Hazcılığın Bedensel ve Zihinsel Boyutu
Yazılar

Hazcılığın Bedensel ve Zihinsel Boyutu

A. Galip

Hazcılık sözcüğünün kötü bir şöhrete sahip olduğunu söylemeliyim. Bu günümüzde de böyle geçmişte de böyleymiş. Aşağıda Antik Yunan’da hazcılığın nasıl anlaşıldığını, nasıl tanımlandığını hatta nasıl yaşandığına değineceğim. Günümüzde hazcılığın nasıl anlaşıldığına baktığımızda belli klişeler ve karikatürlerle karşılaşıyoruz. Haz düşkünü kişiler kösnül, ahlaki değerlerden uzak, bedensel zevklerin peşinden koşan tipler olarak çiziliyor. Aslında bu tipin geçmişini Roma İmparatorluğu’na kadar takip edebiliyoruz. Bunun karşılığı Doğu masallarında da bulunuyor. Çıkarları ve zevkleri için ter türlü kötülüğü yapan, kendisini gizlemeyi çok iyi bilen, kurnaz tipleri hemen anımsarız. Bu tipler bazen sarayda vezir olarak karşımıza çıkar bazen acımasız bir tüccar olarak. Her nasılsa iyi niyetli ve adil kralı bir biçimde kandırıp onun gözüne girmiştir.  Roma Krallığı’nda karşımıza çıkan haz düşkünlerini ise şatafatlı kıyafetleri, eğlenceli, görkemli yemek ziyafetlerinden tanırız. İri göbekleri onların haz düşkünlüklerinin bir göstergesidir.

 

Günümüzde hazcılığın, düşkünlük boyutuyla değil ama hafif bir züppelik/snopluk çağrıştıran hafif olumlu bir algısından da söz etmeliyiz. Ehli keyif tipler denir bunlara. Yemekte, sanatta, gezide belli bir inceliği korurlar. Yaşam tarzları bakımından ortalamanın üstünde zevklere sahiptirler. Bunların hazcılığı belli rahatlık, konfor ve tat peşinde olmalarıdır. Bazen hor görülen, bazen gıpta ile bakılan tiplerdir bunlar. Vurdumduymaz, dünyevi kaygıları olmayan ya da bunları umursamayan bencillikleri ile yaşarlar.

 

Hazcılık tabiî ki bu yüzeysel gözlem ve kaba sınıflandırmanın ötesinde bir anlama ve geçmişe sahip bir yaşam biçimi ve algısıdır. İngiliz empirist filozof J. Locke’un da vurguladığı gibi insanlar da tıpkı diğer canlılar gibi “acıdan kaçan hazza sığınan” varlıklardır. Bu anlamıyla haz arayışı insanların doğal bir eğilimi olarak tanımlanıyor. Bildiğimiz gibi insanların üreme, beslenme, barınma, örtünme gibi ihtiyaçlarını gidermeleri onları doğaya hükmetme ve onu kontrol altına almalarıyla paralel ilerlemiştir. Bu süreç içerisinde hazza sığınma güdüsü de yaşamı basitçe hayatta kalma ve soyu sürdürme olmaktan ötelere taşımıştır. Örneğin beslenme artık sadece yaşayacak kadar besin almaktan öte bir anlam taşımaktadır. Benzer biçimde barınma da giyinme de adına mimari denilen, adına moda denilen kurumları geliştirmiştir. İşte hazcılığın kırılma noktasını da buralarda buluyoruz. Artık haz, basitçe acıdan, biyolojik ihtiyaçların giderilmemesinin verdiği acıdan kurtulmak anlamının ötesine taşınmıştır. Bedensel doyumu daha fazla, daha konforlu, daha incelikli bir biçimde yerine getirmek. Hayatı, hazları artırarak yaşamak!

 

Son cümleden hareketle düşünecek olursak aslında hazcılığın çoktan sorgulanmaya başlanıldığı bir duruma karşılık geldiğini görürüz. Galiba bu durumu şu soruyla çerçeveleyebiliriz: Hayatı nasıl yaşamalıyız? Hazları artırarak yaşamak yanıtı verilebilecek yanıtlardan yalnızca birisidir.

