Alabildiğine bozkır. İrili ufaklı tepeler. İnsanın dikkatini her an yolda tutan çukurlar ve öküz çıkabilir tabelaları. Daha iyi görebilmek için ön cama doğru biraz daha eğiliyorum. Arabanının camından, paletindeki koca sarılığı tuvale rastgele süren bir ressamın aceleciliği geçiyor. Mavi göğü yamalayan bulutlar gölgelerini toprağa düşürerek ilerliyor. Sen bu manzarayı çok seversin. Ama şu an bütün dikkatin yolda. Şoförlüğünle ilgili alaycı sataşmalarıma rağmen işini ciddiyetle yapıyorsun. Evhamını seviyorum. “Ya! Sevgilim dur şimdi. Uzun yol bu, şakaya gelmez. Bak gördün mü? Şu kamyon yaladı resmen bizi.” Bu manzaranın nesini sevdiğini pak anlamıyorum. Bana sorsan dümdüz toprak işte. Denizi anıştıran tek şey şu yamalı gök. O da yeterince mavi değil. Gözüm sürekli arabanın hız göstergesinde. Ceza yememek için çok temkinlisin biliyorum. Ama şu yollar, bir ip gibi gergin ve düz. Uçarcasına gidebilmek mümkün. Uykunun geldiğini düşündüğüm bir anda araba birkaç santim yükseliyor. Rüyadan gerçekliğe yumuşak bir iniş yapıyoruz. Ben aşktan uçtuk sanıyorum.
Yol boyu gözün bendeydi biliyorum. Uyuyup uyumadığımı merak ettiğin için annemin bir sözü kulaklarında çınlıyor. “Yolda şoförü hep konuştur kızım. Muhabbet et ki uykusu açılsın. Araba üstündesiniz. Neme lazım.” “Sevgilim şu tabela ne anlama geliyor. Hani şu ters üçgen olan. Hımm! demek çıkan araç için yavaşla demek. Peki şu musluk. Çeşme mi varmış. Bir durup yüzümüzü yıkasak açılırsın biraz. Termosta kahve var kahvede içersin.” Gülüyorum bu hallerine. Bir çocuk gibi oyuna dalıp görevini ihmal etmiyorsun. Ama aklın oyunda. Uykulu gözlerin ince bir kıyı şeridi gibi gittikçe belirsizleşiyor. Sonra bir dalga ile aniden büyüyor. Yol boyu direnişin devam ediyor uykuyla. Tebrikler.
Kolumun biri arabanın dışında. Akşam serinliği dağlardan ovaya iniyor. Kamyonların ve bazı aşağılık araçların uzun farları gözümüze musallat oluyor. Kafamı çevirip belirsiz yanan, adını bilmediğim köylerin ışıklarını izliyorum. Her ışığa bir anım eşlik ediyor. Böyle bir fırtına daha önce hiç olmuş muydu hatırlamıyorum. Belki de o gün tanrıları kızdıracak bir şeyler olmuştu. İşe başladığımın ilk haftasıydı. Bir resim sergisine gidiyordunuz. Bir yarışma olsa en güzeli seçilecek gamzenle, bana gülümsemiş “Hadi! Sen de geliyorsun.” Demiştin. Dilim kendiliğinden çözülmüştü. “Tamam.” Ağaçları, arabaları deviren, çatıları uçuran rüzgarları televizyonlarda görmüştüm. Ama çırpı gibi ayaklarımla her adımımda kendime çelme taktığım bir fırtınam hiç olmamıştı. Bu havada dışarda olduğumuz için deniz bile yüzümüze tükürmüştü. Sonra kolun gövdeme sarılmıştı. Ayaklarım zincirlenmiş gibi olmuştu. Hangi fırtına insanı uçurur? Dışardaki mi? İçerdeki mi?
Bir insanın hiç köyü olmaz mıydı? Seninki yoktu. Oysa bana kalsa hepimizin bir köyü vardı. Yani şaşılacak şey, şarkısı bile var. -Bir köy var uzakta gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz.- Ama neyse ki benim ikimize yetecek bir köyüm var. Gidelim dediğimde ağzını eğip, burun kıvırmıştın. Ben köyün yeşilliğinden, düşüp dizlerimi kırmızı kırmızı yamaladığım ağaçlarından bahsettikçe sen; “E! Köy işte. Ağaç ve toprak her yerde var.” Sonra da yanıma sokulup “Tamam tamam en güzel köy, senin köyün. Gideriz.” Demiştin. İçim heyecanla kaynaşıp duruyor. Üstünü yırtık bir tül gibi örttüğüm anılarıma seni, sevgime buladığım kadınımı götürüyorum. Gözlerimi ayırarak bakmayı öğrettin bana. Biri daima üzerinde. Şarkıdaki uzak ve gidemediğimiz cılız köy ışıklarına bakıyorsun.
