“İnsan, kendi Hayatının Bir Tarihçisiyse Eğer En Çok Silip Yeniden Yazdığı Sayfalar Aşklarıdır.”
Söyleşi

“İnsan, kendi Hayatının Bir Tarihçisiyse Eğer En Çok Silip Yeniden Yazdığı Sayfalar Aşklarıdır.”

Şirvan Erciyes

Şirvan Erciyes: Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi, Ocak 2023’te yayımlandı, 6 Şubat’ta deprem felaketini yaşadık. O süreçte çoğu insan gibi ben de okur yazarlıkla arama mesafe koydum. Üstelik böylesi kırılma anlarında edebiyattan uzak dursam da yine ona koşacağımı biliyordum. Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’ni yayımlandıktan bir yıl sonra okuma nedenlerimden biri buydu. Sizi nasıl etkiledi bu süreç, okur yazarlığınızın sekteye uğradığı dönemler oldu mu?

 

Murat Gülsoy: Elbette çok kötü etkiledi. Aklım ermeye başladığından beri ülkemizde büyük depremlere ve yol açtığı trajik can kayıplarına tanık oldum. 1999’da örneğin İstanbul’da çok ciddi bir şekilde travmatize olduk. Ayağımızı bastığımız toprağa, içlerinde yaşadığımız binalara güvenimiz sarsıldı. En fenası da tüm bu ölümlerin önüne geçebilecek teknolojinin ulaşılabilir olduğu bilgisine sahip olmak. 1999’da yıkımın büyüklüğü karşısında insanların hızla seferber olması, sivil toplumun bu konuda gösterdiği hızlı dayanışma becerisi o dönem “bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” inancını pekiştirdi. Tabii bu tür radikal bir değişim ancak devletin kararlı ve planlı çabalarıyla gerçekleşebilirdi. Olmadı. Ne yazık ki o zamandan bu zamana hükümet edenler bu konuya gerektiği gibi eğilmediler; kısa dönemli rant paylaşımına devam ettiler ve biz ülke olarak peş peşe birçok doğal ve doğal olmayan felaketle karşılaştık. 1999 depreminde oluşan sivil bilinç yine de kaybolmadı, başka bir işlev kazandı. Çevre konusundaki duyarlılık 1970lerde, 80lerde kimi solcu aydınlar tarafından küçümsenirdi; örneğin Attila İlhan’ın çevrecilik gibi akımların üçüncü dünya ülkelerini sanayileşmeden uzak tutmak, gelişmelerinin önüne set çekmek için uydurulmuş burjuva ideolojisinin bir parçası olduğunu söylediğini çok iyi hatırlıyorum bire bir sohbetlerimizden. Oysa kent ve doğaya sahip çıkmak son yirmi yılın en önemli muhalefet hatlarından birini oluşturdu ki Gezi direnişi bunun en güzel örneklerinden biridir. Zeytinliklerden mahalle parklarına, temiz su kaynaklarından ormanlara varlıklarımızı, geleceğimizi korumak konusunda çok kararlı bir toplum olma yolunda ilerlediğimizi düşünüyorum. Yaşanan son felaket ise başka boyutlarıyla bizi kahretti. Artık dayanışma, yardım, kurtarma, destek konusunda sivil toplum olarak daha hızlı tepki verebiliyoruz ancak yardımların ulaştırılmaması, engellenmesi, çalınması, bölgelere ayrımcılık yapılması, televizyon kanallarında sözde bağış gösterileri gibi olaylar aslında ülkede yaşanan yönetim krizinin yarattığı çürümeyi gözler önüne serdi. Ne yazık ki çok büyük bedeller ödendi… Tabii yılmıyoruz, elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz, çünkü biz geride kalanlara düşen daha iyi bir gelecek kurmak için çalışmak…

Fotoğraflar : Hasan Aydın

Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’ne birkaç kez başladım, ihtiyar bir ressamın geçmişe dönük anımsamalarıyla ilerleyen anlatı beni hemen içine almadı, diğer romanlarınızı okurken böyle bir şey yaşamamıştım. Üç yüz küsur sayfa boyunca bir ihtiyarın geçmiş anlatısına maruz kalma fikri gözümü korkuttu sanırım. Romanı yayımlandıktan bir sene sonra okumamın bir diğer nedeni buydu, itiraf ediyorum. İhtiyarlık bu aralar üzerinde sıkça düşündüğüm bir kavram. Bedenin değişip güçten düşmesi görünen belirtilerken, duygular, arzular, tutkular neye dönüşüyor asıl merak ettiğim bu. Vasıf bedenen ihtiyarlamakla birlikte duygu, tutku ve arzuları diri bir karakter. İhtiyarlığın bu yanını kurgularken gözlemlerinizden mi, okuduklarınızdan mı yararlandınız?