 

Yaşamın sorgulanmaya başlandığı bir toplumsal aşamada ahlak kurumunun ortaya çıkmış olduğunu görürüz. İnsanlar artık çeşitli değer yargıları oluşturmuş ve değerlendirmeler yapmaktadır. Hayat nasıl yaşanırsa değerli olacaktır? Hazcılık anlayışı bu aşamada hem bir değerli yaşantı ya da yaşamın gayesi olarak sunulmuş oluyor hem de değerlendirilmesi gereken bir kavram olarak somutluk kazanıyor. Sözün başında yaptığım tespit bu ikinci özelliğinden kaynaklanıyor. Yani hazcılığın kötü şöhreti onun aslında yaşamın gayesi olamayacağı anlayışının yaygınlık kazanmasından kaynaklanıyor.

 

Acaba hazcılığı tahtından düşüren ne? İyi de hazcılığı tahta oturtan kimdi ve nasıl bir algıyla? Soruları yanıtlayabilmek için felsefeye başvurmamız gerekiyor. Öyleyse işin kaynağına, felsefenin başlangıcına, hazcılığın tartışıldığı, kavramlaştırıldığı döneme gitmeliyiz. O döneme gittiğimizde, hazcılığı tartışan filozoflara başvurduğumuzda göreceğiz ki hazcılık konusunda 2500 yıl sonra tekrar başa dönmüşüz. Gerek Kinikler denilen ekolün mensuplarından Diyojen’in gerekse Stoacı filozofların hazcılık tanımı ve onu yaşama biçimleri günümüzde yeniden gündeme gelmiş durumda. Üstelik o söze, o yaşantıya kulak asılmamış olmasının neden olduğu ekolojik yıkımdan ders alınması gerektiğini haykıran bir azınlığa rağmen. Bu ilkçağ filozofları hazcılığı doğaya uygun yaşamak olarak tanımlamışlar ve kendileri de öyle yaşamışlardı. Gelişen süreç ise değil doğaya uygun yaşamayı tam tersine doğaya hükmetmeyi, onunla yarışıp alt etmeyi amaç edindi. Artık can yakıcı bir biçimde görmüş olduğumuz gibi doğayla yarışta kaybeden insan oluyor.

 

Evet hazcılık diyorduk. Platon da Aristoteles de hazcılıkla ilgili epeyce yazı bırakmış durumdalar. Aristoteles’in yazılarından başlayalım.

 

Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserinin 10. Kitabı/bölümü haza ayrılmış durumdadır. Bu bölümde hazcılığı tanımlaya çalışır. İnsan hoş şeyleri tercih eder acı veren şeylerden kaçar. İnsanın bu özelliğini bilen eğitimciler bunu eğitimde kullanarak haz ve acı ile onların davranışlarına yön vermeye çalışırlar. Eğitim karakter erdemleri alanıyla da ilgilidir. Karakter erdemleri ise kişinin huylarıdır. Yani ruhta olup bitenlerin bir bölümüdür. Ruhun diğer bölümleri ise etkilenimler ve olanaklardır. Öfke, korku, sevinç, kıskançlık, kin, haz ya da acılar etkilenimlerimizdir. Yaşantımızda bu etkilenimlerin kölesi olmamalıyız. Diğer bir ifadeyle kendimizi hazlara kaptırmamalıyız. Ne fazla ilerlemeli ne de geride kalmalıyız. Erdemler de böyledir. Erdem ortayı bulmaktır. Örneğin cesurluk korkaklık ile gözü pekliğin ortasıdır. İyiye uygun davranmaktır. İyiyi gerçekleştirmektir. Çünkü iyi “her şeyin arzuladığı şey”dir (Nikomakhos’a Etik, 1094a). “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylem ve tercihin arzuladığı” şey iyinin kendisidir.  Var olmak düşünmek ya da duyumsamaktır. Zaten var olmak yani yaşamak “kendi başına” iyi ve hoş bir şeydir. Başka türlü de ifade edebiliriz. Yaşamak, iyi ve hoş olanı duyumsamaktır (Nikomakhos’a Etik, 1170b).

