I. Edirne şehri mi bu ya gülşen-i me’va mıdır
Anda kasr-ı padişahi cennet-i a’la mıdır
Nef’i
I. Edirne şehri mi bu ya gülşen-i me’va mıdır
Anda kasr-ı padişahi cennet-i a’la mıdır
Nef’i
Yalnızca şiiriyle anımsanan pek az edebiyat insanından biridir Niyazi Akıncıoğlu. 1940’lı yılların edebiyat iklimi içerisinde bir taraftan Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Mehmet Kemal, Attila İlhan, Ömer Faruk Toprak gibi roman da yazan ama şiir uğraşılarını sonuna değin bırakmayan isimlerin yanında Akıncıoğlu az da yazsa, uzun süre dergilerde gözükmese de hep şair kalmış biridir.
Edebiyat tarihimizde 1940 kuşağı olarak adlandırılan yazarlar, politik olarak farklı siyasi (örneğin Akıncıoğlu Demokrat Parti’de) partilerde yer almalarına karşın dünyayı sol, sosyalist bir pencereden görmeye çalışmaktadır.
Vatanseverlik bu edebiyat kuşağının en belirgin özelliklerindendir. Hamaset yapmazlar.
Direnmek de öyle. Devrimcilikleri bu dirençten kaynaklanır.
İkinci emperyalist paylaşım savaşı yılları ve sonrası, Türkiye’de özellikle şair ve yazarların ağır baskı ve şiddetle karşılaştıkları bir dönemdir. Bu iklim, kurucu ve yönetici kadrosunu aynı parti içerisinden, yani CHP’den çıkarmış DP’yle birlikte çok partili hayata geçildiğinde değişmemiş, ona ümit bağlayanları da karamsarlığa iten bir tutumla 1950 sonrası da devam etmiştir. Bu bakımdan da İsmet İnönü’nün ‘milli şeflikle’ sınırlandırılmış dönemi, yönetenlerin bir aydın ve sanatçı korkusu dönemidir.
Gelinen nokta, barışçı ve toplumcu yazar ve şairlerin tutuklanmaları, mahpus damlarında eziyet görmeleriyle adlandırılan bir süreç olur.
İktidar korku duvarının arkasında, çaresizlikle sanat ve edebiyat düşmanlığını hükümet etmenin parçası görür.
Muhalefet ederek CHP’den ayrılan ve tıpkı Amerika’daki Demokratların yerine geçeceklerini ve kendilerini koptukları siyasi gelenekten ‘iki parmak solda’ söyleyerek Demokrat adını alan ama trajikomik bir biçimde halkın dilinde ‘demir kırat’lıkta kalan DP’nin bu kırıcı ve kıyımcı tavrı başta barışseverler aydınlar olmak üzere toplumun tüm demokrat ve toplumcu kesimlerine yönelir.
Şaşkın bir muktedirlik söz konusudur ve bu şaşkınlık sadece kültür sanat alanında değil, kentleşme de içerisinde olmak üzere toplumu dizayn etme çabalarının hemen tamamında ortaya çıkar.
İki kutuplu dünya, en çok de Türkiye’nin hırpalandığı bir gerçekliğin ifadesidir. 1944’te Stalin’in Montrö Anlaşması’nı gözden geçirme talebi, Türkiye’yi Amerika ve İngiltere’ye yakınlaştırmış ve bu iki sömürgeci devletin önerdiği anlaşmalara imza atmaya ve NATO ile IMF gibi birliklere üye olmaya zorladı.
Razı olanların da cephe oluşturduğu 1940 ikliminde İktidarın kırıcı ve kıyıcı politikasından en çok da Niyazi Akıncıoğlu ve kuşağının ilerici sanatçıları paylarına düşeni aldı.
Vasatın hâkim edilmeye çalışıldığı bir düşünsel dünyadan da söz etmek gerek. Düşünsel ufku dar iktidarların ve onlarla birlikte hareket edenlerin oluşturmaya çalıştıkları zemin böylesi vasatın gücüyle tutunma telaşında olanlarla doludur. Niyazi Akıncıoğlu kuşağının karşılarında buldukları iktidarcı güç bunlardan oluşmaktadır.