 

Yaşlılık, yaşlanma üzerine ilk kez yazmıyorum. Daha önce Nisyan adlı romanımda da yaşlı ve zihinsel yetileri yavaş yavaş solan bir adamın içdünyasını yazmıştım. Yaşlılık insanın gelecekte dönüşebileceği olası hallerinin bir ifadesidir. Ailemde çok sayıda yaşlı insanın hayatlarının son dönemlerine tanık oldum. 80, 90 yaşını aştığı zaman insanların gündelik hayatlarının nasıl değiştiğini görüyorsunuz, bunun başka bir varoluş biçimi olduğunu anlıyorsunuz. Bedensel kısıtlamalara zihinsel engeller ekleniyor. Aslında bu yavaş yavaş içinden geçtiğimiz bir süreç. Şimdi ben de gençliğimdeki kadar esnek bir bedene sahip değilim, yeni şeyleri öğrenmek konusunda çocukluktaki dimağ keskinliğinden eser yok. Ancak tüm bu zayıflıklarla beraber orta yaşta deneyimlerle güçlenmiş bir beyin yapısı ortaya çıkıyor. Tutkular, arzular, korkular… Bunlar her yaşta farklı şekillerde yaşanır sanıyorum ama kişisel farklılıkların daha ön planda olduğunu düşünüyorum. Öyle yaşlı insanlar tanıdım ki çeyrek yaşındaki gençlerden daha neşeli, zeki, hayat doluydular. Tabii böyle olmalarının arkasında kendilerini zihinsel olarak ifade edecek yollara sahip olmaları yatıyor. Üretkendiler. Vasıf da bir sanatçı, dolayısıyla halen resim yapıyor, üretiyor. Sanat arzularımızdan ve korkularımızdan beslenir. Bu yüzden de sanatçıların yaşlılık ve ölüm karşısında daha dayanıklı olduklarına inanıyorum.

Gerçek karakterler gerçek isimleriyle yer alıyor romanda, yalnızca ressamlar değil üstelik, Necdet Sander, Adalet Cimcoz, Beşir Fuad gibi isimleri anmanızda vefa duygusunun yerini merak ediyorum. Önemli işlere imza atmış, ilginç hayatlar yaşamış insanların unutulup gitmesine gönlünüz razı gelmiyor sanırım?

 

Ben bu kitabın belgesel bir roman olmasına çalıştım. Vasıf ve ailesi dışındaki herkesin, her ayrıntının ulaşabildiğim kaynaklardan edindiğim bilgilere göre “gerçek” olmasına özen gösterdim. Bu tarz yazmaya Gölgeler ve Hayaller Şehrinde romanımla başlamıştım. Tarihsel gerçekliğin içine kurmaca karakterleri yerleştirmek zamanda yolculuk yapmak gibi bir haz veriyor yazarken. Geçmişte yaşanmış ve henüz yeterince anlatılmamış çok renkli hayatlar var. Bunların anlatılması, anlatılmaya çabalanması bir anlamda bir kazı çalışması. Yakın tarihimizin gündelik hayatının arkeolojisini yapmak gibi… O zamanları yakından incelediğim zaman hem yaşadığımız büyük değişimin boyutlarını daha iyi kavrıyorum hem de çok eski zamanlardan beri kimi özelliklerin, eğilimlerin, çelişkilerin nasıl da bir devamlılık içinde devindiğini görebiliyorum. Tarihten öğrendiğim şu oldu: ilerleme diye bir şey var ama bu modernitenin temel tezi olan çizgisel bir ilerleme gibi geri dönüşsüz bir şey değil; tam tersine, geri dönme imkanlarını sürekli deneyen dinamik bir süreç; ayrıca bir de insan doğasına ilişkin değişmesi çok yavaş olan, neredeyse değişmez diyebileceğimiz nitelikler var. O yüzden edebiyatın geçmişle kurduğu ilişkileri önemsiyorum.