Seni uyutmamak için aklıma gelen ne varsa yol boyu sayıp durdum. Bana eskimiş mavi bulanık bir tabelayı gösteriyorsun. “Az kaldı sevgilim. Birkaç saate ordayız.” Diyorsun. Saatlerdir yol gidiyoruz. Biraz dinlenmek için, çalışanlarının servislerle cılız ışıklı köylerden getirildiği bir tesiste duruyoruz. Dinlenme tesisinin lokantasında yol boyunca süren sessizliğimi özlettirecek bir kaos var. Gürültüye yemek kokuları eşlik ediyor birbirinin suyuyla birkaç kez pişirilmiş anne eli değmeyen ev yemekleri. Midem kalkıyor. Cam kenarı bir yere oturuyoruz. Sen mide yakan bir çorba içiyorsun. Bıyıkların da önden buyur ediyor çorbaya. Pencereden dışarı bakıyorum. Yolcu otobüslerinin camını foşurdatarak yıkayan bir adamla göz göze geliyoruz. Ağzında külü düşmek üzere olan sigarası ve bir gözü kapalı, eğreti gülüyor. Sonra da yeşil bir yılan gibi hortumunu savurarak bir başka otobüse geçiyor. İşte o an fark ediyorum. Bir kuş, belki bir papağan yeşil kırmızı renkleriyle bana bakıyor. Ve adımı cıvıldıyor. “Deniz! Deniz!” Şaşkınlıkla kuşu izliyorum. Olamaz ya yorgunluktan kesin ya da başka yerden gelmiştir dememe kalmadan “Bekliyorum.” Diyor. İnanamayarak sana dönüyorum. “Bir şey mi dedin sevgilim diyorum.” yüzüme bakıp, “Yoo! Ben bir şey demedim.” diyorsun. Uykusuzluk diyorum içimden. Bir kuş gibi ürperiyorum.
Dinlenme tesisinden ayrıldıktan sonra garip bir ifade yüzüne iniyor. Nedenini soruyorum. “Hiç!” diyorsun. Evinden bu kadar uzaklaşmanın seni endişelendirdiğine yoruyorum. Hiçliğe çok şey sığdırılır yoksa biliyorum. Arabaya binmeden sana kocaman sarılıyorum. “Beni göğüs kafesine sığdırsan keşke” diyorsun. Zaten içimde olduğunu bilmemene şaşıyorum. Kollarımda bir kuş gibi titriyorsun. Daha sıkı sarılıyorum. Tıpkı ilk kez sarıldığım o fırtınalı aksamda olduğu gibi. O an sana sarıldığımda kolumun belinden bir daha vazgeçmeyeceğini anlamıştım. Sergide bütün resimlere uzunca bakmış birinin önünde dakikalarca hareketsiz kalmıştın. Yanına gelince, “İnsan aşktan uçar mı? Demiştin. Anlam veremesem de “Belki. Kim bilebilir.” demiştim. Seninle geçmişime yapacağım bu yolculuk bir bakıma bir telafi. Tanıklık edemediğin her anımı, en azından hayal edebilmen için. Birbirine benzeyen kaç tepe, kaç tarla, kaç ağaç geçtik bilmiyorum. Artık her yer her yere benzemeye başlıyor. Bu yüzden köyümün sınırlarına yaklaştığımı ilk başta anlayamıyorum. Güneş tepeleri aşmış, ardında yeşil tarlaları göz yaşına boğmuş. Köyün yamacına doğru çıkan patikadan evin harmanına doğru sürüyorum. Her yer olabildiğince uçsuz olmalıydı diyorum. Bu ağaçlar daha ulu. Bu evler daha büyük. Bu çeşme akıyor olmalıydı. Çocukken devler ülkesinde gibiydim. Her yere koşarak gitmem gerekirdi. Şimdiyse bu köy anılarımın ıssız bir minyatürü gibi. Arabadan iniyoruz. Tutulmuş bacaklarımızı açmak için ikimiz de geriniyoruz. Üzerinde kırmızı çiçekli bir elbise var. Keşfe çıkmış bir İspanyol asker gibi yeni topraklarını seyre koyuluyorsun.
