Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Kapkaranlık ormanda arkama bakmadan koşuyorum. Korkunç yaratığın ağaçları devirdikçe çıkardığı sesler gitgide daha yakından geliyor. Kaçacak yer yok! Birazdan beni çerez niyetine mideye indirecek. Aslında dişinin kovuğunu bile doldurmam, ama şu anda bunu pek de umursadığını sanmıyorum.
Yaklaşıyor! Pis nefesinin ağır kokusunu alabiliyorum. Bir adım dahi atmaya takatim kalmadı. Tükendim. Buraya kadarmış…
Derken, ağaçların arasında dolunayın aydınlattığı, kırmızı kapılı derme çatma bir kulübe çıkıyor karşıma. Eğer oraya ulaşabilirsem belki bu sefil mahlûktan canımı kurtarabilirim ümidiyle son bir gayret depara kalkıyorum.
Son anda içeri girip kapıyı arkadan kilitliyorum. İğrenç yaratık burnuyla birkaç kez zorlasa da açmayı başaramıyor. Sanırım artık güvendeyim.
Nefes nefeseyim. Az biraz kendime gelince neredeyim diye sağa sola bakınıyorum. Bizim evin tuvaleti burası. Yaratıktan kaçarken epey çişim gelmiş. Neden burada olduğumu, evin tuvaletine nasıl geldiğimi düşünecek halde değilim. Hemen külotumu indirip şarıl şarıl işemeye koyuluyorum.
Tuvaletimi yaparken dışarıdan siren sesleri duyuluyor. Bu pis yaratık, benden ümidi kesince yakınlardaki şehre yöneldi herhalde. Askerler de halkı uyarmak için savaş sirenlerini çalıyor.
Ama bir dakika! Bu ses… bu ses, siren sesi değil ki!
Gözlerimi araladığımda babamla evin dar koridorunda düşe kalka koşuyorduk. Babam, “Dayan evlat! Sık dişini! Az kaldı!” diye canhıraş feryatlar atsa da, gözlerimden uyku aktığından ne demeye çalıştığını anlayamıyordum. Acaba o kokuşmuş yaratık bir yerimi ısırmıştı da, hastaneye falan mı yetişmeye çalışıyorduk?
“Hakkını helal et baba!”
“Lan başlatma şimdi!..”
Hâlâ o sinir bozucu siren sesini işitiyordum. İşin tuhaf yanı, bu defa ses daha yakından geliyordu sanki. Babam, tuvaletin kapısını sert bir tekmeyle açıp beni içeri soktu. Donumu diz kapaklarıma kadar indirip, “Haydi,” diye bağırdı, “çabuk çabuk çabuk! Yap çişini!”
Gel gör ki o kadar ıkınmama, ucunu sıkıp sallamama rağmen bir damla dahi düşmedi. Evet! Gene vaktinde tuvalete yetişememiş, bardaktan boşanırcasına yatağa işemiştim.
Odama hayal kırıklığı ve sırılsıklam çişli bir donla dönüyordum. Öyle uykum vardı ki, gözlerim yarı aralık babama tutunarak zar zor geçtim koridoru. Babam üstümdeki çişli pijama ve iç çamaşırımı söylene söylene çıkardıktan sonra yatağı yokladı. Orada da durum pek iç açıcı değildi. Yatağa sızmasın diye çarşafın altına serili şeffaf muşambanın üstü öbek öbek çiş birikintileriyle göllenmiş, adeta sidik deryasına dönmüştü. Babamın alarm sesine uyanamaması kaçınılmaz bir felakete yol açmıştı.
Çişifinito Alarm Cihazları!
“Çocuğunuz geceleri altına mı işiyor?”
“Evet.”
“Çişini tutamıyor mu?”
“Evet dedik ya!”
“Artık canınıza tak mı etti?”
“Durum çok fena, çok! Allah düşmanımın başına vermesin.”
“O zaman Çişifinito Alarm Cihazları tam size göre! Çişifinito ile artık alt ıslatma derdine son!”
