Engin Kükrer: Merhaba Hatice Hanım, Karnaval Dergi – Engin’le Sözden Öze köşemizin bu ayki konuğu olduğunuz için çok mutluyuz. Öncelikle sizi tanıyabilir miyiz? Edebiyatla olan bağınıza da değinerek bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Hatice Tarkan Doğanay: Öncelikle Karnaval dergide beni ağırladığınız için teşekkür ederim. Sizinle buluştuğum için ben de mutluyum.
Sorunuza geçecek olursam, A. Camus’un beni etkileyen bir sözü var; “İnsan kendini ömrü boyunca şekillendirir. Kendini eksiksiz şekilde tanımak için ölmesi gerekir.” Benim için de böyle diyebilirim. Kendimi tanımam ve size anlatmam için şöyle bir geriye dönüp baktığımda, bana ışık olan her bilginin, hikâyenin, şiirin peşinden koşarken dönüştüğüm her ‘şey’, dönüştüğüm her ‘yeni kişi’ olduğumu söyleyebilirim.
Küçük ama kültür, tarih, sanat açısından olgun topraklarda büyüdüm. Doğduğum şehir Vezirköprü’de Hititlerin kutsal kenti Nerik’e, en çok Köprülüler Devri döneminde hâkim olan Osmanlı mimarisinin izlerine bakacak olursak tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yaptığını görürüz. Bir şehrin ruhu varsa bu insanına da yansır. Ben de esini bol bir şehirde büyüdüm.
Edebiyatla olan bağım ise doğduğum evde kuruldu. On dört kişinin yaşadığı geniş bir aileye doğdum. Açıkçası bendeki edebiyat ateşini ilk yakan kişi dedemin babası büyük dedemiz oldu diyebilirim. Kırım kökenli büyük dedemizin anlattığı hikâyeleri büyülenerek dinlerdim. O hikâyeleri yıllar sonra Tolstoy’un “İnsan Ne ile Yaşar” kitabında okudum. O Türkçe isimlerle anlatmıştı, Tolstoy Rusça.
Bu ateşi harlayan ikinci kişi ise her zaman bilme merakının peşinden giden babamdı. İlkokul mezunu olmasına rağmen hep kitap okur, bize de okuturdu. Bilimle ilgilenir öğrendiklerini bize de öğretirdi. Günlük tutardı ki kurduğu cümlelere baktığımda şu dönemdeki üniversite öğrencilerinin pek çoğunun kuramayacağı cümleler. Hayatı, insanları, kendini öyle güzel okumuş ki bunu şaşırtıcı bir dille ifade ettiği metinlerine baktığımda neden yazdığımı daha iyi anlıyorum. Ve hayatı okumanın kitap okumaktan daha önemli olduğunu da. Sezgi gücü ve tecrübeyle yaşamı kavrayan insanların merak duygusu ve bilge yanı kalıcı oluyor. Bu bakış açısıyla büyümek benim de zaten içimde var olan sezgileri, şiirleri, hikâyeleri büyüttü; hayal dünyamı genişletti. Bilme merakının, şiirin, hikâyenin peşinden koşmaya başlayınca duramıyorsun. Ve yukarıda bahsettiğim gibi bu süreçte yine yeniden şekillendiriyorsun kendini. Girdiğim son şekil ise öldüğümde gerçekleşecek ve tamamlanmış olacağım. Tamamlandığımda da tanımlanır olacağım.
Engin KÜKRER: “her gece yüzüme oyulan havva
yeryüzüne düşen ilk kadın tanesi
âdem’siz bir oğul veremediğinden tanrıya
meryem’in katındaki sofraya davet edilmedi… ”
Kitabınıza da adını veren dizenin geçtiği bölümü okuyup hemen soruma geçiyorum. “Yüzüme Oyulan Havva” adlı kitabınızla 2024 yılında Enver Gökçe Toplumcu Gerçekçi Şiir Ödülü’ne layık görüldünüz. Sizi gönülden tebrik ediyorum. Bu alanda ödüllü bir şair olarak Türkiye’deki “Toplumcu Gerçekçi Edebiyatı” nerede görüyorsunuz? Enver Gökçe, Nazım Hikmet, Sennur Sezer, Gülten Akın, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir… gibi önemli edebiyat insanlarının ardından günümüzde de isminden gelecekte söz ettirecek toplumcu gerçekçi şair ve yazarlar yetişiyor mu sizce?
