“Öykü, dünyaya her gün yeniden bakmaktır.” der Adnan Özyalçıner bir yazısında. Günümüz öykücüsü de dışardan ve içerden, geçmişten ve gelecekten, hem bireysel hem de toplumsal olandan yola çıkarak insana dair değişmez olanı da merkezine alır ve ona yeniden yeniden bakar.
Uğraş Abanoz’un Zango’sunu okuduğumda bunu düşündüm ilkin. Kentlerin merkezinde olmayan insanları anlatırken coğrafyasıyla, bir mücadele ya da birlikte var olma çabasında olduğu doğasıyla; yaşama tutunma, söz söyleme, direnme, yok olma, ait olma, ölüm karşısındaki halleriyle ‘insanlık’ a ait olanı da anlatma başarısıydı Uğraş Abanoz’u benim için ayrı kılan. Bunu yaparken anlattığı gerçekliğe uygun bir atmosfer yaratma, dil kurma titizliğiyle de öykünün kendini geliştirmeye açık evrenine katkıda bulunduğunu eklemeliyim.
Zango, Kırmızı Kalem Edebiyat’ın düzenlediği “Kayıp” temalı öykü yarışmasında birinci olmuş öyküsü Uğraş Abanoz’un. Zango’nun da yer aldığı öykü dosyası, Parma Kitap’ın düzenlediği 2024 “ilk kitap” yarışmasında ödül alarak kitaplaştırıldı. Öncesinde birçok nitelikli dergide öyküleri ve şiirleri yayımlandı. 2021’de okuruyla buluşan “Gök Ne Zaman Maviydi?” adlı şiir kitabı da var.
Söyleşime zaman ayırdığı için teşekkür ediyor, sizleri sorularıma verdiği yanıtlarla keyifli bir söyleşi yaptığımız Uğraş Abanoz’la baş başa bırakıyorum.
Son dönemde öykü yazarlığında ve öykü kitaplarında dikkat çekici bir artış olduğu hepimizin bildiği bir gerçek. Bu yoğunluk arasında her bir öykücü ve öykü kitabı kendine bir yer bulmaya çalışırken senin öyküde karar kılmanda etkili olan şey neydi? Neden öykü?
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Öykü okumak, öykü yazmak hep etkiliydi. Gerek ülkemizde, gerek dünya edebiyatında kısa anlatı oldukça önemli. Evet, son dönemlerde öyküye ilgi arttı. İnsanlar, olan biten karşısında söz söyleme isteği duyuyor ve akla gelen en etkili, en hızlı tür öykü. Biraz önce sizin de bahsettiğiniz gibi şiirle başladım. İmge oluşturmak, mısra mısra, kelime kelime titizlenmek, sayfalarca çalışmak, poetika, izlek oluşturmak zorlu bir süreç. Bu zorluğu, çok okuyarak, yazarak, dergilerde yer bularak aşmaya başlayınca, şiir yetmedi, geçip giden zamanı, yaşamı, insanı, sistemin acımasız çarklarını anlatma isteği duydum. Oluşturduğum imgeler yavaş yavaş en başından aklımda olan öyküye dönüşmeye başladı. Öykü, atmosferi güçlü, okuyucunun da katıldığı, eksiltmeleri olan, şiire yaklaşan, uzun öyküye, romana dönüşen saf bir metin.
İlk öykü kitabın ve ona ad verdiğin öykün Zango, yarışmalardan dereceyle dönüp yayımlanmış. Çok konuşulan bir konu olduğu için soruyorum, yarışmalara bakışın nedir? Yazma serüvenine katkısı olduğunu söyler misin ya da nasıl bir yerde duruyor senin için yarışmalar?
Sesini duyurabilmenin, ben de buradayım, okuyorum, odama kapanıp saatlerce düşünüyorum, yazıyorum, insana dair anlatacaklarım var, diyebilmenin en etkin yolu yarışmalar, dergiler. Dergilerde öykü yayımlayabilmek için de bir yarış hâlinde yazar adayı. Israr edince okunmaya başlıyorsun. Dünya görüşüne ve tabii yarışma jürilerine bakmak gerekiyor. Sevdiğin bir kalemin yazdıklarını okumasını istiyorsan, yarışmalar önemli. Seçkiye girmek, derece almak, isminin anılması, dergilerde olmak motivasyon oluşturuyor, yazdıklarını şekillendiriyor.