Esasen toplumsal düzeyde bireyleşme, Türkiye’de kalıntıları bugün de süren feodal cemaatleşmenin yansıması olduğu kadar edebiyatın da problemlerinden biridir. Doğrusu edebiyatçı bu bireyleşmeyi geç kurmuş durumdadır. Burada temel çelişkilerden başlıcasını toplumsal olanla bireysel olanın ayrımında bireyin öncelenmesinin eksik bırakılmasında yatmaktadır. Akıncıoğlu’nun da dahil olduğu 40 kuşağı şairlerinin pek az kavranabilen belirgin özelliklerinden biri ferdin belirleyici rolünü verebilmiş olmalarıdır.
Uykuya salıverilen toplumun kılcal damarlarından uyaran bir şiirdir onun ve onunla birlikte aynı duyarlıktaki şairlerin eylemi. Eylemi sözcüğünü özellikle seçiyorum, zira o yıllarda şiir yazmak, sanattan edebiyattan bahsetmek, onun içerisinde olmak cidden bir eylemdir. İktidar da bunu böyle gördüğü için cezalandırmaya, bu eylemin içerisindekileri susturmaya çalışmıştır.
“Adını ilk defa/Yedibelâ Rasimin hançerinde okudum” diyor ya Bursa şiirinde, ‘yedibelâ’lardan geçerek şiirini varetmiş bir kuşağın şairidir Akıncıoğlu! Yorgun olmayan bir duyguyla aşkı besleyen de o dirence dahil olmasıdır.
II. Geçmiş kurma şansımız var mıdır?
İç ve dış mekanlarıyla; ev, avlu, sokak ve bilcümle şehrin, bizimle akrabalığı, ilişkisi nedir?
Soru çoğaltmak niyetinde değilim ama bir karşılık arayışı içerisinde olduğum aşikâr. Şehre dokunmak, onunla yaşamak deyimi, sanki geçmiş dediğimiz ve yaşadığımız bugünle geleceği şekillendirmek bakımından da türlü anlamlar kurduğumuz bir hikâyenin kahramanlarını anlatır bize. Bu hikâyenin içerisinde olmak, kahramanlarından biri sayılmak ayrıcalığı sanki duygusal olarak olduğumuz yerle olabilmek istediğimiz yerin de adresine ulaşmak isteğidir.
Ayrıcalık mı?
Şadırvanında bir ırmak serinliğini yudumlayıp, er meydanında duayı bir şölen haykırması olarak nidalandıran cazgırın pürtelaşında, kenetlenen ellerle bağdaş kurmuşluğu yan yana getiren halkın mahsus duruşunun resminden daha berrak ne aranabilir? Saklanmış, bir kıyıda gizlenivermiş bütün yalnızlıkları kendi kabuğunda çoğaltmış bu insani halden payımıza düşeni, ‘şataraban makamında’ söyleyebilmek ne güzel.
Öyle olması gerekmez mi?
Kent tarihi yazımı, yakın dönemin merak konularından biri olmasına karşın, Edirne şehri, mimari dokusu, insan malzemesi, iktisadi hayatımızdaki yeri bakımından hak ettiğince ele alınabilmiş değil. Bizim de Trakya Üniversitesi’nden hocamız olan, Dr. Ratif Kazancıgil’in yorulmak bilmez uğraşla ortaya koyduğu Edirne kitapları da olmasa, bu konudaki fukaralığımız kat be kat artmış olacaktı. Bütün bunlarla birlikte, kendi başına bir bellek olma özelliğini de ne acıdır, ‘modernleşme’nin insanı olduğu kadar doğayı da fukaralaştırdığı küresel imparatorlukta, Edirne şehri de yitirmeye başladı.
Taşı, tıpkı sözcükleri ustalıkla işleyen bir şairin muhteşemliğinde nakışlayan Mimar Sinan’ın sadece Osmanlığı rönesansının başyapıtı olmakla kalmayıp, 16. yüzyılı kapsayan rönesansın da eşsiz eserlerinden biri Selim Sultan Camii, nam-ı değer Selimiye’yi barındırmakla, tartışmasız bunu yansıtan bir şehirdir. Zamana direnen, bu çağın insanının şehirle olan barbarca ilişkisine rağmen, ruhu ve kokusu olan bir şehirdir.
