Hatırlamak ve Hatırlatmak İçin Yazıyorum
Söyleşi

Hatırlamak ve Hatırlatmak İçin Yazıyorum

Elif Ünal Arslan

Edebiyatı toplumsal çürümeye karşı mücadele biçimi olarak gören, kendimize söylediğimiz ve bize söylenen yalanlarla  yüzleşmek, gerçekleri hatırlamak ve hatırlatmak için yazan, taze bir kalem Anıl Çetinel Örselli.

 

2023 Seyhan Livaneli Öykü Ödülü’yle taçlandırdığı yazın yolculuğunda, Eksik Parça Yayınları’ndan piyasaya çıkan ve arka kapağını Zülfü Livaneli’nin yazdığı Ah Bu Şarkıların ile, ilk kitabı yayınlanan yazarlar arasında yerini aldı.

 

Kendisiyle okul defterlerinin kenarına minik hikayeler yazdığı zamanlardan başlayıp, çalışma arkadaşlarıyla öğle yemeğine çıkmak yerine yazmayı tercih ettiği anlara, son iki yıldır da öyküleriyle ödül üzerine ödül aldığı günlere uzanan yazarlık macerası üzerine karşılıklı sohbet ettik.

 

Elif Ünal Arslan: Kendini üç kelimeyle anlat desem hangi kelimeleri seçerdin? 

 

Anıl Çetinel Örselli: Eskiden çok düşünürdüm şimdi biliyorum; bir ayrıkotu, iki kararlı, üç dik başlı. Dışarıda da evdeki kadar dik dik durabiliyorsan yalnızlaşıyorsun biraz, o yüzden ayrık otu. Tek kelime diye sorsan da ayrıkotu diyecektim.

 

Neden yazıyorsun Anıl? 

 

Bir sürü sebebim var ama en çok hatırlamak ve hatırlatmak için. Sadece ben yazmıyorum aslında hepimiz yazıyoruz. Çoğumuz kâğıda aktarmıyoruz belki ama mevzu kurguysa şöyle düşünüyoruz; bastırmak, unutmak bir psikolojik baş etme yöntemi ya, hepimiz anılarımızı bize acı vermesin diye eğip büküyoruz, hatta enikonu geçmişi değiştiriyoruz. Yani yeni yeni kurgular yapıyoruz her gün hayatımızla ilgili. Bu da bir kurmaca meselesi.

 

Bir de sistemin de bize dayattığı hafızasızlaştırma baskısı var. Bu ikisi birleşince biz zaten her gün yazıyoruz. Ben sadece teknik ve sistematik olarak yapılandırılmış bir şey yazıyorum. Bunu başkasına anlatmak için gayret gösteriyorum. İnsanı anlamaya gayretleniyorum. Edebiyat insanı anlamak ya. Anlıyorum ama hak vermiyorum. Anladığımı yazıyorum. Bir yandan da hatırlatmaya çalışıyorum. Çok fazla gömülmeyelim kendi kurgularımıza, yalanlarımıza yoksa yarın öbür gün bu çürüme gerçekten hepimizi mahvedecek. Onun için hatırla demek istiyorum yani. Benim ilk kitabımda yapmak istediğim buydu. İkincisinde de yapmak istediğim buna benzer. Burada şarkıları konuştuk orada yalanları konuşacağız.

 

Peki, hatırlamak ve hatırlatmak istediğin şey nedir?

 

Benim için toplumsal olayların ve bilhassa travmaların hatırlanması çok önemli. Zamanında bir takvim yapmaya çalışmıştım; Türkiye katliamlar ve felaketler tarihi. Çıkarttım bunların hepsini. Yüzden fazla katliam yaşanmış sadece Cumhuriyet döneminde. Hepsini takvimde tek tek işaretledim. Sonra faili meçhulleri, sonra diğer felaketleri, sistematik katliamları da ekleyince Türkiye için söylüyorum takvimdeki hiçbir gün boş değil. Nefes alacak boş bir günümüz dahi yok! Bugün bir şeyi anıyoruz yarın başka bir şeyi anacağız. Bu röportajı hangi gün yaparsak yapalım bir şeye denk gelecek. Hiç sekmeyecek bu. Ama biz hatırlıyor muyuz? Bugün nedir bilmiyoruz. Bilmemizi de istemiyorlar.

 

Hatırlamak acı verir. Acının bize ne faydası var?