“Haydi inşallah…”
Babam bana alarm taktıracağını ilk söylediğinde, altıma kaçırdığımda çüküme elektrik falan verecek alengirli bir alet olacağını düşünmüş, müthiş tırsmıştım. Halbuki avuç içi kadar bir cihazdı. Minik bir fareye benziyordu. Mekanizması da oldukça basitti. Aleti donunun ucuna tutturuyorsun, gece altına kaçırınca titreyerek ötmeye başlıyor. Hepsi bu. Ancak benim üzerimde henüz başarılı olamamıştı. İşin doğrusu, Çişifinito tam bir fiyaskoydu.
Babam yarım şişe kolonya boca ettiği büyükçe bir pamuk parçasıyla apış arama ilk darbesini indirdiğinde, sanki kaba etine kızgın demirle damga basılmış sığırlar gibi acıyla kasılıp inledim.
“Baba yavaş olsana!”
“Sus, kes sesini! Hem suçlu, hem güçlü. Gecenin köründe bizi ayağa diktiği yetmiyor, bir de utanmadan akıl öğretiyor.”
Bütün gücünü üzerimde deniyordu. Kolonyalı pamuk çıplak tenime her değdiğinde öyle canım yanıyordu ki, gözyaşlarıma engel olamıyordum.
Babam altıma kaçırdığım zamanlarda, yani neredeyse her gece, beni yıkamakla uğraşmamak için vücudumu kolonyalı pamukla silerdi. Limon kolonyasıyla çiş kokusu birbirine karışıp buram buram odayı sardığında burnumun direği kırılırdı. Tabii bu durum birkaç gece arka arkaya tekrarlayıp artık kolonyalı pamuk fayda etmeyince, kar kış dinlemeden beni banyoya sokar, boynumdan aşağısını sabunlayıp derim kızarıncaya kadar keselerdi. Çünkü fi tarihinden beri yeryüzünde yoğun sidik kokusunu giderecek kuvvette bir kolonya henüz icat edilmemişti.
Kışın altına yapmak kadar eziyet verici bir şey yoktu. Çırılçıplaktım ve soğuktan tir tir titriyordum. Babamsa hâlâ pamuğun beyaz kalmış yerlerini keşfedip vücudumu hırsla çitileme derdindeydi. Pamuğu öyle sert bastırıyordu ki, kendi bile nefes nefese kalmıştı.
Apış aramı uzun uzun koklayıp yeter derecede sildiğine kanaat getirdikten sonra, temiz iç çamaşırı ve pijama giydirdi. Şükürler olsun, bir nebze ısınmıştım.
Babam yüzünü ekşite ekşite çişli çarşafımı yenisiyle değiştirirken birtakım hoşnutsuz homurtular çıkarıp bahtsızlığına sövüyor, “Allah’ım sabrımı mı sınıyorsun?” diye sitem üstüne sitem ediyordu. Ben de böyle olsun istemezdim fakat tutamıyordum işte, ne yapayım? Keşke üzerime bir lanet gibi yapışan bu illetten kurtulmanın bir yolu olsaydı…
Beni yeniden yatağıma yatırdı. Hava az da olsa aydınlanmıştı. Babamın yüzünü rahatlıkla seçebiliyordum. Çarşaf mis gibi kokuyordu. Temizlenip paklanmış hissiyle yatağa yatmanın tadı başkaydı. Gerçi babamın çarşafın altına serdiği yeni muşamba biraz hışırdıyordu, ama varsın öyle olsun. Hiç değilse altıma kaçırdığımda çişim yatağa geçmiyordu.
Babam, külotumdaki alarmı düğmesine basıp tekrar aktif hale getirdi. Yorganı çenemin altına sıkıştırırken üç kez eûzü besmele çekip öyle uyumamı tembihledi. Kendince böyle bir çözüm bulmuştu. Çünkü bazı geceler birçok kez altımı ıslatarak sınırları epeyce zorlayabiliyordum.
“Sağol baba.”
