Çeviren Mine Yazıcı
Bütün hafta çalışıp, pazar gününü bekleyenlerdenim. Bugünün özellikle hoşuma gittiği söylenemez, ama herkes gibi ben de dinlenmeyi gerektirdiğinden o gün bayram ederim. Bir keresinde daha çocukken, pazar günü de çalışsam, herkesten önce gelip, ofisin anahtarının emanet edildiği bir kimse bile olurdum diye düşündüğüm de olmuştu. Bütün arabalar durmuş, Pazartesi yapılacak işleri hemen toparlar, boş oda da dolanıp, gelen her sese kulak diker, keyfime bakardım. Özellikle hoşuma giden de canım istediğinde dışarı çıkabilmemdi. Ama iş arkadaşlarımın yaptığı gibi bisiklete binip yol üzerindeki ya da tepedeki pub’a gitmezdim.
Gerçi şimdi insanlar pazar günleri şehir dışına çıkıyor. İşyerleri gibi sokaklar da boşalıyor. Ben ise öğleden sonraları yürüyerek geçiriyordum. Öyle sokaklar vardı ki yarım saat yürüseniz bir canlıya rastlamazdınız. Bütün çatılar, kaldırımlar, duvarlar, kimi zaman da bahçeler sadece benim gibi bir insan için yapılmış gibiydi. Öyle ki tekrardan geçsin de tepeler ya da kırlardaki ağaçların birbirine bir yaklaşıp uzaklaşmasının görür gibi görsün diye yapılmışlardı sanki.
Her zaman biri diğerinden daha boş olan sokaklar vardır. Kimi zaman o sokakları daha iyi görmek için dururdum, çünkü o saatte, o yer bana sanki çöl gibi yabancı bir yerde duruyorum gibi gelirdi. Güneş ve biraz esintiyle birlikte havanın renginin değişmesi nerede olduğumu unutmama yeterdi. Bu yollar hiç bitmezdi. Öyle sessiz ve boş olurlardı ki buraların insanlarla ve gelip geçenlerle dolup taştığına kimse inanmazdı. İnsanın daha temiz hava alabileceği şehrin dışındaki uzun ağaçlıklı yollardan çok şehrin merkezindeki meydan, cadde ve koskoca köşkler daha hoşuma giderdi; zira buralardan herkesin gitmiş olması mümkün değildi.
Bu durum eskiden olduğu gibi artık arkadaş aramadığımda ortaya çıktı. Ama o zamanlarda pazar günleri öteki günlerden farklıydı. O zamanlarda güzel olan şöyle söylenmesiydi: ‘Şu gün, şuraya gel,’, bizde oraya gider, sohbet ederdik. Hep yeni yollara dalardık, sonunda da kendimizi bir avluda bulurduk. Nerede olduğumuzu anlamak için kendimi toplamaya çalışırdım ama bir türlü başaramazdım. Ciccotto yaşıtımdı, ama onun hoşuna giden, boş avlularda dolaşmak, kimsenin çıkmadığı merdivenlere çıkmak, kapıları çalıp, kapıyı ilk kim açarsa onunla sohbet etmekti. Ben arkasından gider ve o sırada tanımadığı evlerin kapısını ilk kez çaldığına inanamazdım. Zaten kapıyı çalacağını bilseydim onunla çıkmazdım. Kapıyı özellikle bayanlar ve çocuklar açtığında kendine has bir yöntemi vardı: ille de cevap gerektiren bir soru sorar, söz sözü açar, şakalaşarak eve girer ve akşama kadar o evde kalırdık. Pazar günleri öğleden sonra ortalarına kadar kimseyi görmeden duymadan evde kapalı kalan insanların canı sıkılır ve kim karşılarına çıkarsa sohbet etmekten hoşnut kaldıklarını söylerdi. Bize içecek veren kadınların kimini önceden bildiğinden eminim.
Bu yıllarda kimi kayıkla dolaşmaya çıkar, kimi bisiklete biner, kimi sadece pub’da vakit geçirir, kimileri de sinemanın önünde kız arkadaşlarını beklerdi. Ciccotto’yu tanıdığımdan beri bu gibi şeyler bana aptalca geliyordu, bunları ne yapmaya ne de bunlardan ona söz etmeye cesaret ederdim. Bir kimse ona bir şey anlatacaksa, sadece olup biteni değil, onun kanına işleyecek bir şeyi anlatması gerekirdi; yüzünde sanki başka bir şeye güler gibi bir ifadeyle yere bakarak dinlerdi. Ufak tefek ve biraz da kambur olduğundan onu aşağılamak olmazdı ve benim ona bağlanmam da işte böyle oldu.