Tarihle höykürmeyi hafıza tarumarlığının örtüsü haline getirmişlerin bolluğunda, neresinden bakılırsa bakılsın, kendi başına bir bellektir Edirne.
Şairle, dolayısıyla da şiirle kent arasında derin bir bağ olduğunu düşünürüm. Kimi kentlerin şairlerle anılması gibi, kimi şairlerin de yaşadıkları ya da yazdıkları kentlerle özdeşleşmeleri, anılmaları gibi.
Bu yazımda, Edirne’yi Akıncıoğlu’nun dizelerinin çağrışımından okuyama, anlatmaya çalışacağım.
Niyazi Akıncıoğlu, 40 kuşağı olarak da adlandırılan poetik bir bileşkesini benim henüz net olarak kavrayamadığım ancak siyasetin hışmına uğramak bakımından ortak bir hırpalanmışlığın, akıl almaz eziyet görmüşlüğün adının konduğu yerde buluşan şairler kesiminin önemli isimlerinden birisi. Hiçbir şey yapmamış olsa, tek başına şu iki berceste mısraı bile onu edebiyat tarihimizde haklı bir konuma getirmeye yeter: “Selamın geçiyor besbelli/yeşerdi telgraf direkleri”. Hangi şaire, kaç bin çiçekten derlendiği kestirilemeyen böylesi dizeler nasip olabilir? Kaç şair, billur bir seda gibi Türk şiirinin semasında salınıvermiş bu kerte dizeleri bahşedebilmiştir?
III. “Bir yerde görürsen ki:
Ağır ve edalı akar,
dal dal söğütler öperek
samur üç belik gibi
üç koldan sular;
müjdeler olsun efendim:
Edirne’desin.
Kapitalist dünyanın nimetleri algılama gözünden baktığınızda, diğerleri enerji ve gıda olmak üzere, su, küresel dünyanın üç önemli güvenlik unsurunun başında gelenlerinden. Hayatla ve dolayısıyla doğa ve başka canlılarla kurduğunuz insani ilişkide ise, su bütün saydamlıkların, bütün içten ifadelerin en has en duru hali.
Tunca, Meriç ve Arda. Günü aydınlatan güneş, geceyi anlamlandıran ay aydınlığında üç belik örgüsünü bir yiğidin gövdesine kement eder gibi sarmalayan güzelin hararetinde bir sevda, bu üç nehrin Edirne’ye, nankörlük etmeyen Edirne’nin de bu üç nehre aşkı.
Miladın 125. yılında İmparator Hadrianus tarafından- ki bu ünlü komutanın Antalya’daki Adrian kemerinden, Antakya’daki köprüye, Efes’taki mabede kadar Anadolu coğrafyasında birçok eseri vardır- Tuna ve Meriç nehirlerinin kesiştiği bölgede kurulan, Adrianopolis, Adrine ve nihayetinde de Türkçenin o hoş evirme zenginliğinde bizim olan Edirne. İmparatorluğun Bursa’dan sonra ikinci başkenti olması ve Bizansın başkentine buradan fetih düzenlenmesi, şehrin tarihteki görkemine yıldız düşüren nişaneler olmak yanında, Anadolu’dan Balkanlara ve dolayısıyla bütün Avrupa’ya kervanlarla olsun, ordularla olsun açılmanın ekonomik ve siyasi güzergahını da teşkil etmesi bakımından önemini her daim koruyagelmiş bir konaklama ve geçiş güzergahı. Bu bakımdan da Edirne, özellikle 16. ve 17. yüzyılda kazandığı mamur kimliği, 20. yüzyıla kadar korumayı, iktisadi bakımdan taşıdığı bu zenginliğe borçludur.
Su, bu şehrin adıysa, köprü soyadı gibidir. Meriç üzerinde gelin boynuna asılmış gerdanlık gibi duran, doğanın en sempatik malzemesi taştan köprü üzerinde yürüdükçe hamağında sallanan bebek gibi ana kucağının sıcaklığına kavuşturur insanı. Şairin dediği üzre ebem kuşağının üzerinde yürür gibi:
Mevsim fasl-ı bahardır,
gecedir ve mehtap vardır.
Ve sen,
bir kavsi kuzahta yürür gibi
köprülerdesin.