Hatice Tarkan Doğanay: Tebriğiniz için teşekkür ediyorum öncelikle. Benim için Enver Gökçe ile yan yana anılmak büyük onurdu. Edebiyat, dille kurulduğu için her ne kadar zihinle ilişkili olsa da daha çok iktidarla olan ilişkisi ön planda olan bir alan. Toplumun aksayan yönleri, ekonomik çıkmazları gibi pek çok sorun güçlü bir kalemin anlatımıyla kitleleri harekete geçirecek bir silaha dönüşebilir. Hiçbir otorite ise bunu istemez, tedirgin olur sanatçıyı da tehdit olarak görür. Fakat şiirin dönüşümüne sanatın iktidarla olan ilişkisi yön vermeye devam eder, bu önüne geçilebilir bir durum değil birbirini besler. Bizim şiirimizde ise toplumcu gerçekçi şiirin yolu Nazım Hikmet’le açıldı. Sizin de saydığınız isimlerin toplumun dönüşümünde çok önemli katkıları olmuş. Kırk kuşağı ya da atmış kuşağı şiiri ile son dönem şiirini karşılaştıracak olursak toplumcu gerçekliğin sesinin kısıldığını görüyoruz. Etiğin, kültürün, ideallerin, kavramların çürüdüğüne alt ve orta tabakanın inanılmaz bir hızla yoksullaştığına şahit olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. Şiir de bu yozlaşmadan etkileniyor elbette. Bir toplumun insanları ağlarken şiiri gülebilir mi sizce. Şiir doğduğu toplumu olduğu haliyle yansıtabilmeli. Edebiyat iyi ve kötü olana dokunma sanatıdır. Suya sabuna dokunmadan ne konulabilir ortaya. Konulsa da kalıcı olur mu? Bütün bunlara rağmen genç kalemlerimizin şiirlerine yakından baktığımızda toplumcu gerçekçi olmadıklarını da söyleyemeyiz. Gençlerin her ne kadar apolitik oldukları söylense de aslında değiller. Sadece alışık olmadığımız bir sesle sesleniyorlar. Sert ve cesur bir üslupla eleştiriyorlar, isyan ediyorlar dizelerinde. Edebiyat tarihimize adını yazdıracak şairlerimiz bundan önce de olmuştur ve hep olacaktır. Bu dönemden hangi isimler kalır bunu zaman gösterecektir. Dikkatinizi çeken var mı, diyecek olursanız Çağın Özbilgi şiirlerindeki toplumcu gerçekçi ses günden güne yükselmektedir.
Engin KÜKRER: “dibi sevişen dalganın ruhu”, “kusuru konduran karanlığın kokusu”, “yüzümde herkese çalınmış karanın yuvası”, “ölülerin mahsul vermediği yer”, “debdebeli çoğunluğa rendelenmiş bedenlerimiz”, “öncesiz bir sancının canhıraş kıpırdanışları” “İçimizde kök salan yunus’un çiçeklediği dini”, “torpilli geleceğin perdesinde kanayan kirler” ve tabii ki “yüzüme oyulan havva”… Son şiir kitabınızda yukarıda verdiğim örneklere benzer biçimde farklı imgelemleri, mistizm ile birleştirip şiirlerinizi zihinlerde hoş bir lezzet bırakarak okurlarınıza sunmuşsunuz. Özellikle kitabınızın son bölümündeki iktidarı arayan ve adaletsizliği gözler önüne seren haklı bir isyan dikkat çekiyor. Bu noktada bu kitabın çıkış hikâyesini öğrenebilir miyiz? “Yüzüme Oyulan Havva” şiir kitabınızdaki yakarışlar ve çağrılar kime ya da kimlere?
