlandığımı pek hatırlamıyorum. Ancak bir keresinde başıma öyle bir şey geldi ki, olacak iş değildi. Yazmaya başladığım bir öyküyü bitiremedim. Daha doğrusu bitirdim de ortaya çıkan sonuç içime sinmedi. Dönüp tekrar yazdım, yine olmadı. Bu ilk kez başıma geliyordu ve o sırada pek çaylak sayılmazdım. Otuz yıl boyunca iyi kötü öykü yazmıştım. Her yazarda olan ve olması gereken kendini beğenme, dediğim-dedikçilik, şuursuzluk ve işkil illetleri bende de vardı. Yani öykünün bitmemesi için ortada görünen bir sebep yoktu. Neyse ki ben tevekkül sahibi adamımdır. Birkaç hafta boyunca konuyu kenara koyup rutin hayatıma döndüm. Kravatımı bağlayıp işe gittim, mesaiye kaldım falan. Peki ama bu öykü neden olmuyordu ve bunca zamandır son noktayı koyarken hiç titremeyen elim neden bu kez bir türlü bitiş çizgisine varamıyordu? Zihnimin kara kuyusuna hapsettiğim sular böyle içten içe kaynarken ben hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ettim. Sakin sakin bekledim. Sonra bir sabah uyur uyanık kalkıp lavabo aynasının önüne dikildiğimde yandı ampul: Öykü bitmiyordu çünkü o bir öykü değildi! Ben fındık kabuğuna ceviz içi sığdırmaya kalkan acemi bir aktardım. İşte ilk romanı yazmaya böyle karar verdim.

 

2.Öykülerinizde sessizliğin, anlatılmayanın ya da boşlukların yeri nedir? Okura bıraktığınız kısım için neler söylemek istersiniz?

Kişinin kendi yazdıkları hakkında ahkâm kesmesi sevimsiz bir şey. Yani ben kendi eserimi anlatmak, övmek, eleştirmek ya da kısaca da olsa tarif etmek fiillerinin faili olmak istemem, bu bahisten uzak durmayı tercih ederim.

İyisi mi size ne yaptığımı değil, neyi beğendiğimi göstermeye çalışayım. Hem de en kestirme yoldan.

Şair Hilmi Yavuz’un pek beğendiğim, sık tekrar ettiğim bir dizesi vardır:

“Çok uzun anlatmak gerekti ve biz sadece ima ile geçtik…”

Bilmem anlatabildim mi?

3.Kitaplarınızın bir yazar olarak size öğrettiği en önemli şey nedir?

Bizim memlekette ezici çoğunluk okumaz. Mutlak azınlıktır okuyanlar. Bu küçük kalabalığın içinde her türlü insan vardır ama yine de okur -ekseriyetle- bildiği, tanıdığı, beğendiği dünyayı arar. Yazarın sesini ayırıp seçmek değil, kendi iç sesinin yankılarını duymaktır arzusu. Bu da masum bir şeydir gerçekten. Lakin yazan için en bariz çıktısı şu olur: Yazarken okuru unut. Sen kendine yaslan.

 

4.Yazma ritüeliniz metninizi ne şekilde etkiliyor?

Bilmem. Dedim ya, ben sabırlı adamım. Acelem yok. Gelince yazıyorum. Her gün masaya otururum, o ayrı. Ama illa yazmak için değil. Okumak, öğrenmek, bilmek için. Hem zaten oturmayıp ne yapacağım? İnsan bir yerde durmak, bir mekânda bulunmak zorunda nihayetinde. E sokaklarda da gezemem, kitap olmayan yerde fazla kalamam. Çaresiz gidip masaya oturuyorum. Arada gelirse yazıyorum. Gelmezse not alıyorum. O da olmazsa arşivleri okuyorum. Koltuk kaba etime batınca da kalkıyorum. Bu kadar.

 

5.Bir öykü karakterinizle bir gün geçirme şansınız olsaydı, bu hangi karakter olurdu ve o gün neler yapmak isterdiniz?

Hakan Şenocak’ın Karanfilsiz adlı öykü kitabında Mor adında, çirkin ve kel bir oğlan vardır. Bu zavallı kardeşimiz bir gece rüyasına giren ak saçlı, nur yüzlü bir ihtiyarın vaatlerine kanarak peri padişahının kızıyla evlenmek üzere yollara düşer. (Halbuki ihtiyar yalancının tekidir.) İşte sonunda kelleyi kaptıracağı o yılankavi yolda Mor’la birlikte yürümek isterdim. Padişahın kızını görmek için değil. Belki o sahtekâr ihtiyarı bir yerlerde kıstırırım diye.

 

6.Hangi öykünüz ipleri kendi eline aldı ve sizin planınızdan saparak bambaşka bir yere evrildi?

Bakınız ilk sorunun yanıtı. Öykünün adı Zühre idi. O haliyle hiç yayınlanmadı. Yazmaya başladıktan üç yıl sonra Sibop adında bir roman olarak çıktı okur karşısına. Ödül bile aldı.

 

7.Okurlarınızdan biri kitabınızı kapattıktan sonra yalnızca bir cümle ile sizi hatırlayacak olsa, o cümle ne olsun isterdiniz?

“Ben olduğumu sandığınız adam değilim.”

8.Sizin için yazmak neyin eksikliğini gideriyor ya da hangi boşluğu dolduruyor?

Çok basit bir boşluk o. İlkel manasında basit. Yoksa ruhbilim açısından muhtemelen biraz alengirlidir. Oraya girmiyorum, konu dağılmasın. Bakınız efendim, şu gündüz güzeli gibi kucaktan kucağa gezen kavram var ya, hani “yaratıcılık” dediğimiz. İşte o yaratıcılık kelimesinin karnında tastamam bir tanrı saklıdır. O sayede siz de bir “yaratan” olursunuz, tabii eğer yaratabiliyorsanız. Ben mesela yazarken, ama böyle dolu dolu, istimi almış, sular seller gibi yazarken oturduğum yerden havaya doğru yükseldiğimi hissederim. Şöyle 10-15 santim yukarıdayımdır artık. O andaki tatmini, mutluluğu, kudreti hiçbir şeye değişmem. Ağustos ortasında kar yağdırma gücüdür bu, hem de pembe kar.

 

9.Yazarken kendinize mi daha çok yaklaşıyorsunuz yoksa kendinizden uzaklaşıp bambaşka birine mi dönüşüyorsunuz?

İlk öykü kitabım 1992’de çıktı.1987’den beri yazdığım şeylerdi. Yani şöyle böyle 40 seneye yaklaşmış bu işteki mesaim. İnsan ister istemez duruluyor. Zaten artık kendimden de fazla şikâyetim kalmadı. Canımı sıkan şeylerle uğraşıyorum. Dünyayla, insanlarla, haksızlıklarla. Yukarıda da tarif ettiğim gibi, yazarken gerçeküstü bir haz/tatmin dışında herhangi bir değişim, dönüşüm olmuyor bünyede. Kısacası sorunuzun yanıtı: ne o ne öteki.

 

10.Hiç yazdığınız bir cümleyi okuyup, “Bunu gerçekten ben mi yazdım,” dediğiniz oldu mu? Kendinizden bir alıntı yapın ya da bir cümlenizin altını çizin desem o hangisi olurdu?

“Dünyanın şu anında kalemi kâğıda değen herkes biliyor ki bu hayat bir zindandır.”