“Haydi, uyu artık. Allah rahatlık versin,” diyerek başımı okşadı. Parmakları saçlarımın arasında gezinirken içim bir tuhaf oldu. Çok utanıyordum. Her gece uykusunu bölüp çişli çarşafıma, külotuma dokunuyor, iğrenç sidik kokusuna katlanıyor, derimi etimden sökercesine apış aramı silmek zorunda kalıyor, sonra da bütün bunlar yaşanmamış gibi öpe koklaya uyutuyordu beni.
Gözkapaklarım yerçekimine yenik düşüp ağır ağır kapanırken, gözyaşım yanağımdan süzülerek yastığıma düştü. Babam beni öyle görmesin diye yüzümü duvara dönüp içimi çeke çeke anlamını bilmediğim o esrarengiz sözcükleri üç defa tekrar ettim:
“Eûzü besmele, eûzü besmele, eûzü besm…”
Sabahleyin annemle babamın gürültüsüne uyandım. Besbelli, babam doğru dürüst uyuyamadığı için yine sinir küpüydü.
“Bırak Allah’ını seversen, ne doktoru! Doktorluk bir şeyi yok ki! Aslında var ya, şöyle üç gün altına işemese, tövbe bir daha yapmaz da…”
Kulaklarıma inanamadım. Gerçekten bu kadar basit miydi yani? Sadece üç gün, ha? Vay canına! Hayır, bugüne kadar neden sır gibi sakladılar ki bunu benden? Sonuçta her Allah’ın günü kendileri çekiyordu ceremesini.
Annem servise yetişebilmek için erkenden çıkmıştı. Onu gene göremedim. Yalnızca kapının kapanma sesini duydum. Zaten kahvaltı sofrasına ailecek bir tek hafta sonları oturabiliyorduk. Onun dışında annemi sadece akşamları görebiliyordum. Onda da sürekli ev işleriyle boğuşuyordu. Keşke onunla daha fazla vakit geçirebilseydim… Aslında şu alt ıslatma meselesini çözebilsem, o zaman akşamları bu kadar çamaşır yıkamak zorunda kalmazdı.
Her sabah olduğu gibi babamla baş başa kahvaltıya oturduk. Babam çaylarımızı doldururken içimde dizginleyemediğim bir soru sorma isteği uyanmıştı. Yine bir şeylerin nedenini öğrenme arzusuyla yanıp tutuşuyordum.
“Baba!”
“Ne var?”
Suratı beş karıştı, yüzüme bakmıyordu bile.
“Ben neden geceleri altıma işiyorum?”
“Nerden bileyim lan ben? Utanmadan bir de bana mı soruyorsun? O kadar alarm da taktık, ama fayda etmedi işte. Biz de ne yapacağımızı şaşırdık.”
“Aslında alarm çalıyor da sen yetişemiyorsun,” diye şansımı zorladım.
“Ulan sen kendin uyanmıyorsun, bir de karşıma geçmiş beni mi suçluyorsun? Sabah sabah sinirlerimi bozma benim. Tabağındakileri bitir! Hem zaten sabah sen uyurken annenle bu meseleyi etraflıca konuştuk. Böyle altına yapmaya devam edersen, bugün yarın kıçına bezi bağlarız, haberin olsun. Her gün, her gün… Yeter! Kadıncağızın çamaşır yıkayıp asmaktan beli tutmuyor artık.”
Sesim titreye titreye, “Bugün yarın mı? Bugün olmaz baba, yarın da olmaz! Durduk yerde nerden çıktı şimdi bu bez meselesi?” diye sızlandım.
Babam pis pis sırıtarak, “Oğlum, dünyaya gözlerini açtığından beri hiç fire vermeden altına işiyorsun. Maaşımın yarısı su faturasına gidiyor. Ne yapmamızı bekliyordun, madalya mı takalım?” deyip çayından koca bir yudum daha aldı.
Gözyaşlarım durmuyordu. Bez takmak nedir ya? Kaç yaşıma geldim, bez falan takamam bu saatten sonra! Hem şu ‘üç gün’ mevzusunu daha yeni öğrenmiştim. Burnumu kazağımın koluyla silip, “Tamam,” dedim, “bana üç gün müsaade et. Eğer işemeye devam edersem sana söz, bezi kendi ellerimle bağlarım.”