Hatice Tarkan Doğanay: Ben bir kadın olarak, Hatice Tarkan olarak yaratılış efsanesindeki ilk kadın olan Havva’dan şu zamana kadar gelip giden bütün kadınların izlerini taşıyorum. Düşünün neler yaşadılar hepsi. Sevdiler, sevildiler, ezildiler, dövüldüler, öldürüldüler… Bütün bu yaşanan acılar, sevinçler, aşklar annelerimiz yoluyla aktarıldı bize. O yüzden yüzüme bakılınca, yüzümde duran Havva görülebilir. Ya da şöyle söyleyeyim aslında Havva benim, annem de Havva’ydı kızım da öyle. İslamiyet’ten önce dişil özelliklerimizin sağladığı birtakım ayrıcalıklar vardı. Kadın kutsaldı. Bunları yitirdiğimiz günden beri toplumdaki önemimizi de gün be gün kaybetmeye başladık. Dünyanın her yerinde kadın olmak zor şimdi. Özellikle ülkemizde kadına yönelik şiddet en uç noktalara gelmiş durumda. Aile içi, aile dışı fiziksel, ruhsal ve cinsel şiddete maruz kalanların sayısı gün geçtikçe artıyor. Çocuklarımız da güven altında değil. Yaşanılanlara bakınca bir korku filminin içinde gibiyiz. En korkuncu da 21. yy insanının bu akıl almaz olaylar karşısındaki tutumu gibi geliyor bana. Olayları kendi kabuğunda izlemesini, donukluğunu, unutkanlığını, bir şeylerin üstünü öreterek yaşamasını ürkütücü buluyorum. Çünkü bu sessizlik bizi öldürecek, öldürüyor da. Yüzüme Oyulan Havva’da da gövdesinde acının, ezilmişliğin izlerini, yaşamın ağırlığını taşıyan her kadının çığlığını duyabilirsiniz.
Kitabını ilk bölümü olan Tanrının Altın Oranı’nda ise şunu anlatmak istedim; Yaşadığımız evren bir matematik üzerine kuruludur. Kâinatta gözlemlediğimiz her şeyde müthiş bir oran var. Orta Çağın en yetenekli matematikçisi kabul edilen Fibonacci de altın oranı veren sayı dizilimini bulmuş. Ben ilk bölümdeki şiirlere fibonacci sayılarını verdim. Her sayı kendinden önceki iki sayının toplamı olan bu sayılar, 1,1,2,3,5,8,13 diye uzayıp giden bir dizilimdir. Bu dizilimin ileriki elemanlarında bir sonraki elemanın bir öncekine oranına da ‘Altın oran’ denir. Yani dünya bu bahsettiğimiz dizilim üzerinde döner. Örnek verecek olursak damarlarımız, ağaç dallarındaki yapraklar 1,1,2,3 diye çoğalarak gider. Ağaç kökleri toprağa bu dizilimle tutunur. Salyangozun helezonik yapısı, ayçiçeğinin merkezden dışa doğru çoğalan taneleri, çam kozalağının kabukları, bitkilerin yaprak dizilimi Fibonacci sayısı üzerine çoğalır. Mimar Sinan da eserlerinde, Süleymaniye ve Selimiye camiinde bu sayı dizilimi kullanmış. Fibonacci sayıları estetiğin ve mükemmelliğin oranıdır. Dünyanın ve evrenin muhteşemliği bu sayı dizisinde gizlidir. Bunun şiirime olan yansımasına gelirsek; evet muhteşem bir dünyada yaşıyoruz. Fakat bu dünyanın arka yüzüne baktığımızda çapaklarını da görüyoruz. Bu muhteşem gökyüzü altında savaşlar, katliamlar, yaşam motivasyonumuzu etkileyen sahtekârlıklar, adaletsizlikler yaşanıyor. Kitaptaki ilk bölümde ‘Tanrının Altın Oranı’ başlığı altında mükemmelliğin ardındaki ya da hemen yanındaki çapakları, çirkinliği, çürümüşlüğü, müthiş bir doğrunun üzerinde uzayıp giden yanlışları işledim. Evren bu kadar güzel ve kusursuz mu gerçekten! Bunun bir düşünülmesini istedim. İlk bölüme Tanrının Altın Oranı deyişimin ve şiirlerin başına Fibonacci sayılarını vermemin nedeni budur.
İkinci bölüm Yaralı Hücre; Yani insan! İki yaralı hücrenin çarpışmasıyla bir yaralı hücre doğar yani insan doğar. İnsanların sıradan acılarını, sancılarını anlattığım ikinci bölümdeki şiirlerin başına ise sıradan sayma sayılarını verdim.