Önceki kiracıları sorup, dışarıdan özellikle onları sormak için ziyaret ettiğimiz evler de vardı. Ciccotto kapıyı şişman bir kadın açtığında kiracının bir zamanlar orada oturduğunu ve oraya geri dönmek istediğini söylerdi. Kimi zamanda evi kiralamak istediğini söyler, kendini balkona kadar dolaştırırdı. Kapıcının onu gönderdiğini söylerdi. Ama genç kızların bulunduğu evlere gitmekten hazzetmezdi.
Erkekler akşam meyhaneye giderdi, ama kapıyı açan ister erkek ister kadın olsun, oyun hep başarıyla sonlanır, gülerek merdivenlerden inerlerdi. Ciccotto öyle konuşma ustasıydı ki dışarı çıkmayıp, temiz hava almak için camda duran şişman kadınlar bile bizlere gelecek pazar kapıya gelmemizi söylerlerdi.
Oraya bir ya da iki ay sonra ama canımız istediğinde, yine giderdik. Ciccotto tanıdıklarına onların özellikle yalnız olmadıkları zamanlarda, yanlarında ailelerinin, komşularının ya da ahbaplarının bulunduğu zamanlarda gitmeyi severdi. O zaman herkesi eğlendirir, onlarla dalga geçer, herkesi diken üzerinde oturtup, geçen defaki mükemmel karşılamayı göklere çıkararak onlardan içecek bir şeyler isterdi. Oyun hep evin kadınının ona gözlerini dikerek bir kenara çekmesi ve ona bir şeyler haykırarak gülme krizine girmesiyle sonlanırdı. Kadının elbisesinin bağlarını gevşeten de hep Ciccotto olurdu.
Eve dönerken Ciccotto ile hep güler, ama neye güldüğümü bilmezdim. Sanki tiyatrodan çıkmış gibi kendimi daha hafif ve daha özgür hissederdim. Bırakırdım Ciccotto konuşsun diye ama arada bir ben de konuşurdum. Bu insanların sırlarını, dertlerini düşünmek hoşumuza giderdi. Onların hikâyelerinden garip hikâyeler çıkarırdık ama sona erince de doğrusu sevinirdim. Belki sadece buna sevinirdim, yani benim saflığımdan Ciccotto’ya yararlansın diye gülerdim. Çalıştığı işlerde gece nöbeti yaptığından, işgünü sabahları da eğlenmeye vakti kalıyordu, o zamanda arkadaş edindiği belli kişilerle kendini daha da eğlendiriyordu. Bana yaşlı hanımları tanımak üzere gitmem gereken daha birçok yer olduğunu söyler- Sen bir delikanlısın, yaşlı kadınlar delikanlılara daha düşkün olur biliyorsun değil mi? – derdi, bu yüzden onunla sık sık tartışırdım.
Ama beni delikanlı olduğuma inandırmak için zemin kattaki tütüncü kadının yanına götürmezdi (Gerçi bir gece onun penceresinin altında konuşmaya koyulmuştuk; öyle sıcaktı ki kadın ışıklarını söndürmüştü. Bizden dondurma almaya gitmemizi istedi; o değil, ben gittim. Ciccotto ise aşağıda onunla konuşmaya devam etti). Tütüncü kadına gitmek yerine bir zamanlar köşklerin, şimdilerde ise şarap mahzenlerini andıran yerlerin bulunduğu şehrin merkezindeki dar sokakların merdivenlerinden birine çıkardık. Sessiz bir avlu vardı, taşa oyulmuş gibi görünen bir merdivenin de durup sanki gökyüzüne küçük pencerelerden bakıyor gibi oldum.
Ciccotto bulunduğum yere kadar geldi. Kapısı yolun öteki tarafına bakan köşkte hizmetkarlar da vardı. Bize kapıyı şapkalı, çantalı bir kız açarak “Caterina!” diye bağırıp, hiçbir şey demeden aramızdan geçip merdivenlerden indi. Ciccotto içeri girmiş konuşmaya başlamıştı bile; ben kızın arkasından bakıp ondan çok hoşlanmıştım. Kızı geri çağırıp onunla sohbete dalar korkusuyla Ciccoto’ya kızın kim olduğunu sormadım ama bu kızın benzerlerinin çıktığı eve girmekten de memnun oldum.