 

Tarih öğrenmek için roman okumayız ancak roman okurken tarih de öğrenebiliriz. Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’nde iki farklı tarihi kesit var. Hem Türk resim tarihi hem de 1. Dünya Savaşı ve sonrası; işgal yıllarının İstanbul’u, Anadolu’da devam eden Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet. Tarihi fon olarak kullandığınız bu romanda, dönüşen yaşamlara, değişen değerlere tanık oluyoruz. Kracauer, tarihin bilim ve anlatı arasında kalan ara bölgeye ait melez bir tür olduğunu ileri sürer. Siz edebiyat ve tarih ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

 

Tarih ile edebiyat birbirlerinden ayrı alanlar. Tarih bir bilim, edebiyat ise bir sanat dalı. Bilim her yerde her zaman herkes tarafından tekrarlanabilinen nesnel bir yönteme dayanır. Dolayısıyla tarih belgelere, buluntulara, kalıntılara dayanarak ama bilimsel bir yöntemle çalışır. Elbette tarih yazımı üzerine çok sayıda eleştirel yaklaşım var. Ama temelde böyle bir fark olduğunu unutmamamız gerekir. Bir tarih dergisinde ya da kitabında yayımlanmış bir makalenin çeşitli uzman / hakem / editör süzgecinden geçmiş olduğunu varsayabiliriz. Dolayısıyla verilen bilgiler denetlenmiş, yanlışlar varsa düzeltilmiş olmalıdır. Tabii ki tarihçinin bakış açısı ve eldeki verileri değerlendirme şekli eleştiriye açıktır, onun da eleştirisi yine bu yöntemle yapılır. Edebiyat ise tam tersidir diyebiliriz. İstediği kadar “doğru” verilere dayalı olsun sanat yapıtı kişisel deneyimden doğar ve gelişir. Edebiyat eseri yayımlanmadan önce bir tür editoryal süzgeçten geçer, maddi hatalar düzeltilmeye çalışılır ama bu bilimsel yayınlarda olduğu gibi bir hakemlik süzgeci değildir. Yapıtın bütünlüğünden, estetik yapısından yazarı sorumludur. Edebiyat yapıtlarının tarihsel ve toplumsal malzemeyi nasıl kullandığı da başlı başına bir sorun. Ben tarihsel gerçekleri çarpıtmak, bozmak, onlarla oynamaktan sakınırım. Yani maddi gerçekleri değiştirmeden meramımı anlatmaya çalışırım. Ancak bu romanın kendi iç mimarisinin, anlatımının, üslubunun ille de “realist” olacağı anlamına gelmiyor.

 

Resim ve tarih kısmı bir yana romanın beni en çok etkileyen yanı aynı zamanda bir sanatçı romanı oluşuydu. Vasıf, yazar ya da besteci de olsa benzer sancılar yaşayacaktı muhtemelen. Zaten “tüm sanatlar müşterek bir ruhtan beslenir” diyordu. Siz de benzer yaratım sancıları, ya da kaygılar yaşadınız mı? Vasıf’ın sanatla ilgili düşünceleri aynı zamanda Murat Gülsoy’un düşünceleri mi?

 

Ressam olsaydım sanatı aynı şekilde mi deneyimlerdim? Doğrusu pek sanmıyorum. Çünkü sanat hakkındaki düşüncelerimiz yine kişisel deneyimlerimizden kaynaklanır. Sadece sanat yapma pratiğinden söz etmiyorum. İnsanın tüm yaşamından, hayata bakışından, inançlarından, dünya görüşünden, cinsel yöneliminden -bu özellikleri çoğaltabiliriz- kaynaklanan farklılıklar onun sanat yapma pratiğini de etkiler. Vasıf bana göre çok daha marjinal, daha eksantrik bir sanatçı. Benim hayatla, insanlarla hatta kurumlarla ilişkim çok daha farklı. Bir yanım -evet Vasıf gibi- kurumsallığa mesafeli oldu, otuz yıl akademisyen olarak çalışmama karşın akademik titrlerimi hiç kullanmadım örneğin; ama öte yandan kolektif çabaya inandım, çok çeşitli insanlarla dergiler çıkardım, radyoculuk, yayıncılık yaptım, laboratuvarlar kurdum… Dolayısıyla Vasıf’ın kurduğu cümlelerin büyük bir kısmına katılsam da bir özdeşlikten söz etmek doğru olmaz.