Kitapta 12 öykü var. Bu öykülerde bir yurdu yitirişten kentlerin kimliğinin talan edilişine, mekânla, zamanla ve insanla kurulan aidiyete, daha büyük hesapların kıyısında elden kayıp giden yaşamlara, masal/hikâye anlatıcılığıyla ölüme ve kötülüğe direnen insanlardan bir umudu içinde biriktirenlere, ölümün bir varlık mı yoksa yokluk meselesi mi olduğunu düşünürken bir andan başka bir ana geçişte gerçek olanla düştekinin çizgilerinin birbirine karıştığına tanıklık ediyoruz. Fazlasını da söylemek mümkün elbette öykülerine dair.
Öykülerini yazarken odağına aldığın temel mesele neydi? Yani “aslında tüm bunlar şunu anlatmak içindi” diyebileceğin bir merkez derdin vardı mutlaka.
Zaman meselesi, bakış, mekân, an, biçim, ölüm, renk, bilinç, rüya, insan, sistem, çaresizlik, yok olan doğa, hayvanlar… hep aklımda. Nasıl yazabilirim? Işığı, rengi, ritmi kullanıp nereye varabilirim. Az kelime kullanımına, eksiltmenin ölçüsüne kafa yoruyorum. Üslup oluşturmak, dil kurmak önceliğim.
“Ölüm” temasının öykülerinde çokça yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Mavigök’ü Dağlara Sürdüm öykünde “Ölüm aynı zamanda bir devrin bitişi, ışığın tükenişidir. Büyük biri göçüp gitmişse herkes aniden yaşlanır, yapılacaklar bir bir hizalanır zihinde, dünya işleri kalbi eğler, köreltir. Babam pat diye çekip gidince içimdeki tel koptu, ben buna ölmek diyemem, zoruma gider.” der anlatıcı. Bir yandan da aynı öyküde “Bu insanoğlu acayip mahluk. Uyur, uyanır, canı sevişmek ister, kızışır, söner, acıkır, ürer, dertlenir, öleceğini bile bile yaşayıp gönül eğlendirir!” der ölen babasının kimliğine bürünüp bir hikâye anlatıcısına/ âşığa dönüşürken. İnsanın ölüme rağmen yaşama çabası temel varoluşsal meselesi. Sen ölüme nerden ve nasıl bakıyorsun?
“Mavigök’ü Dağlara Sürdüm” kalemimin acıdan tükendiği, zihnimin ölüme, kaybetme çaresizliğine düştüğü, üstesinden gelmeye çalıştığım, babamın öldüğü dönemde yazdığım, otobiyografik öğelerin olduğu bir metin. Yine başka bir öyküde karakter, “Ölüm, o güne değin duyduğum bir kelimeydi. Uzak bir akraba, bir komşu, daha önce hiç morgun önünde durmamıştım…” diyor. Ölümü, yitip gitmeyi, hatıraları, rüyaları düşünüyorum çoğun. Sanat, ölüme meydan okuma, zamana çentik atma durumu. Belki bu yüzden insan yaşamdan daha çok keyif almak istiyor, hırçınlaşıyor, kısa sürede ne yapsam kârdır diye düşünüyor. Karlı bir ormanda yürüyen, denize, gökyüzüne bakan, tarlaları ekip biçen, yine yaz gelecek diyerek mutlu olan insanlar da var dünyada. Daha çok para, daha fazla altın diyen de var, ama ölüm herkesi eşitler.
Masal, hikâye anlatıcıları, dengbejler geziniyor hikayelerinde. Öykücülüğün de bu gelenekten beslenen bir tür olduğunu söylemek mümkün. İnsanın gerçek olanla kurduğu bağ ve anlatma arzusu ekseninde geleneksel anlatıcılık ile modern öykü arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
Benim izleğim, gelenekselden, masaldan güç alarak modern anlatıya ulaşmaya çalışıyor. Burada yine şuna değinmem gerek. Anlatılanlar, dilden dile aktarılanlar zihnimde dolaşıyor. Hep iyi bir dinleyici ve gözlemci oldum. Aynı sokaklarda dolaşmak, bana, kaybettiğim insanları, o eski evleri, yaşamları hatırlatır. Eşyayla, mekânla bağ kurarım. Doğduğum coğrafyada, köyde, evimizde, masallar, destanlar, anılar, söylenceler hep oldu. Yine Nâzım Hikmet’ten bir alıntı yapmak isterim.
“Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler…”
Ahşap bir masa var aklımda, belki anlatıldı bu bana, belki yaşadım annemin köyünde o eski evde, üstünde gazete eskisi örtü, çay kaşığı, bardaklar, şekerlik… televizyon demir kafesin içinde, tek kanal, haberler akıyor, perde açık, çay fokurduyor sobada, kar var, erik ağacının dalları sarsılıyor, uzaklarda çakal sesleri, vosvos kar altında, patika usul usul kapanıyor…
Kargalar, kuzgunlar, sinekler, dağlar, kar, dut ağacı, fındık ocakları, keçiler, inekler… İnsanın doğası da öykülerin hemen hepsinde gerek atmosferi kuran gerekse kendi dönüşüm ve değişiminde yer alan önemli bir varlık olarak çıkıyor karşımıza. Zango da zaten bir köpeğin adı. Uzun uzun anlatmadan ama etkili şekilde kullanılmış betimlemelerle çıkıyor karşımıza doğa ve diğer canlılar. İnsanın doğayla, kendi dışındaki canlılarla kurduğu ilişkiyi önemsediğini düşünebiliriz sanırım buradan? Nerden bakıyorsun, nasıl bakmalı bu konuya?
İnsan doğada ne kadar yer kaplar? Asıl soru bu. Ortalama bir ömre sahip her canlı kadar önemli. Yaşadık, bitti. Çınarın, zeytin ağacının ömrü daha uzun. Defalarca söylendi. İnsan, kendini her varlığın üstünde, yüce gördüğü sürece dünya iyi olmayacak. Yok olup gitmek hep yanımızda, her an, bunu kavrayan ya doğaya karışıp mutlu oluyor ya da onu acımasızca tahrip ediyor.
Çok fazla epigraf kullanmamışsın ama özellikle iki isim var tekrar ederek kullandığın: Biri Ermeni asıllı Amerikalı roman, hikâye, tiyatro yazarı William Saroyan; diğeriyse Nâzım Hikmet. Özellikle bu iki ismi kitabında bir araya getiren neydi?
William Saroyan, Nâzım Hikmet, kalemini çok sevdiğim iki yazar. İnsana bakışları, insanın zaaflarını, tutkularını, heyecanlarını, düşlerini anlatışları… İnsana dair hep umutlu olmaları, gözlem kabiliyetleri, vatan hasretleri, edebiyatta ısrar etmelerini önemsiyorum.
Kitabın başında “Bilirim benden önce duyulmuş bu keder/ Benden sonra da duyulacak” diyor Nazım Hikmet. Başka bir öykünün başında da “Umut, umut, umut / Umut insanda.” dizeleriyle karşımıza çıkıyor. Öykülerinin umutlu öyküler olduğunu söyleyebilir misin? Bu umudun kaynağı nerde peki? İnsanı insana anlatmakla mümkün mü ya da yazmakla?
İnsan, büyük olayların, başa çıkamadığı durumların karşısında aciz kalır. Acizlik belki de duyguların en korkuncu. Yaşantısında bunu aşmaya çabalar, baskın inanç hep umuttur. Öykülerimde, derinde akan, dipte gezinen umut olsun istiyorum. Şunu atlatalım… Bahar gelsin… Fındığı toplayalım… Babam iyileşsin… Çocuk okusun… gibi söylemlerin altında hep umut var. Umut; insanı, öyküleri, edebiyatı, yaşamı diri tutan en önemli güç.
Kendine has bir öykü dilin var, kurgusal yaratıcılığın da. Öykücülüğün hangi yazarlar izleğinde gelişti? Anlatımda, dilde ve öykücülüğe bakışında etkili olan baş ucu yazarların var mı?
Nâzım Hikmet, “Memleketimden İnsan Manzaraları”, Memet Fuat, “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi”, Sait Faik “Alemdağ’da Var Bir Yılan”, Ferit Edgü, Yaşar Kemal, Bilge Karasu, Saroyan, Buzatti, Gabriel Marquez, Cortazar, Calvino, Faulkner, Tolstoy, Çehov, İlhan Berk, Melih Cevdet, Yusuf Atılgan, Hemingway, John Berger, Mehmet Baydur, Mehmet Günsür, Cemil Kavukçu, Füruzan…
İkinci kitap hazırlıkları var mı? Öyküyle devam mı? Şiir de yazıyorsun çünkü. Türler arası çalışmanın katkısı oluyordur mutlaka yazdıklarına.
İkinci öykü dosyasına çalışıyorum. Yeni öyküler yazıyorum. Daha önce uzun öykü denemelerim oldu, bitirmeye çalıştığım bir roman dosyam var.
Son olarak eklemek, okurlarına söylemek istediğin bir şey var mı?
Bu güzel sorular ve söyleşi için çok teşekkür ederim.
Teşekkür ederim sorularıma verdiğin samimi yanıtlar için. İlk kitabın eksilmeyen heyecanıyla daha nice kitaplara, yolculuklara diyelim. Okurun çok olsun.