Caterina, Ciccotto’nun hoşuna giden şişman sıradan genç bir kadındı, üçümüz tepedeki pencerelerinden ışık alan bir odada oturduk. Ben konuşsunlar diye bekledim ama Ciccotto kendini bir koltuğu atıp, tırnaklarını bakmaya başladı; Caterina dirseklerini masaya yaslayıp oturdu. Karanlık kemerin köşesinde dağınık bir yatak vardı. Bana bakarak Caterina -Biz zavallı hizmetkârlarız, -dedi.
Odanın rahat ve tam onlara göre olduğunu mırıldandım. Caterina başını sallayıp, gözlerini yukarı dikerek kimi zaman içeriye yağmur girdiğini söyledi. Onu memnun etmek için suratımı ekşittim, ama bizi gözetleyen Ciccotto anımsamadığım bir şeyler mırıldandı, belki de “hadi kıpırdan” ya da “bize verecek bir şeyin yok mu?” dedi. Kadın bir anda yerinden kalktı, odada kararsız bir şekilde dolandı, belli ki üzgün ve uykusuzdu; sonra yatağa doğru gidip, komodinine baktı, alüminyum folyoya sarılı bir paket sigarayla geri döndü. Benim çekindiğimi anlayıp paketi masaya açık olarak bıraktı. Ciccotto bu sırada ayağa kalkıp, kapalı bir kapıya yanaştı, sanki dinliyor gibiydi. Caterina paketi fırlatıp sanki bir şey söylemek istiyor da zorla kendini tutuyormuş gibi nefes nefese kaldı. Ciccotto dönerek onu fark etti ama benim anladığım kadarıyla görmezden gelip, masaya gitti, bir sigara alıp yaktı. Bu sırada Caterina “Bekleyin: Döneceğim” dedi, kapıyı açıp koşarak dışarı fırladı.
Yalnız kaldıklarında Cicotto “Bir dakika” deyip, bana baktı, sanki gülmek üzereymiş gibi yaptı ama gülmedi. “Tavandaki pencereleri hiç görmemiştim” dedi. Yukarı baktı ama aklı tamamıyla başka yerlerdeydi. “Anladın mı?” diye bana sordu. Onu kırmamak için ‘dikkat et’ dedim, tam bu sırada Caterina yeniden içeri girdi. Ciccotto omuzlarını silkti.
Caterina bir şişe likörle geri gelmişti, masaya likörü koydu. Dolaptan üç bardak alıp yavaşça doldurdu, dönüp samimi bir gülümsemeyle bizi masaya davet etti. Üçümüz de içtik, Ciccotto ise tadından ağzını şapırdatarak içti. O sırada Caterina sigarasını yakıp, kendini yelpazeleyerek oturdu.
Biraz konuştuk. Ciccotto ona elinin altında sigarası ve likörü olduğuna göre misafirinin de çok olacağını söyleyerek takıldı. Caterina aptal değildi, ona keyiflice cevap verdi. Bacak bacağa oturuşundan da pek hizmetkâra benzemiyordu. Odadan çıkar çıkmaz eteğini değiştirip, dudaklarına kırmızı rujunu sürdüğünü fark ettim. Ciccotto ona kendi zamanlarından konuşturttu, o da kendi zamanlardan kalma bir sürü şey anlattı. Ben sersemlemiş dinliyordum. Caterina büyük adamların ya karısı ya da metresi olmuş belli ki: arkadaşlarının ona gelip bütün gece orkestra eşliğinde nasıl dans ettiklerini anlatıyordu. İçip içip gülüyorduk. Ciccotto bir an etrafa bakıp, “Bizi buradan duymasınlar?” diye mırıldandı. Caterina sıcak basmış bir halde hiç kimse yok deyip omuzlarını silkerek yanıt verdi.