Otopark ve üstgeçit barbarlığının şehirlerimizi kuşattığı bir çağda, okumaz yazamazlıklarını bir yana bırakalım görmez aymazlıklarıyla da rekor kıracak belde-i israfçılarımıza bir büyük mektep olan Selçuklu ve Osmanlı su kemerlerini, köprü ve sebillerini o her çentiğinde yaşamaya dair ayrı bir canlılığın var olduğu çarşılarını anlatacak, yetmezse gösterecek ancak ondan sonra şehrin yönetim yetkisini verecek bir işleyişin sağlanmasını ne çok isterim.
İki yakayı, tarihi Edirne şehri ile Karaağaç’ı birbirine bağlayan, yani adını üzerinde gerdanlık gibi durduğu Meriç nehrinden alan bu köprü, altından tek damla suyun akmadığı mevsimlerde dahi, eğilsen suretini yansıtacakmış gibi şanına yakışır bir endamla bir yakadan diğerine uzanıverir. Tersini de söylemek mümkün, bahar coşkusuyla çağıldayarak akan sel sularının ürkütücü gürültüsünde bile üzerinde yürüdüğünüzde, eğilip aşağıya bakma ihtiyacı duyar, benliğinize, güvenli bir zeminin kudretini kazıyıverirsiniz.
Şataraban makamında bir şarkı dudaklarına,
düşünür çözemezsin:
Bu naz-ı istiğna, bu avaz neden;
neden yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle ferman etmiş eden
Kimseler bilmez.
IV. Edirne, benim kişisel tarihimin önemli dönemecidir. Üniversite öğrenimin bir bölümünü orada tamamladım. Hayatla, ergenlik çağı içerisinde birisinin doğrudan teması da denilebilir, bu şehirde dal budak saldı. Zira aklı buluğ denilen ayakları yere basma çağım, yani matematiği dört işlemden ibaret bilmeyip, ekmek zeytin hesabını öğrendiğim evet, kitapla kalemle de bu hesabın bütününde buluşup, bütün bunları bilinçlice değerlendirme şansım Edirne’de başladı.
Su, köprü, taş… Kıyık ’tan başlayıp, Yıldırım’a yahut Saraçlar Caddesinden Karaağaç’ın sınır boyuna; Ayşekadın’dan çıkıp tarihi Sarayiçi’ne kadar bastığınız her noktanın vücudunuzla birlikte hissedildiği bir dimağ şehir. Ağaçları dallarıyla değil de gövdeleriyle seyrettiğiniz kadım bir diyar Edirne.
Hudut sözcüğünün kültürel anlamda sanki Balkanlardan değil de Anadolu’dan yana çizilmiş olduğunu, çay bahçesi gerçeğini, bedesten görkemini, gökkubbe sarkacında, şehrin neresinden bakarsanız bakınız, başınızın üzerinde semaya asılmış billurdan bir avize gibi insan maharetinin nasıl bir uygarlık simgesine dönüşebildiğini müjdeleyen muhteşem yapı Selimiye…
“Gönül bir top ibrişim
sarılsa çözülmez
Burda her şey,
bakınır hüsnüne hayran
Seyreyler cemalini eğilmiş suya
mermer ihtişamında serhad-i vatan.
Aşina bir çehre sezer belki diye
devr-i saltanatından Edirne;
bir deste alev güldür, mahzun;
yar elinden düşürülmüş şimdi suda.
Bugün artık Edirne’de dükkân veya seyahat araçlarının levhalarında serhat adını sıklıkla okuruz. Bu tabir esasında imparatorluğun Yanya, Kosova, İşkodra, Manastır gibi şehirlerini kaybettiği Balkan Savaşı yıllarında ortaya çıkmış bir gerçektir. Hatırlanırsa, 1912-13’ün kışında, bir ara başlarında General Ivanof’un bulunduğu 40 bin dolayındaki askeriyle Bulgar ordusu Edirne’ye girmiş ve birkaç ay süreyle de burasını işgal altında tutmuştur. Şairin serhad-i vatan dediği, Meriç’in oluşturduğu ufuk haddi, o tarihten beri mahzun bir bakışla haritada yerini alır. Bu mahzunluk, Edirne ahalisinde hiçbir zaman diyarı gurbete kaçmaya dönüşmemiştir. Bu sitemkâr haykırış, hudut gerçeğinin içe yönelttiği göçebelikten kurtulmuş insanın, oralı olmasıyla ilgili bir duygudur.