Üçüncü bölüm Asal Olan Tanrıdır; bu bölümde son zamanlardaki kutuplaşmaya dikkat çektim. Biz insanlar ayrışmaya, birbirimizi ötekileştirmeye yatkınız. Bizler çabuk bölünüyoruz bölünemeyen tanrıdır ya da tanrı kavramı olarak da düşünebilirsiniz. O yüzden kendinden başka sayılara bölünemeyen asal sayıları verdim bu bölümdeki şiirlerin başına. Yüzüme Oyulan Havva sayılarla sözcüklerin/matematikle Türkçenin kompozisyonundan doğmuş bir kitaptır.
Engin KÜKRER: Bir diğer ödüllü şiir kitabınız da 2020 Hasibe Ayten Şiir Ödülü’ne layık görülen “Siyah Ceketli Kadınlar”. Bu kitabınızda yalnızlığa mahkûm edilen, özgürlükleri kısıtlanan, eziyet edilen ama bir yandan da tüm bu haksızlıklara karşı direnen kadınların şiirlerini okuyoruz. Bu alanda eserler üreten bir emekçi olarak kadınların yüzyıllardır süregelen hak ve eşitlik mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hatice Tarkan Doğanay: Ursula K. Le Guin’in çok sevdiğim bir sözü var. “Daha çok kız kardeşimin yükseklere kanat çırpmasını istiyorum. Zira özgürlük, hiçbir zaman kadınların kolay elde edebileceği bir şey olmadı.” diyor çok severim. Her toplumda kadına tanımlanan roller çok fazla. Tarihsel sürece baktığımızda kadınlar bilim dünyasından ve sanatsal alanlardan hep uzak tutulmuşlar. Pek çok zekâ ve yetenek güç savaşı arasında yok olup gitmiş. Antik dönemde kız çocuklarına isim bile verilmiyor birinci, ikinci deniliyor. Arap toplumunda Rabia ismi dördüncü anlamındadır mesela. Kız çocukları tanrıya kurban veriliyor, Çin’de estetik için kadının ayakları küçük ayakkabılara sıkıştırılarak kemik yapısı bozuluyor, Avrupa’da üç asır cadı avı adı altında binlerce kadın işkenceyle, kafası kesilerek, yakılarak öldürülüyor, kocasını memnun edemeyen kadının kaygısı kimsenin umurunda değil çünkü evde üç dört kadın daha var. Erkek gibi kadın tabiri var mesela. Kadının başarısı erkeği taklitten geçiyor. Adam gibi yapmak, karı gibi ağlamak söylemleri hala kullanılır. İnsanın cennetten kovulması bile Havva’ya bağlanır. Yani bütün suç ilk kadın Havva’nındır. Bütün bir evrenin yükü kadınların omuzlarına bırakılmıştır. Antik Yunan’da Pandora’nın kutusunu hatırlayın, dünyadaki günahın ve kötülüklerin kutusunu açan kadındır. Nereden bakarsak bakalım dünyanın, gezegenlerin, evrenin yükü kadınların omuzlarındadır. Ve böylece aile ve sosyal yaşantının içindeki yeri günden güne değersizleşen kadın daha çok eşitsizlikle ve adaletsizlikle savaşmak zorunda kalmış. Tüm zorluklara rağmen mücadeleyi elden bırakmamış ama ne kadar yükselirse yükselsin tarihsel süreçteki ezilmişlik içimizde bu sebeple kadının önünde hep bir erkek var. Modern yaşamda ise kültür etkileşimi, fikir alışverişi daha hızlı olduğu için kadınları eve kapatmak, yakmak diye bir şey mümkün değil. (Afganistan hariç) Dünya nüfusunun artması, şehirleşme, daha çok üretime ihtiyaç duyulmasından dolayı kadına daha fazla ihtiyaç var ve bu kadının konumunu mecburen değiştirdi. Çünkü dünya değişti. Biz Türk kadınların en büyük şansı Atatürk. Bizim mücadelemiz Atatürk’ün kadına verdiği haklarla/saygınlıkla pek çok ülkedeki kadınların önüne geçirdi. İran’daki kadınlara bakınız ölümü göze alarak direniyorlar. Üstüne söylenecek çok şey var hepsinin devrimci duruşunu selamlıyorum. Ursula K. Le Guin’in dediği gibi biz kadınlar için hiçbir şey, hiçbir zaman kolay olmadı olmayacak da…
Engin KÜKRER: “Dut Ağacı” , “Siyah Ceketli Kadınlar” ve Yüzüme Oyulan Havva” gibi üç şiir kitabı ile çeşitli dergilerdeki şiirlerinizle son yıllarda şair kimliğinizin ön plana çıktığını görüyoruz. Ancak edebiyat dünyasına 2018 yılında “Kalbim Nefesim” adlı bir öykü kitabıyla girdiğinizi de biliyoruz. Bu noktada gönlünüzde yatan aslanı öğrenebilir miyiz? Bir şair olarak mı yoksa bir yazar olarak mı anılmak istersiniz?