Hiç anlattığın gibi değilmiş sevgilim. Buraya ulaşmak için geçtiğimiz bin yerden bin birincisi burası. Ama gözlerinle beni süzdüğünü, halimden, tavrımdan anlamlar devşirdiğini biliyorum. Bir çöl olsa yine de severdim burayı. Dünyaya gözlerini burada açman bile bunun için yeterli. Sana dönüp “Köyünüz çok güzelmiş sevgilim. Küçük ve sevimli.” Diyorum. Gözlerin gülümsüyor. Otları hışırdatarak esen rüzgar, sevincini bana da bulaştırıyor. Bu yeşilliklerin içerisinde küçük bir kuzu gibi sekip koşasım geliyor. Kuzu otlattığını söylediğin yerleri sezinlemeye çalışıyorum. Çıplak yeşil bir tepe de büyük bir ağaç, yalnızlık abidesi gibi duruyor. Ne olduğunu soruyorum. “Ziyaret ağacı.” Diyorsun. Birkaç metre öteme bir kuş konuyor. Boz alaca bir kuş. Bir taş gibi düşüyor yere sanki. Cıvıldıyor. “Deniz!” Cıvıldıyor. “Bekliyorum.” Şu büyük ağaca gidelim mi? Yanımızda kalan yiyeceklerle kahvaltı yaparız diyorum. Bir şey demeden elimi tutuyorsun. “Hadi!” diyorum. İçimde vahşi atların gürültüleri yükseliyor.
Her halini edanı anlayacak kadar yeterince sevdim seni sevgilim. Gözlerini bütün evlere, ağaçlara, her bir çalıya sürtüp geçtin. Bir anlam aradın. Benim için bir anlam aradın. Burayı kıymetli yapan ne? Buna bir cevabım var mı? Emin değilim. Sadece benliğimle sezebildiğim bir şey bu. Önüne konan çobanaldatan kuşuna kanıp “Hadi!” dedin. Elini tutmam için başka bir şey duymam gerekmez ki. Her adımında uçacakmış gibisin. Gelincikleri kızartan eteklerin sanki. Büyük meşe ağacına vardığımızda soluk soluğaydık. Ağaca sarıldın. Annene sarılır gibi. Benim sana sarıldığım gibi. Uzun zamandır bunu bekliyormuşsun gibi. Gülümsedim. Toprağa oturdum ve seni izledim. Rüzgar bu anın heyecanıyla şiddetlendi. “Ne diledin?” diyorum. Rüzgarın uğultusu giderek artıyor. Hiçbir şey duyamıyorum. Gülümsedin sanıyorum. Ayakların yerde kesiliyor. Kolların hala ağaca sarılı. Bir Japon uçurtması gibi uçup gideceğinden korkuyorum. Koşup ellerine sarılıyorum. Gözlerin gülümsüyor.
Yolda yürürken suyun üstünde seken bir taş misali havalanıp inen kuştan gözlerimi alamadım. Tek bir şey cıvıldıyor gibiydi “Hadi!” Avuçlarının sıcaklığı yanaklarımı kızartıyor. Ayaklarım yine birbirine çelme takar gibi. Ağaca yaklaştıkça nice aşığın bağladığı çaputları görür gibi oldum. Kırmızı, mavi, beyaz ve yine kırmızı. Ve yine kavuşan birçok aşığın gülüşleri, kızaran yanakları gelinciklere dönüştü. Gördüm. Sevinçle kocaman sarıldım bu koca ağaca. “Teşekkürler ulu meşe.” Boz alaca kuşun konuştuğunu duydum. “Hadi! Dilek sırası sende.” Tek dileğimi ağaçta biliyor. Gülümsedim. İçimde sana doğru taşan aşk ayaklarımı kesti yerden. Bir fırtına çıktı. Hangi fırtına uçurur insanı? Dışarıdaki mi? İçerideki mi?
Resim galerisinin ucunda hala aynı tablonun önünde dikiliyorsun. Yanına yaklaşıyorum. Kulağına bir sır gibi fısıldıyorum. “Bu tablonun adı Gezinti.”
Yurday Yalçınkaya
İzmir / 22.09.2024