Ve sular;
şimşir kelamı dilinde
destan okur, okur akar.
Ve bihaber, Yıldırım’da bir evcikte
-akan sudan, uçan kuştan-
yeşil dut yaprağında
ak bir ipek böceği,
kozasını dokur dokur ölür.
Su, bizim kültürümüzde sonsuzluk imgesidir. Osmanlı ülkesinde, su üzerinde kişisel tasarrufun söz konusu edilmezliği de bu ‘ilahi’ kaynağa verilen önemin bir başka göstergesidir. Özellikle imparatorluk kültüründe sebillerin yaygınlığı, mahalle çeşmelerinden kesintisiz akan su bu sonsuzluk imgesinin şehirle, dolayısıyla doğrudan hayatla buluşma halidir. İnsan, yaşadığı hayatı ölür. Tıpkı kozasını tamamlayan ipek böceği gibi. Ölümün bir yok olma duygusundan çıkıp, bu kültürde Hakka yürümek deyimine dönüşmesi bundandır. Su ve kozasını dokuyup dokuyup ölen ak bir ipek böceği, mersiyeye muhtaç olmaksızın ömrünü büyüten insan eylemenin bir şehirle kucaklaşma halidir.
Estetik kavrayışın insan zihnini boyutlandırmak bakımından mekanla nasıl büyük bir bağdaşıklık oluşturduğunu da geçen çeyrek yüzyıllık süre içerisinde bu izdüşümün ışıklandırıcı sonuçlarıyla kavramaya çalıştım. Bazı kentleri yaşamak için, arkeolojik algı gerekir. Edirne, ancak içerisinde yaşadıkça kavranabilinen; dokundukça, koklandıkça hissedilebilinen bir kenttir. Tuhaftır, Osmanlıya başkentlik yapmış olmasına karşın, bu şehirde hiçbir sultanın mezarını göremezsiniz. Osmanlı sanki ayakta duran, diri ve canlı haliyle bu şehirde olmak istemiştir. İstanbul’un başkent olmasından sonra da burasını bir yazlık başkent olarak yaşamasını bunun göstergelerinden saymak gerekir. Gam ve kasvetin yakışmadığı, telaşsız yaşamaya geldiğiniz, neşe ve coşkunun başkentidir Edirne.
Her bireysel hikâyenin arkasına anlamlı bir geçmiş yapabilme şansımız ne yazık ki yok. Tersini söylersek, her anlamlı geçmişin bugün anlatılabilen bir hikayesi vardır. İnsanlar gibi; canlılığını uzun tarihsel süreç içerisinde sürdüregelen kentlerin de böyle bir yazgısının olduğunu ifade edebiliriz. Edirne şehri, bir imparatorluğa başkentlik yapmanın ayrıcalığıyla Eski Cami, Selimiye gibi Türk-İslam sanatının zirve anıtlarına sahip olmakla her daim göz kamaştırıcı saltanatını koruyagelmek yanında, Türkiye’nin ‘Avrupası’; Türkiye’nin Balkanları olmakla da ayrı bir kültürel çoksesliliğin nişanesi olarak ayrıcalıklı konumunu korumaya devam etmektedir. Bunu yabana atmamak gerekiyor, zira 19. Yüzyıldan itibaren daralan imparatorluk sınırları ve devamında, Balkanlardan Anadolu’ya göçlerin ana merkezi durumundaki kent yine Edirne olmuş; bir coğrafi geçiş olmanın ötesinde merkez olma işlevini her zaman muhafaza etmiştir.
Bu bakımdan da telaş etmeksizin, bir yerden bir yere ulaşma keyfinde olduğunuz kentlerden biridir Edirne.
V. Uyanır veda etmiş bir uykuya,
konuşan bir dil olur
çiler uzakta;
bülbül sesi yağmur gibi
Bülbül Adası’nda.
Kanadı gümüşlü kuşlar geçer
İki aşk bölüp mehtabı;
Kıyık’tan uçurulmuş
salınır bahçeler içre kızlar ki;
nazardan kaçırılmış.
Ağzında kan kırmızı can eriği,
mehtapla beraber düşmüş gibi arza;
kızlar ki güzel,
dört başı mamur ve murassa
Sevdaya tutulmak bile mümkün
yeni baştan.
