Eylül Firarisi
Tehlikeli Metinler

Eylül Firarisi

Bayram Sarı

Eylül’ün firarisiyim;

Nisan saklar beni…

 

Benim öykümü bildiğini sanan çok insan oldu. Biliyorlardı. Çünkü diğer öykülerden hiçbir farkı yoktu. Kişisel tarihim ise İsa’nın doğumundan önceki veya sonrasındaki kronolojiye hiç uymuyordu. (Yazarken hata yapmamak için nefeslerini tutan hattatların çok yaşadığı söylencesi yaygındır ve Ben’i kurgulamaya çalışmam ise Hattat’ın nefesini tutma çabasıdır.) Şeyler içinde kendime yaşanabilecek ya da nefes alabileceğim seçenekler sunabiliyordum. Yaşandığını düşlediğim zaman dilimlerindeki şeylerden ve görüntülerden yeni kurgular yapma özgürlüğüm hep vardı. Bunu kimse elimden alamazdı. Evren kalemimin ucundaydı.

 

Kendimize ait düşsel zamanın kurgulayanı olarak, yazmamızın sonucunda “olmayana-yaşanmayana” gitme arzusunu hangimiz duymadık ki? Zaman kavramının içindeki varoluş mücadelesinin yarattığı endişeyi ancak kurgu giderebilirdi. Bu endişenin giderilmesi, hayali bir yaşamın, hayali bir zamanın içindeki kişisel varoluş gerçekliğimizin yengisine bağlıydı. Ölümün kaçınılmaz ve tek gerçek olduğu bir dünyada yaşama katlanmak çıplak, yavan bir zamanı katlanılabilir kılmak, düşsel bir kurguyla mümkün olabilirdi. Acınası varlığımızın anlam kazanabilmesi için oluşturduğumuz felsefe, edebiyat, sanat ise kendi ellerimizle kurguladığımız kusursuz evrenimizdi. Hattat titizliğinde yarattığımız kurgunun içindeki labirentte kendimizi, benliğimizi, varoluş nedenimizi arıyorduk. Kötüden, acıdan, tükenişten, yasak olandan, günah belletilenden oluşturulan her yaşam, kendi ölümünü doğurmak için bekliyordu kurgumuzdaki sırasını.

 

Kurguladığımız zaman, kendisine yenik düşen ve köklerinden kopmuş bir iyimserlikti sadece. Bu anlamsız kaotik zamanları anlamlandırabilmek için yaşama gücünü kurgusal zamanda aramaya devam etmemizin; hayatın hem içinde, hem dışında olmaya katlanabilmemizin esrarlı bir yoluydu.

 

Yıktığımız tapınaklarda aynı duayı tekrarlamaktan yorulmayan günahkâr keşişlerdik ve katlettiğimiz peygamberlerden bağışlanmayı dileyecek kadar da umutsuzduk. Gerçek: Hayatımızın suskun tanıkları vardı, içimizden geldiği gibi davranıyorduk ve onların hiçbir şeyi anlamadığını varsayıyorduk. Onlarsız yapamıyor, düşünemiyorduk. Çizgimizin içinde olan karabasanların tanıklarıydı onlar, başka hiç kimseye anlatamazlardı kendi yaşadıkları kaosu. Varlığımız, onların yaşamında olmamız, mutlu olmalarına yetmeliydi. Merak edecekleri hiçbir şey yoktu. Kaç bin yıllık ilişkimizin yargılanmaya ihtiyacı yoktu. Oluşturduğumuz kurgunun dışına çıkmaya hakları yoktu. Yalnızlığımızın ve tek başınalığımızın hıncını aldığımız tanıklardı ne de olsa.

 

Kurguyu kutsallaştırabileceğimiz tek olgu nefretti ve yeterince vardı: “Her karşılaşmamızda ikimiz de biliyoruz neler hissettiğimizi. Acı gerçeklerin farkına varana kadar, geçmişin salıncağında şiirler okumaya devam edeceğiz. Kısa bir süreyi, tüm ömür yapmak için yeterli olan da bu değil midir? Aşkımız, işte bundan dolayı körelmeyecek. Beraber yaşarsak katilimiz oluruz, bunu sen de biliyorsun. Seni yitirmek istemiyorum. Ölünceye kadar sevmek istiyorum hasretle, arzuyla, umutla ve anılarımla. Aşkımız hep eskiye sığınış olarak kalacak, sonsuzluğu böyle yakalayabileceğimizi görebiliyorsun değil mi?” Sınırsızdı nefret! Ve ağır darbelerini kaldıramayacağımız bir kuvvet olarak hem içimizde hem de ilişkilerimizde hiç durmaksızın büyüyecekti: “Kadın sezgilerimle sana şunu söylemek istiyorum: Yapamazsın. Söylerken kolay geliyor ama dünyada yapamazsın. Bana sorsaydın, başka bir erkekle seni aldatıp aldatmayacağımı ya da seni yalnız bırakıp bırakmayacağımı, yanıt vermezdim ve bana, yaşamın boyunca güvenemeyeceğini anlardın. Ruhumuzun boyaları döküldü, bu bizi tedirgin ediyor işte, ama artık değiştiremeyiz. Öyle temiz, öyle saf yıllarımız gerilerde kaldı. O günleri tekrar yaşayabilmemiz için, eve geç kalan arsız çocuklar gibi olmamız gerekiyor.”

 

Yanıtlarından kaçtığımız sorular vardı. Çünkü kurgunun kendisiydi yanıt ve yanılsamaların her bir anını içinde saklayan bir matruşkaydı: “Geçmişin özlemini çeken hasta ruhlu iki aşığız biz; inan bana, bir fahişe ile sahtekârın aşkı daha edebidir. Zaman bizi beklemedi. Sen ve ben iki ayrı yolda gidiyoruz, işte bu yüzden gerçek aşkı hep yaşayacağız. Her karşılaşmamızda yeniden canlanacak aşk. Kısacık bir anda tüm yaşamı sevgimizle dolduracağız; sonra yeniden ayrılacağız, belki yıllarca görüşmeyeceğiz; ama bir düşün, ne tatlı, ne ihtiraslı buluşmalar bizi bekleyecek. Hayal ettiğimiz mutlulukları kaybetmeyeceğimizi bileceğiz.” Ayrılmamak için ayrıydık, yitmemek için kayıp. Çıkmaz yolların duvarlarına çarpmak üzereyken son bir çıkış oluyordu kurgunun afyonlanmış düşleri.