 

Romanı okurken ilkin, adı neden Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi ki dedim, resim daha ön plandaydı, ama romanı bitirdiğimde adını hak etiğini düşündüm. Vasıf aşka meftun bir karakter, yaşantısının odağında aşk var. Hatta resim bile aşktan sonra geliyor onun için. Yaşadığı onca şeyden sonra hala tüm aşklarının eksik olduğunu düşünüyor, yarım kaldığını, gerçek anlamda aşkı yaşamadığını. Aşk ve aşka yüklediğimiz anlam arasında epeyce bir mesafe var sanırım. Onun yakınmasının altında yaşlandığı için aşktan uzak kalması yatıyor olabilir. Sizce Vasıf gerçek aşklar yaşadı mı?

 

Gerçek aşk… Nasıl bir şeydir, kim tanımlayabilir ki? İnsan, kendi hayatının bir tarihçisiyse eğer en çok silip yeniden yazdığı sayfalar aşklarıdır. Dolayısıyla Vasıf karakteri son yaşında geçmişini bu şekilde anlatıyor kendisiyle söyleşi yapmaya gelen genç gazeteciye, “Halit beyciğine”. Muhtemelen otuzlu yaşlarında ya da ellilerinde çok daha farklı bir yaşam öyküsü yazardı kendine. Şimdiyse, belli ki farklı bir ruh hali içinde… Ama ben yazdığım romanı, karakterini yorumlamak istemem. Vasıf’ın anlattıkları ortada. Okurlar karar verecek “gerçek aşkın” ne olduğuna ve sonra da Vasıf’ın onu bulup bulmadığına…

 

Google’da en çok aranan ressamlardan birinin Vasıf Ekrem Yelda olması, gerçekle kurmacanın eşitlendiğini düşündürüyor. Kahramanınıza bir geçmiş ve bellek yarattınız, o hayatın kâğıt üzerinde yaşanıp bitmesiyle gerçek hayatta yaşayıp bitmesinin farkı yok neredeyse, o denli sahici. Vasıf geçmişe bakarken hatıraları yeniden yaratıyor. Hatıraları yazan Halit Bey var, bir de romanı yazan Murat Gülsoy. Aynanın içinde görünen ayna, iç içe geçerek çoğalan ve çoğaldıkça uzaklaşan bir evren. Yazarak kurduğunuz bu yeni dünya giderek sizden de uzaklaşıyor ve neredeyse artık kendi gerçekliğini inşa ediyor. Size de öyle geliyor mu? Vasıf neredeyse sahiden yaşamış bir karakter artık.

 

Evet çok doğru tespitler. Böyle de olmasını arzu ederim zaten. Yazdıklarımın benden uzaklaşıp kendi başlarına birer varlık kazanmaları beni mutlu eder. Zaman zaman onu yazma anılarım canlanıyor. Gecenin bir vakti, Vasıf’ın sesini duyarak yazdığım o anlar… Sanki o zamanlar Vasıf yaşıyordu ve ben de onun ağzından çıkanları kâğıda döküyordum. Sanırım bugüne kadar yarattığım karakterler içinde en canlısı o oldu. Bildiğiniz gibi modernist edebiyatın karakter yaratmak meselesine ciddi eleştirileri vardır. Ya da şöyle söyleyeyim, modernist yazarların karakterleri realist yazarlarınkine benzemez. Onlar karakterleri değil de dille yaratılmış dünyayı yapıtın kalbine yerleştirirler. Bir yanım hep modernist deneyciliğe, postmodern ironiye ve oyuna meyleder ama karakterin gücünden de vazgeçemem. Öykü ve romanın temelinde hikâyenin olduğunu düşünüyorum. Hikâye ise en basit tanımıyla bir olay anlatımıdır. Ortada bir olay varsa orada en azından bir eylem ve bir eyleyen olmalıdır. Eyleyen bana göre irade sahibi bir varlıktır. Hikâye iradenin hareketinden başka bir şey değildir. O yüzden karakter yaratmak benim hep önceliğim oldu. En deneysel romanlarımdan biri olan -ne tesadüftür ki o da resim sanatıyla ilgilidir- İstanbul’da Bir Merhamet Haftası’nda bile yedi farklı karakterin dünyasını, dilini yaratmak için uğraşmıştım.