Hatice Tarkan Doğanay: Sadece öykü değil bir de roman denemem oldu. Devamını getiremedim çok zor geldi. Bütün hücrelerimle şiire ait olduğumu anlamam uzun sürmedi. Gönlümde, ruhumda, ellerimde, gözlerimde yatan net olarak şiirdir.
Engin Kükrer: Peki bir okur olarak Hatice Tarkan Doğanay en çok kimleri ve hangi türleri okumaktan hoşlanır? Bize biraz kitap okuma rutininizden bahsedebilir misiniz?
Hatice Tarkan Doğanay: Son dönemde çıkan kitapları yakından takip etmeye çalışıyorum. Son zamanlarda daha çok öykü kitaplarına sardım. Çok iyi öykü kitapları okudum açıkçası. Bunlardan birisi de sizin kitabınızdı. Tekrar kutluyorum yolu açık olsun. Yaptığım okumalarda keşfettiğim bir yazar var ki bu kalemi en kısa zamanda herkesin tanıyacağını düşünüyorum. Daha önce okumadığım bir yazar olan Ebuzer Kalender’i “Düş Berberi” kitabıyla tanıdım ve kaleminin hayranı oldum. Etrafımdaki herkese de kitabını verip okutuyorum. İlay Bilgili, Halil İbrahim Özbay, Hakan Cucunel’in kitapları da yine son dönemde okuduğum en iyi öykü kitaplarıydı. Şiir kitaplarına geçecek olursak son birkaç yılın beni en çok sarsan Gönül Demircioğlu, Çağın Özbilgi, Dinçer Aslan, Mehmet Sait İmret, Cengiz Şenol’un şiir kitaplarıydı. Elbette bunlar ilk aklıma gelen isimler yoksa daha pek çok isim yazabilirim. Bunun yanında uzun soluklu okuduğum edebiyat ve şiir üzerine, felsefe ya da psikoloji üzerine kitabım olur. O kitap bitene kadar belki dört beş tane şiir ve öykü kitabı okumuş olurum. Birkaç kitabı aynı anda okumayı tercih ediyorum.
Engin KÜKRER: Son yıllarda dijital dergiciliğin yaygınlaşmasıyla birlikte, edebiyat ve sanat içerikli dergi sayısında ciddi manada bir artış var. Siz de bir edebiyat emekçisi olarak Maraşantiya dergisinde şiir editörlüğü yapıyorsunuz. Bunun dışında pek çok dergide şiir, yazı ve incelemelerinizi okuyoruz. Bu çerçevede Türkiye’deki dergiciliğinin bugününü ve yarınını nasıl görüyorsunuz?
Hatice Tarkan Doğanay: Dünyada tüketimden daha önemli bir şey yok artık. Kapitalist düzenin içinde her şey tüketim nesnesidir. Tüketim ideolojisinin bir sonucu olarak edebiyat da popüler kanalla güçlenme yoluna gitti ve popüler edebiyat dergiciliği furyası başladı. Toplum bu poster dergileri kendi seçimiymiş gibi takip etmeye devam ederken edebiyata emek veren dergiler pek çok zorluklarla mücadele ediyor. Giderek derinleşen ekonomik bir krizin içindeyiz. Dağıtım ve matbaa masrafları dergileri sarsıyor. Çoğu son sayıyı kurtarmanın derdinde bir dahaki sayıya erip eremeyeceklerini bilemiyor. Hem ekonomik kriz hem internet yayımcılığının artması, dijital dergilerin sayısını çoğalttı. Kâğıdın bir hükmü kalmadı maalesef. Buna şahit olduğum için üzülüyorum açıkçası. Ama değişimin önünde durmayız. İnsanlar kâğıt icat edildiğinde de benzer kaygılar yaşamışlardır. Tabletler kalıcı, kâğıt yanabilir, ıslanınca silinir diye endişe etmişlerdir. Dijital dönüşümle yayıncılık köklü bir değişime girdi geleneksel yayıncılık yöntemleri evrilmeye başladı. Çeşitlilik sunması gibi bazı avantajları olsa da yoğun rekabet ortamında, hızlı erişim hızlı tüketim olanakları sebebiyle yeni ve kaliteli içerik sunmak zorlaşacaktır. Basılı yayının yeniden güçlenmesi çok isterdim.