 

Nikomakhos’a Etik’in 10. Kitabı’nda Aristoteles Eodoksos’un görüşlerini de aktarır. Böylece, iyi, haz ve hoş kavramlarının o dönem nasıl algılandığını da öğrenmiş oluruz. Akıl yürütmesi çok yalındır. Hem akıllı hem de akılsız olan her canlının mutlaka hazza yöneldiğine göre bu durum hazzın kendi başına iyi bir şey olduğunu düşündürür. Aristoteles bu o kanıyı sorgulayacaktır. Her canlının aynı şeyin peşinde olması gerçekte onu iyi yapar mı?

 

Hazzın kendi başına iyi bir şey olamayacağına ilişkin Aristoteles’in kanıtlarından biri onun türce farklı şeyler olmasıdır. Güzel şeylerden kaynaklanan hazlar, çirkin şeylerden kaynaklanan hazlar birbirinden farklıdır. Adalete inanmayan birinin adil olmaktan, müzik sevmeyen birinin müzikten haz duyması beklenemez. Ayrıca “Hiç kimse çocukların haz aldıkları şeylerden olabildiğince çok haz alarak yaşam boyu bir çocuk zekâsına sahip” olmayı istemez.

 

Burada herkesin peşinde olduğu haz beslenmeyle ilgili hazdır. Leziz yiyecek ve içeceklerin verdiği hazdan kimse mahrum kalmak istemez. Peşinden gidilen haz kendi başına, kendisi için değil doygunluk vermesi için beden aracılığıyla arzulanmaktadır. Oysa iyi, sırf kendi başına iyi olduğu için hedeflenmelidir. Bedenin arzularının doyumunu sağladığı için arzulanan hazlara kendinde iyi denilmeyeceği açıktır. Diğer yandan her “Haz ‘iyi’ değil, her haz da tercih edilesi bir şey değil (1374a-10).”  Çünkü çok çirkin bir şey yaparak haz almak da mümkündür. 1

 

Aristoteles, yaşamı mı hazdan ötürü yoksa hazzı mı yaşamdan ötürü tercih ediyoruz sorusunu anlamsız bulur. Etkinlikten bağımsız bir biçimde hazzın oluşmadığını, hazzın ise etkinliği tamamladığını söylüyor. Gerekli olanın o etkinlik türüne uygun olan hazzı izleyebilmektir. Burada etkinlikten kasıt insanların uğraş alanları, ilgilendikleri sanatlardır. İnsanlar haz aldıkları etkinlikleri yapmalıdır. Örneğin geometriden hoşlananlar geometrici olurlar.

 

Etkinlik denilince Antik Yunan’daki bakış gereği zihinsel etkinlikler olduğunu eklememe gerek yok sanırım!  Doğal olarak önemsenen, övülen hazlar da zihinsel etkinliklerin yaşattığı hazlar olacaklardır. Çünkü ancak erdemli etkinliğe uygun olan bir haz doğru hazdır. Güzel şeylere duyulan tutkular övülür aksi yönde olanlar yerilir. Erdemli uğraşların verdiği hazlar kendi başına iyidir.  İyi ancak kendisine başka bir şey eklenmeden arzu edilendir. Başka bir şeyden dolayı ulaşılan hazlar iyi değildir. Nitekim yukarı da etkilenimlerin duyumsattığı hazların iyi sayılmadığını görmüştük. Bu tür hazlara Platon da iyi gözle bakmaz.