Reddedemeyeceği bir teklifte bulunmuştum.
“Ne yapacaksın lan üç günde, neyin peşindesin?” diyerek aklı sıra bilmiyormuş ayağına yatmaya çalıştı. Sahiden âlem adamdı doğrusu.
“O kısmını düşünme sen. Üzümünü ye… Neydi o ya, neyi sormuyorduk?”
“Bağını.”
“Hah! Evet, bağını. Üzümünü ye, bağını sorma baba. Tamam mı, anlaştık mı, sen onu söyle,” deyip elimi uzattım.
“Tamam ulan,” deyip elimi sıkıca kavradı. “Sana üç gün mühlet. Ama üç gün içinde bu altına yapma meselesini halledemezsen gözünün yaşına bakmam bilesin.”
Artık bu işin bitmesini istiyordum. Öyle ki, önümüzdeki üç gün boyunca bir damla su içmemeye bile razıydım. Yeter ki şu işeme belasından bir an evvel kurtulayım.
Elveda işekli geceler,
Size de çişli çarşaflar,
Sana da hışırtılı muşamba,
Hepinize elveda…
Çantamı hazırlayıp alelacele evden çıktım. Okula çoğunlukla Yusuf’la beraber yürüyoruz. Babası, yani Ahmet Amca, babamla aynı fabrikada çalışıyor. Annesiyse ev hanımı. Nesrin Teyze, Yusuf’un beslenmesine bazen kektir, börektir yığınla yiyecek koyuyor. Eli pek lezzetli. Yusuf’la sıra arkadaşı olduğumuzdan ben de arada nasipleniyorum. Patatesli böreği harika doğrusu.
“Çok bekledin mi?”
“Yok, az önce geldim ben de.”
Okula doğru yürürken yerde bulduğumuz çam kozalağını paslaşarak birbirimize atmaya başladık. Okul pantolonunun altına giydiği yeni ayakkabıları çok güzel görünüyordu. Adam her an maça çıkacakmışçasına hazırdı. Ben de pantolonumun paçasında pay kalmadığından senenin başından beri kısa pantolonla geziyordum. Neymiş, çocuğa alınan kıyafet harammış. Ulan o haram da, beni böyle Michael Jackson gibi sokağa salmak günah değil mi? Gerçi, şöyle birkaç figür öğrensem hiç fena olmaz aslında.
Yusuf, parçalanmış kozalağı ayağının içiyle tam bana yollarken birden, “Sizin balkonda neden hep çarşaf asılı?” diye ilk bakışta basit, fakat cevabı bir o kadar zor bir soru sordu. Hiç beklemiyordum, hazırlıksız yakalanmıştım.
Annem kar, yağmur yoksa çişli çarşaflarımı yıkayıp kuruması için balkona asardı. Ağarmış çarşaflar bizim evin resmen flaması olmuştu. Resmî bayramlarda bile balkona bayrak yerine çarşaf asıyorduk. Ne bekliyordum ki zaten? Elbet bir gün birisi çıkıp bu çarşaflar da neyin nesi diye mevzuyu kurcalayacaktı. Bu durum Yusuf’un bile dikkatini çektiyse, kuşkusuz bütün mahalleli kendi aralarında bizim evden ‘çarşaflı ev’ diye bahsedip katıla katıla gülüyordu. Düşündükçe sinirlerim iyice bozulmuştu, kendimi tutamadım.
“Oğlum,” dedim, “benim annem titiz kadın, seninki gibi pasaklı mı?”
Nesrin Teyze’ye de ayıp oluyordu ama…
“Ne alakası var lan?”
“Oğlum, böyle sorduğuna göre sizin evde ne çamaşır yıkanıyordur ne çarşaf… Allah bilir, siz şimdi banyo falan da yapmıyorsunuzdur,” deyip olayı bambaşka bir yere taşıdım. Bu da yetmezmiş gibi üstünü başını koklayıp, “Allah kahretmesin! Bu koku ne lan?” diyerek yüzümü ekşittim.