 

Vasıf kötülüğün cazibesinin farkında, kötü denilecek pek çok şeyi yaşamaktan yapmaktan sakınmamış, yaşadığı bohem hayatı, dizginleyemediği arzularıyla kötü bir adam bile sayılabilir. Ama biz okurlar o samimi itiraflar karşısında Vasıf’a kızmayı aklımızdan bile geçirmiyoruz. Tam olarak bir anti kahraman gibi de görünmüyor.

 

Ben bu tür tanımları aklıma getirmeden, Vasıf’ı yaşadığı gibi, olduğu gibi yazmaya çalıştım. Onun ahlaki değerlendirmesini yapacak olan başkalarıdır; romandaki diğer karakterler ya da okurlar… Herkes kendi bulunduğu yerden değerlendirir. Çünkü kıstaslar ahlaki, ideolojik hatta psikolojiktir. Birini bazen önce sever sonra haklı buluruz; bazen de önce sevmeyiz, rahatsız oluruz sonra bu duygularımıza gerekçeler üretiriz. O yüzden de başkalarını yargılarken aslında kendi değerlerimizi de sınamaktayızdır.

 

Kötülük demişken erken emekliliğinize neden olan süreç aklıma geldi. Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanılanlar nedeniyle mi emekli olmayı tercih ettiniz. Üniversite yeniden özerkliğine kavuşursa akademiye dönmeyi düşünür müsünüz?

 

Son yirmi yılda çok büyük değişimler ve savruluşlar yaşadı Türkiye. Avrupa Birliği sürecindeki demokratikleşme ideallerinden kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırıldığı çürük bir “tek adam” rejimine… Ancak bu süreçte çalıştığım üniversite çok büyük hasarlar aldı. Boğaziçi Üniversitesi 160 yıllık bir geleneğin üzerine oturuyor. Osmanlı İmparatorluğu zamanında kurulmuş, yakın tarihimize tanıklık etmiş, bizimle birlikte evrimleşmiş çok özel bir kurum. Bu türden kurumlar Türkiye’nin çok önemli değerleridir. Galatasaray, Darüşşafaka, İstanbul Erkek, Kabataş Erkek gibi liseler, Mülkiye, Tıbbiye, Harbiye gibi kurumlar ülkeyi bugüne taşıyan kadroları yaratmıştır. Boğaziçi Üniversitesi bunlardan farklı olarak Amerikan Koleji olarak başlayıp 1971’de devlet üniversitesine dönüştürülmüştür. Bu dönüşüm sonrasında ben 1984 yılında öğrenci olarak girdiğimde üniversitenin son derece canlı bir sosyal ortamı vardı. 12 Eylül rejiminin tüm öğrenci gençliği üzerine kâbus gibi çöktüğü yıllarda Boğaziçi’nde kulüpler kendilerine has özerk bir alan açıyorlardı. Hocalar da boş durmuyordu elbette. Hem akademik olarak çok parlak insanlardı hem de demokrat ve özgürlükçü. Dışarıdan apolitik ve tuzu kuru gibi görünse de Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencilerinin de, hocalarının da, idari personelinin de her zaman güçlü bir siyasi duruşu oldu, kendi sözünü farklı biçimlerde ortaya koymanın yollarını buldular. Şuradan belli ki üniversitenin yetkili sendikası halihazırda Eğitim-Sen’dir. Ayrıca Boğaziçi’nin Türkiye akademi tarihine çok önemli bir katkısı olmuştur. 80 sonrasında YÖK üniversitelere nefes aldırmıyor, rektörler üniversiteye sorulmadan atanıyordu. O dönemin hocaları kendi aralarında bir seçim yapıp rektörlerini belirlediler, mücadele ettiler ve üniversitelerin kendi rektörlerini belirlemelerinin önünü açtılar. Yani 2016’ya kadar üniversiteler kendi rektörlerini seçebildilerse bu Boğaziçi hocalarının çabalarıyla oldu. Bu yüzden de şimdi en büyük tepkiyi Boğaziçi gösterdi. Bilindiği gibi 2016’da olağanüstü hâl ilan edildikten sonra %86 oy almasına rağmen seçilmiş rektörümüz atanmadı ve ilk darbe bu şekilde geldi. O dönem üniversite üzerinde kurulmaya çalışılan baskıyı iç dinamiklerimizle göğüslemeye çalıştık ancak 2021 sabahı dışarıdan bir rektör ataması ile Boğaziçi’nin özerk, özgürlükçü alanının hoyratça yok edilme süreci başladı. Yapılan yanlışları, hukuksuz uygulamaları saymaya kalksam zaman yetmez; bizim bu yapılanlara itirazımız, mücadelemiz herkes tarafından duyuldu sanıyorum. Hatta dünyada akademi çeşitli popülist, neoliberal siyasetler tarafından baskı altına alınırken bizim verdiğimiz mücadele dünya akademi tarihinde de yerini aldı. O karlı tipili havada protesto için toplanmış hocaları gösteren bir video vardır; işte o resmin içinde olmaktan dolayı hep gurur duyacağım. Ben 1993-2023 arasında üniversitede akademisyen olarak çalıştım. Biyomedikal mühendisliğinde laboratuvarlar kurdum, ayrıca on yedi yıl Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’ni, sekiz yıl Nazım Hikmet Merkezi’ni yönettim. Çok sayıda kültür sanat projesine katkıda bulundum. (Tabii tüm bunları harika hocalarla birlikte yaptık. Bizde yöneticilik vasıflı bir koordinatörlüktür, bu bizim kurum kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıdır.) Ancak son günlerde kampüse her gittiğimde o yıkımı görmek bana çok ağır gelmeye başladı. Artık üniversite dışında edebiyat ve sanat çalışmalarıma ağırlık vermeye karar vererek emekli oldum. Anında kampüse girişim yasaklandı tıpkı bu üniversiteyi tuğla tuğla üst üste koyarak kuran diğer değerli hocalara yapıldığı gibi. Çok ironik ama şu örneği vermeden geçmek istemem. Şu anda bile üniversitenin ilgili sayfalarında yer alan Akademik Dış İlişkiler Etik İlkeleri’ni aylarca uğraşarak birlikte yazdığımız hocalarımızın neredeyse tamamı benim gibi yasaklı. Sorunuza dönecek olursak… Üniversitenin bu içine girmiş olduğu kabustan çıkacağını umuyorum. Çünkü bu şekilde sürdürülemez. Üç yılda verilen kamu zararının mutlaka hukuk önünde bir karşılığı olacaktır. Liyakatsiz atamalar, açılan birimler, hepsi sorgulanacak ve hak yerini bulacaktır. O zaman üniversiteme katkıda bulunmayı elbette sürdüreceğim.