Cicotto’nun etrafa niçin böyle baktığını merak ettim. Sıra patroniçelere konuşmaya geldi ve Ciccotto evin sahibi dul kadının evlenip, evlenmediğini sordu. “Caterina, “Seni ne ilgilendiriyor?” diye yüzünde aksi bir ifadeyle cevap verdi. Ciccotto gülüyordu, ben de o sırada ne kadar zamandan beri tanıştıklarını sordum, Ciccotto da anlatmaya başladı. Ona pis pis bakarak anlatıyordu. Bir gün evin sahibi dul kadının odada bitiverdiğini söyledi. Bir Pazar günüydü ve evde kimse yoktu (Caterina kızarmış ve tedirgin olmuştu). Onları şu yatakta bulmuştu ve hiç şaşırmamış gibi ona önünde giyinmesini söyledi. O da giyinecekti ama Caterina o sıcakta başına battaniyeyi geçirivermişti: bütün kadınlar gibi o da kıskanmıştı. Ben de Caterina’ya görmemek için ona bakarak dinliyordum ve “Sonra giyindin mi?’ diye sordum.
Caterina artık çileden çıkmış haykırıyordu: “Tamam! Sen kesin giyindin, sen de hiç yüz kalmamış ki”. Bu sırada Ciccotto gülüyor, Caterina ise elleriyle yüzünü kapıyordu.
Yemin ederim, ben de içimden gitmek istiyordum. Ama onun yerine kapıya bakıyor ve ne diyeceğimi bilemiyordum. Ciccotto ise kendine içki koymak üzere ayağa kalkmıştı. Caterina ansızın başını kaldırdı, kıpkırmızı kocaman gözleriyle onu sanki paramparça edecek gibiydi. “Defol defol. Defol buradan, o kız dışarı çıkmadı,” diye alçak sesle haykırdı. “Senden daha rezil olduğu için onu arıyorsun” dedi.
Ciccotto şişeyi boşaltıp, yerine koydu. Bir dakika kararsız, dalgın vaziyette durdu. Sonra tekrardan yerine oturdu, kadın bana: “Bu kadınlar hiç dışarı çıkmazlar ki,” dedi.
Caterina bize hala tedirgin bir şekilde bakıyordu. Cicotto, “size bir pencere lazım,” dedi. “Sokağa bakan bir pencere. Zaten evin bir sürü penceresi var”, dedi. Caterina sinirli bir şekilde omuzlarını silkti. Cicotto ise hala- Bizimkisi pencerede durmuyor. Buna ihtiyacı da yok” diyordu.
Caterina bir şeyler mırıldandı. Ağzını mendiliyle silip bana baktı. Bana sanki kızmış gibi görünüyordu. Ayağa fırlar gibi yapıp: “Gitsem iyi olur,” demeye kalkıştığımda ise bana bir kadeh daha içki ikram ediyordu.
Söyleyecek söz bulamadan tekrardan kalıyordum. Caterina bu kez alınmış gibi görünüyordu, Ciccotto ise sessizce bizi seyrediyordu. Oda ışıl ışıldı.
Ciccotto, “Lina şimdiye kadar dönmüş olmalı” dedi. Gençtiler ve birbirlerini çok iyi anlıyorlardı.
Konuşmadan Lina’nın biz eve girerken çıkan kız olduğunu anladım. Caterina öteki kızın camda beklediğini ve şırfıntı olduğunu söyledi. Cicotta ise, “Ama Lina onun hoşuna gider, O kendisi için kimin iyi uygun olduğunu bilmez,” dedi. Ben kadehime bakıyordum. Ve söylediklerine kulak veriyordum. İçime bir umut doğdu ama ayak sesleri gelmiyordu.
Lina’nın ne zaman geleceğini sordum. “Onunla konuşmalısın, ben karışmam” dedi. Bu kez ayağa kalkmayı başardım. Caterina cebime öğleden sonraya yetecek kadar birkaç sigara atıverdi. Arkamı dönmeden merdivenlerden indim ve ancak meydana varınca nefes alabildim.
Bomboş şehri yalnız başıma dolaştığım ilk öğleden sonraydı. Lina’yı tanımış olma fikri ve şu anda Ciccotto’nun onunla sevişiyor olması beni hem rahatsız ediyor hem de heyecanlandırıyordu. Biraz sarhoştum. Gençtim de üstelik, her şey bana kolay gibi geliyordu. Mutluluğumun yalnızlıktan kaynaklandığını bilmiyordum.
O gece Ciccotto’yu meydanda beklerken onun tütüncü kadının penceresine baktım ve kendi kendime güldüm. Ciccotto hergelenin tekiydi. Sonradan meydana geldiğinde ileri geri her şeyden konuştuk. Bana kıskanç kadınların ne yapıp ne ettiklerini açıkladı. Kendilerini tutamadıkları için de nedendir bilinmez vakitlerini camda geçirdiklerini, bu yetmiyormuş gibi bir de kepenklerin arkasında durduklarını söyledi. Onları tanımak gerektiğini, hele delikanlı birinin onları her haliyle tanıması gerektiğini belirtti. Kadınların erkekleri kapının arkasında kedi gibi beklediği zamanların da geldiğini söyledi.
