Paris’in Aralık soğuğu, caddenin taş kaldırımlarında yankılanan adımlara işliyordu. Semih, ellerini cebine sokmuş, yanındaki Gül’ün anlatımlarına kulak kesilmişti. Gül, müzelerde gezip görecekleri eserlerden bahsediyordu. O sırada kuzey yönünden bir ıslık geldi. Bu ses Semih’in dikkatini çekti. Adımları yavaşladı. Yanındaki Gül fark etmeyip yürümeye devam etti, ama Semih olduğu yerde çakılı kalmıştı.
Islık, kısık ama melodikti; çağrışımla doluydu. Sesin geldiği yöne doğru baktı. Yol kenarındaki eski bir binanın taş çıkıntısına oturmuş üç genç vardı. Biri sarışın, biri esmer, biri ise koyu siyahi tenliydi. Üçü de birbirinden farklıydı ama o anda aralarında görünmez bir bağ olduğu açıktı. Islık, gençlerden esmer olanın dudaklarından dökülüyordu.
Gül, sinirli bir sesle: “Semih, neden durduk ki? Picasso’yu kaçıracağız,” birkaç metre ileriden. Semih ise “Bir dakika,” dedi el işaretiyle. Sonrası “Buraya gelir misin?” diye seslendi.
Semih’in gözleri hâlâ gençlerdeydi. O melodiyi ve aralarındaki iletişimi kaçırmak istemiyordu. Bir kez daha aynı ıslık çalındı. Bu bir çağrıydı; neyi işaret ettiğini anlayamadı ama altında bir anlam yattığı kesindi.
“Gül, şu karşıya geçebilir miyiz?” dedi. “Geç kalırız ama… Medeniyetin kalbinde bu haberleşme şekli dikkatimi çekti. Anlamak istiyorum.” Gül, Semih’in neyi bu kadar ciddiye aldığını merak ederek omuz silkti. “Peki,” dedi.
Birlikte gençlerin oturduğu kaldırımın yanına yaklaştılar. Islığı çalan genç, Semih’e başıyla hafif bir selam verdi ama konuşmadı. Onların biraz uzağında, başka bir köşe başından başka bir ıslık duyuldu. Bu kez, melodisi farklıydı ama aynı dilin bir devamı gibiydi. Semih’in gözleri o yöne kaydığında, bir başka gencin kış paltosuna bürünmüş, soğuğa karşı omuzlarını siper ederek cevap verdiğini gördü.
“Bu nasıl bir şey, Semih?” diye sordu Gül fısıltıyla.
“Bilmiyorum,” dedi Semih, gözlerini oradan ayırmadan. “Ama ıslıklarla konuşuyorlar. Belki de sözcüklerden önce, insanoğlunun ilk iletişim dili böyleydi. Doğa seslerini taklit ederek anlaşmak… Ama burası Paris! Şaşırtıcı, değil mi?”
Tam o anda, caddenin diğer ucundan başka bir ıslık yükseldi. Farklı bir melodi, farklı bir mesaj… İki genç daha ortaya çıktı. Onlar da aynı şekilde ıslıklarla karşılık verdiler. Artık bu durum bir tesadüf olamazdı.
Gözleri, bu sıra dışı diyaloğa dalmıştı. Farklı ten renklerinden, farklı kültürlerden gençler, Paris’in soğuk ve gri dokusunda bir araya gelmiş, kendilerine özgü bir iletişim dili yaratmışlardı. Ortak bir geçmişin, belki de kaybolmaya yüz tutmuş bir geleneğin modern bir yankısı gibiydi bu.
Semih’in zihni bir an Karadeniz’in yeşil yamaçlarına kaydı. Çocukken duyduğu kuşdili, o derin vadilerde yankılanan melodiler geldi aklına. İnsanlar kuşları taklit ederek, kilometrelerce öteden haberleşirdi. Paris’in bu soğuk, kozmopolit caddesinde gördüğü şey, ona o melodileri yeniden hissettirmişti.
“Semih,” dedi Gül, hafif bir heyecanla, “sor bakalım, neden böyle konuşuyorlar?”
Semih, biraz çekinse de Gül’ün merakına kayıtsız kalamadı. Gençlerden birine yaklaştı. Esmer olan, başını kaldırıp gözlerini ona dikti. Yüzünde bir tebessüm belirdi; sanki Semih’in sorusunu bekliyormuş gibiydi.
“Merhaba,” dedi Semih, sesinde titrek bir cesaretle. “Bu ıslıkların bir anlamı var mı? Neden bu şekilde haberleşiyorsunuz?”
Esmer genç hafifçe gülümsedi ardından melodik bir ıslık çaldı. Ses, cadde boyunca yankılandı, diğer gençlerden biri de ona aynı şekilde karşılık verdi. Islık, kelimelerin yerini almış gibiydi; bir tür şifre, bir tür bağ… Semih ve Gül, şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Genç, sonunda konuştu: “Bu bizim dilimiz,” dedi yavaşça. “Modern dünyanın karmaşasında, biz doğanın diline döndük. Bize ait bir bağ kurmak için.”
Bir an duraksadı, sonra ekledi: “Hem polis de anlamıyor.”
Bu sözler, Semih’in zihninde parçaları hızla bir araya getirdi. Bu gençler muhtemelen mültecilerdi. Kendi varlıklarını duyurmak, anlaşılmak ama aynı zamanda korunmak için kimsenin kolayca çözemeyeceği bir yöntem bulmuşlardı. Islık, onların modern dünyanın kalabalığında onların sesi olmuştu.
“Bir tür direniş gibi,” dedi Semih, düşünceli bir şekilde.
Genç, başını hafifçe salladı. “Bazen insanın sesi yalnızca melodide yankılanır,” diye fısıldadı.
Gül, gençlerle Semih arasında geçen bu sessiz ama derin diyaloğu izlerken, hafifçe gülümsedi. “Semih,” dedi şakayla, “galiba seni sanat eserlerinden uzaklaştıracak bir şey bulduk.”
Semih, gençlere minnetle bir teşekkür işareti yaptı ve Gül’ün yanına döndü. Islıklar hâlâ taş kaldırımlar boyunca yankılanıyordu. Paris’in soğuk, gri sokakları bu melodik dile ev sahipliği yapıyor, adeta bu gençlerin ruhunu yankılıyordu. Semih, yürümeye devam ederken kendi kendine düşündü: Kültürler, diller, geçmişler ne kadar farklı olursa olsun, insanın iletişim kurma arzusu hep aynıydı.
Bir süre sonra, dudaklarında kendi melodisi yerleşti. Paris’in taş kaldırımları arasında yankılanan bu ıslığın hangi anıya, hangi insana ulaşacağını kimse bilemezdi. Ama o anda, Aralık ayındaki Paris, Semih’e Karadeniz’in yeşil tepelerini geri getirmişti.