Gittikçe zıvanadan çıkıyordum.
“Oğlum şöyle yerlere falan bir bak, burnum düştü lan herhalde.”
Yusuf adımlarını hızlandırmış, önden önden yürüyüp mesafeyi açıyordu. Sorduğuna soracağına pişman etmiştim. Ama galiba üzerine biraz fazla gittim. Neyse, sınıfa girmeden önce kantinden tüp çikolata alıp defterinin üstüne bıraktım mı her türlü gönlünü alırdım.
Okulda, evde, sokakta neredeyse hiç sıvı tüketmiyordum. Allah var, şöyle sürahiye ağzımı dayayıp kana kana su içmeyi özlemiştim. Ama kesin kararlıydım, haftasonuna kadar üç gün dayanacaktım.
Akşamları uyuyana kadar odamla tuvalet arasında mekik dokuyordum. İşi şansa bırakamaya niyetim yoktu. Şükür ki, kötü günler geride kalmıştı artık. Altıma işediğim günlerde yaptığım resimler hep kasvetli, karanlıktı. Yakında, çizdiğim dağların arkasından sapsarı bir güneş doğacak, masmavi gökyüzünde yükselip bembeyaz bulutların arasından yüzünü gösterecekti. Az kalmıştı.
Üç günü kazasız belasız atlatmıştım. Kendimle ne kadar gurur duysam azdı. Annemle babam nazar değmesin diye belki dillendirmiyorlardı, fakat onların da benimle gurur duyduklarını biliyordum. Ve en önemlisi, sürekli zihnimi tırmalayan bez takacak mıyım endişesinden kurtulmuştum.
Dördüncü gün, okuldan eve heyecanla döndüğümde annem, “Nesrin Teyzen akşam yemeğe davet etti bizi. Ahmet Bey’le babanın gece fabrikaya dönmeleri gerekiyormuş, işleri varmış. Yemekten sonra onlar gidince, biz de Yusuflarda kalırız seninle,” dedi.
Doğrusu misafirliğe gittiğimiz evlerde, benim malûm durumumdan ötürü pek yatıya kalmazdık. Evlerine gittiğimiz insanlar ne kadar ısrar etseler de, bizimkiler gece kalmamak için türlü bahaneler uydurur, apar topar evden ayrılırlardı. Hatta bir keresinde anneannemin durumunun ağır olduğunu söylemişlerdi de, ona bir şey oldu diye ödüm kopmuş, eve dönene kadar hıçkıra hıçkıra ağlayıp helak olmuştum.
Annem, benimle yalnızca kendine çok yakın gördüğü arkadaşlarının evinde yatıya kalır, onda da mutlaka tedbirini alırdı.
“Pijamanı, çorabını, yedek iç çamaşırını, çarşafını, diş fırçanı aldım. Unuttuğum bir şey kaldı mı? Hımmm… Hah, az kalsın muşambayı unutuyordum,” diye sesli düşünerek acil durum çantamı hazırlıyordu. “Anne, artık bunlara ihtiyacım kalmadı!” diye haykırmak istedim ama ses çıkarmadım. Sonuçta biricik oğlunun bundan böyle altına yapmayacağını nerden bilebilirdi ki?
Nesrin Teyze vücuduna oturan kırmızı elbisesinin içinde yine çok güzeldi. “Hoş geldin yakışıklı,” deyip yüzümü okşarken elleri bahar çiçekleri gibi kokuyordu. Bu kadını her gördüğümde, içime tarifsiz bir ferahlık, serinlik doluyor, bildiğin mutlu oluyordum. Keşke onu daha sık görebilseydim.
Nesrin Teyze yine döktürmüştü. Zeytinyağlı sarmalar, kuru dolmalar, patatesli börekler, cevizli çörekler, çeşit çeşit mezeler… Sofrada yok yoktu. Annem, bir bardak ayranı nefes almadan kafama diktiğimi görünce gözlerini belerterek, “Yavaş be oğlum!” der gibi baksa da, hiç oralı olmadım. Üç gündür doğru düzgün bir şey yiyip içmemiştim. İçim yanıyordu, içim!