Ama Ciccotto şimdi tütüncüsünü düşünüyordu ve Caterina’ya artık gitmek istemiyordu. Yalnız gitmemi söyledi, geceleyin de olabilirdi. Cesaretim yoktu. Köşkün balkonlarının altında Linda’yı camda görmek umuduyla dolaşıyordum. Ama camlar hep kapalıydı; Sonraki pazar günleri de kapalı duruyordu. Sonunda ailenin yazları deniz kenarına gittiğini söyleyen yine Ciccotto olmuştu.-Üstelik hizmetkârlar da mı? -diye sormuştum. -Onlar da- demişti.
Caterina’nın bu kadar kıskanç olacağını bir türlü anlayamıyordum. Gittiklerinden daha bir hafta önce gideceklerinden tek bir söz bile etmemişti. Ciccotto “kadınlar böyledir” demişti.
Artık o eskiden olduğu gibi bir adam değildi. Benimle geri dönüp merdivenleri çıkarken gülmeye başladığımız oyunu artık oynamıyordu. Artık meydana da çakılı değildi. Bütün pazar günlerini tütüncü kadının dükkanının etrafında geçiriyordu. Onun içeri girmesine izin vermeyen tek kadın tütüncüydü. Akşamleyin onunla zemin katındaki pencereden konuşuyor ve sonra onu kendisine dondurma almaya yolluyordu. Yarım saat kadar sessiz kalıp, ayak seslerinin geçmesine kadar bekliyorlardı. Bu kadın otuz yaşlarındaydı belki ama ona emir veriş şekli ve yanıtlarından sanki kırk yaşlarında gibi görünüyordu.
Ben yaşantımı geçmişe dayalı sürdüren bir adam değildim. Ciccotto’yu bürosunda görmek bana yetiyordu. Yürüyüşe çıkıyor, birkaç arkadaş ediniyor ve hâlâ kendimi eğlendiriyordum, ama o eski ben değildim. Evde nasıl olunur bilirsiniz. Bütün gün uyursanız, sizi uyandıranlar olur. Sonra da evden işe, işten eve dönersiniz. Artık bu yaşamak sayılırsa? O yaz bütün sokakları ve meydanları kendi başıma dolaştım. Her fırsat bulduğumda hala yazlıkta olan Lina’yı aramakla geçirdim. Hala umut ediyordum, nasıl olur bilmem ama bir gün bir anda karşıma çıkacakmış gibime geliyordu. Yollar boşalınca, her şey olabilirdi. Onu hep köşe başlarında bekliyordum.
Ve sonrası Ciccotto sadece Lina’yla da sınırlı kalmadı. Onun elinde böyle bir sürü kadın vardı. Ona hep öyle zamanlar gelir ki onlar senin peşinden koşar der, dururdu. Ben ise peşlerinden merdivenleri tırmanmayı, onlarla konuşmanın yollarını aramayı, onlara ısrar etmeyi ve hatta onlara âşık olmayı bir türlü beceremedim. Oysa Ciccotto kamburu olsa da bunu başarmıştı: Biliyorum, sadece zamanını beklemek gerekiyordu.
Ama sonradan Ciccotto evlendi. Bana hiçbir şey söylemedi, kız kardeşimden öğrendim. Tütüncü kadın onu çılgına çevirdi. Evine girmenin tek yolu onunla evlenmekti. En sonunda karısının çok kıskanç, topluca hoş bir kadın olduğunu, yoksa benim ondan hoşlanmadığım mı dışında tek bir kelime bile söylemedi. Kadınlarla başa çıkmanın tek yolunun onlara açık kapı bırakmamak olduğunu söyledi. Kadın dul olduğu için onunla neredeyse gizlice evlenmişti. Ciccoto’ya hep yeniden evlenirse müşterilerini kaybedeceğini söylemişti. Ama evlenir evlenmez, onu kasanın arkasına oturturdu. Ve o zaman ben de herkes gibi Ciccotto’ya güldüm, sonu da kavgayla bitti ve sadece meydandan geçerken onunla karşılaşıyordum. Şimdilerde ise onu kıskandığım günler bile oluyordu, özellikle Pazar’ları.