 

Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi’yle ilgili yazılara ve yapılan diğer söyleşilere göz atınca, doğal olarak resim ve ressamlarla ilgili yeterince şey yazıldığını size sorulduğunu gördüm. Romanın daha az konuşulan yanlarına değinmek istedim. Romanla ilgili size sormak ya da sizinle konuşmak istediğim birçok detay var hala ancak uzattığımı da fark ettim. Son olarak Vasıf’tan yola çıkarak şunu sormak istiyorum; bir insan kendisine karşı ne kadar objektif olabilir, kendisiyle arasına mesafe koyabilir mi?

 

Çok temel bir sorudur bu. Jean Jacques Rousseau’nun 18. yüzyılda yazmış olduğu İtiraflarım mealen, birazdan ben dünyada daha önce hiçbir insanın yapmadığı bir şeyi yapacağım; bir insanı -kendimi- en ince ayrıntılarıyla anlatacağım, her şeyi itiraf edeceğim, diye başlar. Bu tavır Batı romanını derinden etkilemiştir. Hatta Dostoyevski Yeraltından Notlar romanında bu tavırla hesaplaşan bir anti karakter yaratır ve onun üzerinden “insanın kendini nesnel bir şekilde” aktaramayacağını, hep kendini olduğundan farklı bir şekilde göstermeye çalışacağını iddia eder. Bu insan doğasının bir yönü. İnsan her zaman özneldir. Nesnellik kolektif bir yöntem ile yakalanabilen bilimsel bir niteliktir. Bireysel deneyim adı üzerinde özneldir. Kendimizi anlama ve anlatma çabamız da buna dahildir. Bırakın kendini anlatmayı insan kendini ne kadar anlayabilir? Bu temel soruyu dert edinenler ki sanatçıların büyük bir çoğunluğu öyledir belirli bir ölçüde öz farkındalık geliştirebilirler. Yapıtları da bu sayede derinleşir.

 

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. 

Bu güzel sorular için ben teşekkür ederim.