Yemekten sonra çay faslına geçildi. Nesrin Teyze, çayın yanına yaptığı enfes havuçlu tarçınlı keki ve elmalı kurabiyeleri tabaklara servis ederken, sabırsızlıkla sıranın bana gelmesini bekliyordum. Annem pek hamur işi yapmazdı. Misafirlikte tabağa görmemiş gibi saldırınca da, “Ay evde ağzına sürmez, burada iştahı açıldı çocuğun, görüyor musun,” diye hayretler içinde kalır, işin içinden sıyrılmayı becerirdi. Tabii eve gidince kızılca kıyamet kopar, naylon terliği kıvrak bir ayak hareketiyle eline alıp etlerimi sızlata sızlata canıma okurdu.
Nesrin Teyze, çay içmek istemeyenler için mutfaktan gümüş tepside getirdiği içeceklerle salonun kapısında belirdi. Aman Yarabbi, bir de içecekleri kristal bardaklara koymuş. Bu kadın gerçekten işi biliyordu. Dantel örtü serili tepsiyi tek tek gezdirdikten sonra sıra bana geldi. İçimin yanması hâlâ geçmemiş, bardakların dışından süzülen irili ufaklı su damlacıkları susuzluğumu iyiden iyiye artırmıştı. Kola dolu bardağı kapıp reklamlardaki gibi gözlerimi kapatarak tek nefeste lıkır lıkır içmenin hayalini kurarken, annem bir anda, “Yalnız, o akşamları bir şey içmiyor Nesrincim,” diye araya girerek her şeyi mahvetti.
Ben bugünü resmî tatil ilan edip okula gitmemeyi düşünürken, o hâlâ günü kurtarmanın derdindeydi.
Nesrin Teyze, “Olur mu öyle şey canım. Alsın çocuk, canı çekmiştir,” deyip bana göz kırptı. Ben de kırpmak isterdim fakat henüz tek gözümü kırpamıyordum. Hay ağzın bal yesin Nesrin Teyze. Hem de nasıl canım çekti var ya. Nesrin Teyze’den yüz bulup tekrar boştaki bardağa uzandığımda bu sefer annem, “Yok, içmesin Nesrin!” deyip birtakım akla zarar hareketler yapmaya başladı. Sanki tabu oyununda çektiği kartta ‘altına işemek’ kelimesi çıkmış gibi, kadıncağıza geceleri altımı nasıl ıslattığımı anlatmaya çalışıyordu. Bununla da yetinmeyip sözde kısık sesle, “İşiyor Nesrin, işiyor!” diyerek üstüne tüy dikince, salondaki herkes kahkahalara boğuldu. Rezilliğin daniskası!
Ah be anne! Bitirdin beni, bitirdin!
Yusuf, evimizin resmî flamasının niçin çiçekli çarşaflar olduğunu anlamış, “Şimdi elime düştün,” der gibi bana bakıyordu. Keşke sofradan kalkınca hemen Yusuf’un odasına geçseydik. Ama misafirlik müessesesinin de bir adabı, kendine özgü kuralları vardı işte. Öyle büyükler, “Haydi, biraz da odanızda oynayın bakalım,” demeden yanlarından ayrılamıyorduk.
Çaylar içilip bana ziyadesiyle gülündükten sonra, babamla Ahmet Amca fabrikaya, annemle Nesrin Teyze ise kahve faslına geçti. Nesrin Teyze’nin soğuması için sehpaya bıraktığı fincanı, annem serçe parmağıyla yoklayarak soğuduğuna kanaat getirip tabağından ayırdı.
“Nesrincim, son zamanlarda için fena kabarmış senin, çok kafana takıyorsun. Artık üç ay mı desem, üç hafta mı desem, üç gün mü desem, ama üç vakte kadar beklediğin yerden haber alacaksın, içini ferah tut. Bak, şurada da üç yol çıkmış, görüyor musun?”