 

Her gün acıyla yaşanmaz tabii. Acıyı da öncelemek istemiyorum. Mevzu her gün kanayalım, her gün dertle yaşayalım mevzusu da değil. Mevzu mücadeleyi öncelemek. Biz bunu yapıyoruz. Baskı ve zulmün gölgesinde nefesiz kalmışken kendi emek alanımızda direnişimize devam etmek zorundayız. Bilerek mücadele etmek zorundayız. Hem bunu hatırlatmak istiyorum hem de yaşananlardan etkilenen insanların hayatlarının nasıl değiştiğini anlatmak istiyorum. Hayatlar rakamdan ibaret değil. Bunu da vurgulamak istiyorum. Ayrıca hepimizin mutlaka bir adalet ihtiyacı var. Sevmek ve sevilmek gibi. İnsan adaletli bir ortamda, bir hak hukuk çerçevesinde yaşamak ister. İnsanın doğasında bu vardır. Bunu anımsatmak istiyorum, adalet boşluğunu. Gittikçe büyüyen bir boşluk bu, herkesi içine çeken bir girdap. Öyle ki cezasızlık kültürü oluşuyor-oluştu hatta.

 

Nasıl bir direnişten bahsediyorsun?

 

Antigone tragedyasındaki gibi bir direniş benimki. İnsanlığın kanunlarının devletinkinden daha büyük olduğunu düşünüyorum. Birine etnik kökeni, cinsel yönelimi, kimliği ve başka şeyleri üzerinden koyduğunuz kanunlardan daha insana özgü yasaları var hayatın. Bunu da öncelememiz gerekiyor diye düşünüyorum. İnsanı mı öncelesek acaba sonra kanunlar üzerine mi gelse? Benim öykülerimde bunu görebilirsiniz. Kimin kanunu önemli, nerede adalet boşluğu var ve biz niye mücadele ediyoruz? Yok saydıklarımız yok hükmünde mi? Bunları göstermeye çalışıyorum açıkçası.

 

Ah Bu Şarkıların hem nostaljik hem de hatırlatıcı o zaman?

 

Evet, kitapta şarkılarla birlikte o dönemin tarihinin üzerinden direnişle geçiyoruz. Bunlar çok kıymetli şeyler. Neden? İnsan sevdiğine karışık kasetler hazırlar. Emek işidir sevdiğin biri için karışık kaset hazırlamak. O şarkıları tek tek onun için seçer, bekler, kaydeder. Benim kitabım da, emekle bezenmiş toplumsal travmaları içeren karışık bir kaset. Ben de kitabımda önce okuyucuya teşekkür ediyorum zaten. Onlar da sağ olsun, bu şarkılarla yoğrulmuş öyküleri dinlemek için emek harcıyorlar.

 

Edebiyatı müzikle bir araya getirerek sunmanın sebebi neydi?

 

Müzik ve edebiyat evvel ezelden el eledir. Ben hep öyle düşünürüm. Şarkı, türkü, nağme, edebiyat benim kafamda hiç ayrılmadı zaten. Onun için de şarkılarla birlikte yürüyoruz. Şimdi, yok o çok satıyor bu çok satıyor, bu daha çok tutuluyor deniyor. Açık yüreklilikle söylüyorum umurumda değil. Burada “mesele” benim duruşum, omuriliğim. Yani hepimiz bazı konularda omurgalı olmalıyız diyorum ya yine dönüyorum siyasete ya da bir başka hayati noktaya… omurga önemli bir şey. Mesele de işte duruşu, o omurgayı gösteriyor bence.

 

Yanlış da anlaşılmasın, öz de biçim de çok önemli ikisini birbirine öncelemiyorum ama eş zamanlamaya çalışıyorum. Yani amacım o. Eş zamanlıyorum derken bunun için şüphesiz zaman gerekir. Profesyonellik diyemiyorum buna çünkü amatör kalma taraftarıyım ben, daimi bir amatör. O merak, o arzuyla yol almak sürekli. Ama hedefim bu. Ne mesele önde gitsin ne biçim onu takip etsin ne de tam tersi. Edebiyatın estetiğine uygun bir şekilde bu ahengi yakalama gayretindeyim.

 

Ne zamandır yazıyorsun?

 

Yapılandırılmış dersen dört beş senelik bir geçmişi var. Yazdığımız şey ne düşündüğümüzü düşünmekle ilgili ya, ben bunu çok uzun zamandan beri yapıyorum. Ama ben bunun tanrı vergisi olduğunu da düşünmüyorum. Her verginin bir de algısı vardır ya zaten böyle alacak verecek işlerine girmek istemiyorum tanrıyla. Çünkü yapılandırılmış öykülerin hepsi büyük emek harcanarak yazılmış metinlerdir. Amma velakin, ilkokulda defterimin yanına kimisi tavşan çizerken de ben öykü yazardım. Beyaz yakalı olarak çalıştığım uzun seneler boyunca herkes yemeğe giderdi ben yine öykü yazardım. Yani ben hep bunu yaptım yazmadığım bir zamanı hiç hatırlamıyorum. İki üç gün bir şey olsun hasta olayım yatağa düşeyim dördüncü gün hakikaten duramıyorum yazmadan.