Kimi şehirleri bir kere yaşarsınız; arkanızı döndüğünüzde başka bir gökyüzü, başka bir rüzgarla tanışırsınız. Aynı nehirde iki kez yıkanılamayacağı gibi. Benim için İstanbul böyle kentlerdendir. Şimdi kimi başka Anadolu kentleri gibi modernliğin berbat bir dolu gibi sağanak geçtiği Ankara’da öyle olmaya başladı.
Edirne, yeni kurulan Beşyüzevler, Binevler gibi mahalleleriyle bir şairin tasarımından çıkmış olsa da ayrı bir doku ve ‘medeniyet’in fotoğrafıdır ama; türlü eklemeler ve yıkıntılarla tarihi şahsiyetini değiştirmiş olsa da Eski İstanbul Caddesini takip edip, Ayşe Kadın mahallesine ulaştıktan Kapıkule’ye kadar sizinle birlikte çoğalan, dönüp yeniden uğradığınızda sizinle genişleyen bir şehir, ruhu olan bir beldedir.
Birçok şehrimizde Kaleiçi mahallesi vardır, Edirne’de bu kavram yerini Sarayiçi’ne bırakır. 18. Yüzyılda geçirdiği yangından sonra görüntüsünü ancak tarihi resimlerde bulabildiğimiz Edirne Sarayı, her yıl günlerce süren ve bütün Balkanlardan akın akın insanların ziyaretgahı haline gelen bu coğrafyanın en görkemli karnavallarından Kırkpınar şenliklerinin adresi olmakla, tarihini yazmakla kalmaz kendi tarihini yaşar.
VI. Neden yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle ferman etmiş eden.
Söylemek kolay olsa eski türküsünü:
“Edirne köprüsü taştan
Sen çıkardın beni baştan.”
Ayırdın anamdan, hem kardaştan.
Sular, gökkubeyi hayran bırakacak yapılar ve köprüler… Hayatla aramızda akrabalığı güçlendiren insana açılan kapı ve sokaklar. Edirne, şimdi, akıllara ziyan maddeci hayatın kahredici kuşatıcılığında iki saniye olsun kokladığı havanın kıvamını kavrayamayan çağım insanının büyük yalnızlığında, atlattığı büyük badirelerin çentiklerine bakarak, hüzünlü bir gülümseme içindedir.
Sarayiçine kurulan panayırların, insan sesinin yalın güzelliğiyle süslenen pehlivan şarkılarının, muhabbete diz çöküp üzerinde bağdaş kurulan çimenlerin karşısında, başka bir dünyanın; petrol kokusunun, plastik ve sentetik kumaş eşyaların, mekanik sesli müezzinlerin, yani bugünün fotoğrafında önde duran Edirne’nin sedası bir ‘başka’ gibi gelse de, Muharrem Niyazi Akıncıoğlu’nun müjdeler olsun dediği o geçmişin geleceğinden; evet, gelecek kurma şansımız her zaman vardır.
Niyazi Akıncıoğlu
1919 yılı kasım ayında Kurudere’de dünyaya gelen Muharrem Niyazi Akıncıoğlu, ilk şiirini on altı yaşındayken yazmaya başlamış kendi deyimiyle “Evvela Nazım Hikmet, sonra da Orhan Şaik Gökyay” etkisinde” şiirler yazmış ve 1938 yılında da ilk ürünlerini, Bursa’da Haykırışlar adıyla kitaplaştırmıştır. Edirne lisesinde okuduğu yıllarda öğretmenleri arasında, ilk kitabını da ithaf ettiği Orhan Şaik Gökyay da vardır. Bursa Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitiren Akıncıoğlu, Sonrasında, şiirlerini, büyük bir kısmı Yürüyüş olmak üzere, Ses, Gün,Sokak Pazar Postası, Pınar, Meydan, Yeni Mecmua, İnsan ve Yansıma gibi edebiyat dergilerinde yayımlamıştır.
1 Şubat 1979’da hakka yürüyen Akıncıoğlu’nun dergilerde kalan şiirleri Ömer Can ve Hüseyin Atabaş tarafından derlenerek, 1985 yılında Hacan Yayınları arasında, Umut Şiirleri adıyla