Hayret! Ben de üç günde altıma işemeyi bırakmıştım. Demek ki, keramet bu üç sayısındaydı. Annem, meraklı meraklı ağzının içine bakıp konuşulanlara kulak kabarttığımı fark edince, o sihirli sözcükler dilinden dökülüverdi:
“Haydi, siz gidip içeride oynayın bakalım.”
Yusuf’un odasına doğru ilerlerken, bu boklu dere kurbağası çoktan kıkırdamaya başlamıştı.
“Demek balkondaki çarş_” diye lafa girer girmez, yakasından tutup sırtını koridorun duvarına yapıştırdım. Yumruğumu çenesine dayayıp, “Tek kelime daha edersen gözünü patlatırım! Kimseye de bir şey anlatmayacaksın, tamam mı? Yoksa bütün sınıfa geçen hafta beden dersinde parende atarken altına sıçtığını söylerim,” diye hırladım.
“Be-be-be-ben öyle bir şey yapmadım,” derken korkudan gene altına sıçacaktı gerizekalı.
“Aklın sıra Beste’ye hava atacaktın, değil mi? Öyle götünde patlar işte!” diye üzerine gittim. Baktım, beti benzi iyice soluyor, daha fazla uzatmadım.
“Lan tamam tamam, tırsma hemen! Zaten söyleyecek olsam, o gün söylerdim. Ama bak, tek kelime birinden bir şey duyarsam…”
“Yok yok, vallaha billaha kimseye söylemem!” diye kıvranırken suratı bembeyaz kesilmişti. Ellerimi yakasından çekip buruşmuş kazağını düzelttim.
Odaya girerken, “Hem artık tehlike kalmadı,” dedim, “bitti o mevzu.”
“Nasıl bitti?” deyip boş boş suratıma baktı.
“Bitti oğlum işte! Eğer üç gün boyunca o işi yapmazsan, bir daha olmuyormuş…”
Yusuf dudaklarını içe kıvırmış, gülmemek için büyük çaba sarf ederek, “Hiç mi üç gün boyunca işemediğin olmadı, her gece mi altına yapıyorsun?” derken imalı imalı sırıtıyordu. Hiç akıllanmayacaktı.
“Tamam lan, uzatma! Sen git oyuncaklarını çıkar. Neydi o dün yeni aldılar dediğin oyuncak?”
“Tren!.. Treni mi diyorsun?” diye atladı hemen. Sesindeki o heyecanını ele veren titremeyi yakalamıştım.
“Hah! Onu diyorum işte! Haydi, raylarını falan kur da oynayalım,” deyip bunun kafayı iyice allak bullak ettim.
İkiletmeden treni ve raylarını kutusundan çıkardı. Aklınca benimle dalga geçecek gebeş. Oğlum sen giderken ben… ben şeyy… Gelirken miydi yoksa? Hımmm… Peki, ben ne yapıyordum? Geliyor muydum, gidiyor muydum? Hay Allah! Yani biri giderken, diğeri dönüyordu ama, şimdi tam çıkaramadım. Amaan, neyse ne işte!
Vakit epey geç olmuş, uyku saatimiz çoktan geçmişti. Tren, rayların üzerinde dönüp dururken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. Annem uyumam için salondaki üçlü kanepeyi hazırlamış, çarşafın altına muşambayı sermeyi de unutmamıştı. Alelacele pijamamı giydirip beni kanepeye yatırdı. Bir an evvel beni uyutup Nesrin Teyze’nin yanına gitme telaşındaydı.
“Tuvalete gittin mi?”
“Gittim!”
“Haydi, kalk bir daha git. Bak, sonra sıkıntı çıkmasın, rezil olmayalım,” diye kafamı ütüleyerek beni zorla tuvalete gönderdi.
Sırf gönlü olsun diye tuvalette bir iki dakika oyalanıp salona geri döndüm. Annemse çoktan mutfağa, Nesrin Teyze’nin yanına gitmişti. Ben de fırsattan istifade çarşafın altındaki muşambayı alıp koltuğun arkasına fırlattım. Bu gece ilk defa altıma işeyecek miyim korkusu olmadan huzurla uyuyacaktım. Ve bunu, ucuz bir muşamba parçasının bozmasına asla izin veremezdim.