 

Hiçbir koşulda yazamayacağın bir ortamda kalsan ne oldurdu?

 

Çok büyük sıkıntı. Gerçekten üzülürdüm. Ne tekinsiz soru yahu bu! Sesimi kaybettiğimi düşünmek çok distopik olur. Soruyu dinlerken bile üzüldüm yani. Böyle bir şey olamaz, olmamalı yani. Çok yıkılırım. Yazmak benim için zorunluluk. Öyle bir aşk ki ben hiçbir şeye böyle bir tutku duymadım. Ne ben yazmayı bırakırım ne de edebiyat beni bırakır umarım. Bu benimle var oldu benimle gidecek. Seçimlerimizden vaz geçebiliriz, insanlarla yollarımız ayrılabilir, ölebiliriz kalabiliriz ama bu benimle var oldu. Ben onu var ettim o da beni. Yazmamak distopik hatta, korkunç olur. Hayır kabul etmiyorum böyle bir şeyi. Bunun için mücadele ederim, pahasına bakmam yani.

 

Nasıl yazıyorsun Anıl?

 

Yazarken kendimden geçiyorum. Bir fikir bir meseleyle başlıyor her şey. Sokakta olabiliyor, kapının önünde sigara içerken olabiliyor, çok alakasız bir yerde de olabiliyor. İzin istiyorum o zaman. Çünkü bağlantı kurulduğunu hissediyorum bir meseleyle benim aramda. Bu çok ilginç bir deneyim. Gündüz düşleri diyebilirim bunun için, anlatması güç yani. Bu mesele bir akmaya başlıyor bir yerden geliyor böyle gürül gürül, bir çatı oluşuyor kafamda. Aklımdaki meseleyle hem hal oluyoruz. Dolanıyoruz dolanıyoruz. Bazen durduruyorum kendimi notlarıma yazıyorum bu oluşan çatıyla ilgili neler düşündüğümü. Ondan sonra toparlarken kitaplar okuyorum, araştırıyorum. Ama biliyorum meselenin nasıl kavurucu yakıcı bir şey olduğunu. En son artık ekranımın başına geçtiğimde hiç durmadan iki üç saat yazıyorum. Yazarken hiçbir şey görmüyorum ve duymuyorum. Kim ararsa arasın, isterse ev yansın, eşyaları çalsınlar, beni çalsınlar farkında olmuyorum. Tam bir konsantrasyon hali ve tam bir gündüz düşü yaşadığım şey. Ve bitirdiğimde taş taşımış kadar yorgun ama tatmin olmuş, hafiflemiş oluyorum. Acayip bir şey. Âşık olmayana aşkı, ölümü bilmeyene yası anlatmaya çalışmak gibi belki.

 

Tür olarak öyküyü seçmenin sebebi ne?

 

Öykü çok özgür, çok esnek. Hem içinde özgürüm biçimsel olarak hem meselesinde özgürüm hem de sayısında özgürüm. İstediğim kadar anlatabilirim. O kadar çok şey anlatmak, hatırlatmak istiyorum ki. İçimde büyük bir coşku var. Uzun bir boks maçı yapmak istemiyorum. Ben bu aşkın, bu tutkunun yakıcı düzleminde kalmak istiyorum. Ben öykünün o sert, o hızlı o özgür halini gerçekten seviyorum. Ben de öyle bir tipim belki. Öyküyle birbirimize çok benziyoruz. Böyle iyi anlaşıyoruz. Ama ileride upuzun anlatmak istediğim bir konu olursa hakkını öyle verebileceksem neden olmasın roman da olabilir. Ama büyüyünce değil. İlerideki belirsiz bir zamanda. Bak nasıl da açık bırakıyorum kapıları…

 

Herkes yazıyor ama herkes senin kadar çok ödül alamıyor. Sırrın nedir?

 

Ödül almanın sırrı çok soruluyor. Bilsem de paylaşsam keşke formülü.  Şimdi biz kitabın kapağına ödülleri yazdık. Kâğıttan tasarruf edebilmek için alamadığım ödülleri yazmadık ama. Tarih de hep başarıları yazıyor değil mi? Başarısızlıkları yazmıyor. Esas mesele bunun ardında gizli. Olmadığında ne yaptığımızda… “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” der ya Beckett. Ben hep daha iyi yenilir ve hep yeniden denerim.