Dergicilikle ilgili çalışmalarıma değinecek olursam; “Yeniden Sesimiz” adında yeni bir dergi çıkarıyoruz. Samsun’da da yine yeni bir dergi doğuyor. Cengiz Şenol, Fatih Öğüt, Meltem Kofoğlu’nun çıkaracağı “Anlam” adında bir dergi onun da yayın kurulundayım. Bu yoğunluk nedeniyle Maraşantiya’dan ayrıldım. Maraşantiya, belirli bir ivme kazandı yolunda akmaya devam ediyor. Ama elinden kolundan tutmamız gereken iki yeni matbu dergi var. Dergiler ülkedeki yeteneklerin keşfedilmesi, yazarlar yetişmesi, yazarların okurla buluşması için önemli. Fırsat bulmuşken Yeniden Sesimiz’in hikâyesine de değinmek istiyorum. Biliyorsunuz her yıl Hasibe Ayten Şiir Ödülü veriliyor. Bu sene altıncısı verildi. Hasibe Ayten, Sesimiz dergisini ilk 1967 yılında çıkarmış. Pek çok yazar, şair yetiştirmiş bir dergi. Bu ödülü alan biz altı kişi (Çağın Özbilgi, Aygül Kılıç, Hakan Cucunel, Ersan Kaan Erçelik, Hasan Ünal Tekağaç ve ben) Hasibe Ayten’ne vefa göstermek ve onun dergisini yeniden canlandırmak istedik ve Yeniden Sesimiz adını verdik. Yeniden Sesimiz çok yakında okurlarıyla buluşacak. Ses getireceğine inanıyorum. Umarım uzun soluklu olur.
Engin KÜKRER: Söyleşimiz için bilgi toplarken çeşitli dergilerde sizin de şair ve yazarlarla yaptığınız söyleşilere rast geldim. “Söyleşen” tarafını iyi bilen bir şair olarak “Söyleşilen” tarafında olmak nasıl bir duygu? Hangisini tercih edersiniz?
Hatice Tarkan Doğanay: İki tarafta da olmak güzel. Söyleşi soruları hazırlarken edebiyatta iyi işler yapan yazarlarımızı ihmal etmediğimizi düşünerek mutlu oluyorum. Benim ihmal edilmediğimi de görmek ayrıca mutluluk veriyor. O yüzden söyleşi köşenizde bana da yer verdiğiniz için teşekkür ediyorum.
Engin KÜKRER: Sanat ve edebiyatın pek çok alanında sizi görüyoruz. Şu anda üzerinde çalıştığınız yeni projeler veya kitaplar var mı? Gelecek planlarınız nelerdir? Okurlarımıza biraz bahseder misiniz?
Hatice Tarkan Doğanay: Hasibe Ayten ödülü şairleriyle kolektif bir şiir kitabı yazdık çok yakında raflarda yerini alacak. Dergi çalışmaları çok vaktimi alıyor, yeni kitap dosyamla çok ilgilenemiyorum açıkçası. Fakat bu sene olmasa da seneye bir kitapla daha çıkarım karşınıza. Bir de novella yazma isteğim var. Gönül ister ki çabucak gerçekleşsin ama yoğun bir iş tempomuz olduğu için istediğimiz hızda olmuyor.
Engin KÜKRER: Dergimize zaman ayırıp sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz. Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
Söyleşinizde bana da yer verme nezaketi gösterdiğiniz için ben teşekkür ediyorum. Kendime ve okurlara şunu söylemek isterim; “Hâlâ karanlıktayız! Daha çok aydınlığa yönelelim.”