Elveda muşamba…
Dördüncü günün şafağında doğudan yükselen güneşin ilk ışıkları, ömrümde ilk kez çişli çarşaflarımın kuruması için değil, kasvetli resimlerimin renklenmesi için pencereden süzülecekti.
Sıçrayarak kendi odamda uyanıyorum. Halının üzerinde Yusuf’la oynadığımız trenin rayları duruyor. Çıt çıkarmamaya gayret ederek kapıya doğru yürüyorum. Koridoru kırmızı loş bir ışık aydınlatıyor. Duvarlar sağlı sollu neredeyse hiç boşluk kalmayacak şekilde ahşap çerçevelerle donatılmış. Rastgele birini seçip içindeki resmi dikkatle inceliyorum. Fotoğrafta Nesrin Teyze, babam ve ortalarında da ben varım. Deniz kenarında çekilmiş. Üçümüz kıyıda duran bir kayığa yaslanmışız. Böyle bir yere gittiğimizi hatırlamıyorum. Hem bu fotoğrafta annem neden yok?
Boş verip tuvalete doğru yürüyorum. Bizim evin koridoru, bir anda Yusufların evinin koridoruna dönüşüyor. Fena halde sıkıştığımı hissediyorum, fakat bir türlü tuvaleti bulamıyorum. Koridorun sonunda kırmızı renkli bir kapı var. Kapıyı açtığımda buranın bizim evin tuvaleti olduğunu fark ediyorum. Çabucak külotumu indirip işemeye koyuluyorum. Gelgelelim, çişimi yaptıkça apış aramdan bacaklarıma doğru bir sıcaklık, ıslaklık hissi zehir gibi dalga dalga yayılıyor.
Hayır! Yoksa…
Eûzü besmele, eûzü besmele, eûzü besm…
Apış aramda dolanan eli hissetmemle irkilerek uyandım. N’oluyor lan dememe kalmadan annem kulağımın dibinde bas bas bağırmaya başladı:
“Seni doğuracağıma taş doğursaydım keşke! Rezil ettin bizi, rezil!”
Üstüne bir de elini çarşafın altına sokup muşambanın olmadığını fark edince büsbütün çıldırdı.
“Allah seni kahretmesin e mi? Muşambayı neden çıkardın? Kadıncağız salonun mobilyalarını yeni değiştirmişti. Allah seni nasıl biliyorsa öyle yapsın! Senin evladın da sana etsin inşallah!” diye dizlerine vura vura lanetler, beddualar yağdırıyor, yüzümü gözümü lama gibi tükürüğe buluyordu.
Altımdaki çarşaf, yattığım kanepe, üstüm başım, yorgan, hepsi sırılsıklamdı. Sabaha karşı öncekilere rahmet okutacak bir sidik sağanağına yol açmış, ortalığı fena halde batırmıştım. Salondan yükselip evin her köşesine yayılan taze çiş kokusu, ev ahalisini akbabalar misali etrafımıza toplamıştı.
Yusuf salonun eşiğinde dikilmiş, suratına yayılan sevimsiz sırıtışıyla bana bakıyordu. Nerede yanlış yaptığımı anlamamıştım. Hani üç gün altıma işemezsem…
Yeni Çişifinito Çocuklar İçin Emici Gece Bezleri!
“Çocuğunuz geceleri altına mı işiyor?”
“Yine geldi…”
“Artık dayanamıyorum, vallahi ben bu çocuğu parçalarım mı diyorsunuz?”
“Ne yalan söyleyeyim, bazen öyle bir his geliyor…”
“O zaman Çişifinito Emici Gece Bezleri tam size göre! Çişifinito ile artık yatak ıslatma derdine son!“
“Haydi inşallah…”
Not: Bu öyküde adı geçen markanın gerçek kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi yoktur. Öyküdeki her şey tamamen hayal ürünüdür.
Altına işeyen velet hariç…