 

Başarılı olanların sırrı ne peki, başarının sırrı? 

 

Çalışırım ben ya, çok çalışırım. Kendimce -kendime dair kriterlere göre- başarıncaya kadar uğraşırım. Ama başarılı olan işleri nasıl yaptığını ne kadar anlatsan da orada bir x faktörü var, bir bilinmezlik. Soran herkese anlatıyorum. Nasıl yazıyorsun? İşte böyle… Nerede yazıyorsun? Şurada burada… Hangi kitabı okuyorsun bu ara? Şunları… Hangi atölyeye gidiyorsun? Şuna buna… Yani annelerimizin tariflerinde yaptıkları gibi yapmıyorum kimseden bir şey saklamıyorum. Böyle bir şey yok. Her şey benim olsun noktasında da değilim ama işte bu bilinmeyen -benim de tarifleyemediğim-x faktörü var. Derler ya üslup anlatılamaz. Gerçekten öyle.

 

Kitabınla katıldığın ilk fuarda, TÜYAP ’da, sarışın, kırmızı rujlu halinle kişisel gelişim yazarı zannedilmek sana nasıl hissettirdi?  

 

Fuarda birisi yanıma gelip kişisel gelişim yazıyorsunuz galiba, kitap onunla ilgili dedi. Önce bir şoke oldum tabii. Hafiften de bozuldum yani. Bu çok uğraştığımız, Türkiye’nin gerçekliğini anlatmaya çalıştığımız, insanların hayatını, mücadelesini anlatmaya çalıştığımız bir kitap. Hani kendi bağlamımda değil kitap bağlamında bozuldum. Yoksa bu bir imajsa, o bunu söylediği için değiştirecek değilim ama kitap için, kitaba kıyamam gerçekten kıyamam.

İnsanın zihnine, düşüncesine kıyafet biçilir mi ya?

 

Şimdi biz kalıplarla düşünüyoruz, şemalarla. Karşımızdakini de böyle algılıyoruz. Bu tamamıyla sosyolojik bir gerçek buna hiçbir şey demiyorum. Ama bazı şeylerin o kalıpların dışında olabileceği ihtimalini de açık bıraksak. Ama bırakmıyoruz. Özellikle de görünüşüyle ilgili yapıyoruz bunu. Ben hep ayrık otuydum, öğrenciyken çalışırken, anne olarak, eş olarak ve bir yazar olarak da öyleyim yani. Benim görünüşüm budur şimdilerde Saçlarını sarıya boyatmış kırmızı rujlu bir kadınım ben. Benim kendimi görmek istediğim şey bu, görüntü bu. Ben böyle tasarlamışım.

 

Toplumun geneline bakarsan bu pek de ayrıkotu bir görüntü sayılmaz aslında değil mi?

 

Evet değil. Bu tembel görüntüsü, kolayıma giden ve benimle bütünleşmiş bir görüntü bu. Yazan insanın illa bir fuları olacak, efendim bir gözlüğü olacak, koyu renk saçları olacak gibi bir düşünce var demek ki insanların kafasında. Aldığım geri dönüşler böyle. Bana öğretmeye çalıştıkları şey de bu belki. Sadece fiziken değil daha fenası fikren de bir çembere dahil olmam bekleniyor. Ama bu beklentilerin bir karşılığı yok bende. Hiç yok hem de!

 

 

Peki şimdi sırada ne var? Yeni bir öykü kitabı mı?

 

Evet. İlk kitabımda şarkılar üzerinden biraz nostaljik bir giriş yaptık, geçmişe dönüp şöyle bir baktık. Ama şimdiki zamanda gerçek olmayan hallerimize çok da bakmadık sanki. Çürüme şimdi de devam ediyor. Çok da fazla ipucu veremiyorum ama bir öykü kitabı daha şu anda benim için hazır gibi. Onun içinde yeni kitapta bugün aslında neden mustarip olduğumuzun temeline ineceğiz. Bu içinde yaşadığımız yozlaşmanın birkaç nedeni varsa en önemlileri nedir diye düşünüyorum. İkinci kitap bu sorunun, bu düşüncenin, bu arayışın üzerine kurulu olacak. Yine farklı geçişleri, sert ama başka donuşlara sahip bir kitap olacak. Şarkılar eşlik etmeyecek belki bu kez bize ama sürpriz bir eşlikçimiz muhakkak olacak.

 

Teşekkürler.