 

Platon’un Philebos adlı diyalogu iyinin ne olduğu tartışmasıyla başlar. Philebos’a göre bütün canlı varlıklar için iyi “sevinçten, haz duygusundan, eğlenceden” başka bir şey değildir. Sokrates’e göre ise, “bilgelik, zekâ, bellek ve aynı özden olan her şey, düzgün düşünce, doğru uslamlama” haz duygusundan daha üstün ve daha iyidir. Bu tartışmanın amacı aslında “bütün insanlara mutlu bir yaşam sağlamaya elverişli yaşayış ve ruh durumu”nun ne olduğunu bulmaktır. Ortada iki farklı görüş bulunuyor, haz duygusu ve bilgelik. Sokrates’in temel itirazı haz duygusunun birçok türü olduğu ve bunların da çoğu durumda birbirine benzemeyip hatta birbirlerine karşıtlık oluşturduğudur.  Böylece haz duygusunun sonsuz olduğu zekânın ise tek olduğu görülür. Üstelik zekâ, her şeyin, evrenin, güneşin, ayın, yıldızların, gökyüzünde olup bitenlerin yöneticidir. Öyleyse her durumda arzulanan biricik şey zekâ veya bilgeliktir. Haz ise kimi durumlarda istenir kimi durumlarda istenmez. Kimi hazlar arzu edilir kimi hazlar arzu edilmez. Yaşamda tutulacak biricik ve üstelik tanrılara yaraşır olanı akla ve bilgiye uygun olan yoldur. Ayrıca tanrılarda haz duygusunun da bunun karşıtı olan bir duygunun da bulunmadığı açıktır. Hazlar bedenin duygulanımları olduğu için gelip geçici, bozulup yok olmaya meyillidir. Ruh veya zihin isterse benlik diyelim, bedene ihtiyaç kalmaksızın kendi hazlarının peşindedir. Buna da zihinsel hazlar veya entelektüel arzular denilir. İyi bir yaşam ancak zihinsel hazlarla yaşanır.

 

Zihinsel hazların peşinde bir ömür daha doğrusu yarım bir ömür sürmüş birine örnek olarak Sokrates verilebilir. Zihinsel hazların peşinde erdemli bir hayat sürmesinin “ödülü” olarak ölüme mahkûm edilmiştir. Toplumun genel geçer zevk, moda ve ilgilerine itibar etmeyen Sokrates erdem ve bilgi peşindedir. Paraya, zenginliğe, üne, şana itibar etmez. İhtiyacından fazlasını ne ister ne de biriktirir. Bedeniyle barışık, doğayla uyumlu hakikat peşinde bir yaşam sürer. Sokrates’in hazdan anladığı şey doğayla uyumlu bir yaşam sürmektir.

 

Kendisine “at sineği” diyen Sokrates yaşamı, üstün değerler adına sorgulayıp mahkûm ediyordu. Zira ona göre sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmeyecektir. Bedensel hazlar açısından minimal bir yaşam sürerken zihinsel hazlar bakımından ideal olanın peşinden gidiyordu.

 

Sokrates’in mütevazı yaşamı idamından sonra çeşitli felsefeciler tarafından örnek alınıp sürdürülür. Elbette ki her düşünce her “izm” gibi değişime de uğrayacaktır. Örneğin Diyojen, Sokrates’in bu mütevazı yaşam anlayışını mantıksal sonuçlarının sınırına kadar izlemiş işi sokakta bir fıçıda yaşamaya kadar götürmüştür. Yine o dönem Stoacılar denilen bir grup, yaşam ve haz ilişkisini felsefi olarak kuramsal bir boyuta, sosyal yaşamda da pratiğe dökmüş ve uzun yıllar etkili olmuştur. Yazının başında da ifade ettiğim gibi günümüzde dünyamızın ve insanlığın geldiği nokta Stoacıların haklılığını göstermektedir. Doğayı bu denli medeni (barbarlık veya vahşi dönemi geride bıraktığımıza göre) ve son teknolojik araçlarla savurganlığımızın hizmetine sunduk ki onsuz yaşayamayacağımız su ve havayı da kritik duruma getirdik.

 

 

Kaynakça:

Platon, Philebos, Çeviri: Sabri Esat Siyavuşgil, MEB Yunan Klasikleri, 1959, Ankara

Aristoteles, Nikhomakos’a Etik, Çeviren: Saffet Babür, 1998, Ankara