Şiir, araştırma, inceleme, roman, yaşantı, çocuk ve gençlik öyküleri, eğitim gibi birçok türde yapıtlara imza atan İsmet Kür’ün 2001’de yayımlanan Kocaman Bir Örümcektir Zaman adlı kitabı, on üç kısa ve bir uzun öyküden oluşuyor. Kitaba adını veren öykü başta olmak üzere zaman, hemen her öyküde anlatı kişilerinin temel meselelerinden biri. Başka bir deyişle, kişilerin temel meselelerini biçimlendiren kurucu öğe. Ya bellek kazılarıyla ortaya çıkan zamana bağlı düğümler, öykü kişisinin karşısında devasa bir nokta gibi belirip çözülmeyi bekliyor, ya yıllarca aklına getirmekten bile kaçındığı duygularıyla yüzleştiriyor ya da yaşamının herhangi bir dönemine farklı zamanların, dolayısıyla farklı yaşların gözünden bakma olanağını sunuyor. Borges, “Tadeo Isidoro Cruz’un Yaşamı (1829-1874)” başlıklı metninin merkezine anlatı kişisinin karakterini simgeleyen sınırlı bir zamanı aldığından bahsederken bütün bir yaşamın kişinin kendisini keşfettiği tek bir andan oluştuğunu ileri sürüyor (2001, s. 49, 51). Peki, İsmet Kür’ün öykü kişileri için bu eşik zamanlar nelerin idrak edilmesine zemin hazırlıyor?
“Kocaman Bir Örümcektir Zaman” öyküsünde geçmiş, bütün zorluklarına karşın siyahla beyazın dışındaki renklerin de yaşamdaki yerlerinin korunduğu bir zamanı hatırlatıyor anlatı kişisine ama karşısındaki için ise elden kaçırılan fırsatın fark edildiği bir muhasebe sürecinin nirengi noktası. Zamanı dilediği gibi kullanma olanağının insanın elinde olduğunu çok geç kavrayan diğer anlatı kişisi, “tepe tepe” kullanamadığı zamanın yıllar içinde esiri haline geldiği düşüncesine varıyor. Buna karşılık anlatıcı, hakikatine vardığı yerden sesleniyor öbürüne: “Sen beni bulduğunda zaten, tutsaktım ben.. Ama ‘zaman’ın tutsağı değil.. Belki herkesten, her şeyden çok kendi kendimin. Kendime ördüğüm ağları fark etmemiş miydin? Kim fark etti ki zaten… Ağlarım öylesine şeffaftı ki” (Kür, 2001, s. 9).
İnsanın önündeki en büyük engelin kendisinin olduğunu keşfetmesi, kuşkusuz önemli bir eşik ama bu kavrayış için geçen zaman, neredeyse bir ömre denk geliyorsa elde bu keşif kadar büyük bir pişmanlıktan başka bir şey kalmayacaktır. Öte yandan biliriz ki “Kocaman Bir Örümcektir Zaman” öyküsünün başkişisi, hem kurmaca metinlerin evreninde hem metin dışı dünyada yalnız değildir. “18 Artı 61 Eder 79” öyküsünün başkişisi Müjde Dilara örneğin… Bedeniyle ruhunun yorgunluğuna karşın zihni, geçmiş kaç on yılın sorgulamasını yapmaya meyillidir. Kızıyla arasındaki mesafeye dair başlayan sorgulama girişimi, dilin zamana bağlı değişimi konusunda devam eder. Güncel sözcüklerin birçok duyguyu, aralarındaki nüansı anlatmaya yetmemesinden şikâyetçidir; bu düşünceler, öykünün keşif anına yaklaştırır Müjde Dilara’yla okuru. Eski alışkanlıklarının ne kadar uzağında olduğunu fark ettiği anla kendisine ne kadar yabancılaştığını gördüğü an peş peşe gelir. Önceki öyküde anlatı kişisi nasıl kendisine görünmez engeller koyduysa Müjde Dilara yaşamı boyunca kendisinden kaçmak zorunda kalmıştır. Geçmişe dönüp bakması, yine “keşke”leri, pişmanlıkları beraberinde getirmiştir. On yedi yaşında eğitim hakkı ellerinden alınıp on sekizinde istemediği biriyle evlendirilmek üzereyken çekip gitmemenin pişmanlığı vardır en başta. Bu yüzden hem kendisine hem de ona istemediği bir yaşamı dayatanlara öfkelidir. Zorla evlendirildiği, “karabasan” sözcüğüyle andığı bir adamla geçen altmış bir yılı şöyle özetler:
Hayal kırıklıkları.. nefret.. bezginlik.. gene nefret… Ve isyan, isyan, isyanlar… Pek çoğu sıkılmış dişlerimi aşamamış. Geri kalanı da, gerçek yüzüyle doğrudan kelimelere dökülmemiş… Şurdan buradan patlak vermiş… Volkan sızıntıları… Doğru, tıpkı onlar gibi, ince ince… Ama yakıcı. (Kür, 2001, s. 19)
Yaşamındaki insanların sadece onlara dokunduğunda belli belirsiz fark ettikleri volkanla bir ömür geçirmiştir Müjde Dilara. Onun keşif anı, karabasanın gittiği gündür. Yıllarca içten içe onu yiyip tüketen bütün duygularıyla yüzleşebildiği gündür. “Ve altmış bir yıldır hayatıma yapışıp kalmış karabasan.. Altmış bir yıllık despot koca yok artık […] her zaman ateşten bir zincir gibi hayatına dolanmış olan… adam… […] Bitti artık… Zincir çözüldü. Hayır koptu…” der ve sonra hesap eder: “Ne ki… on sekiz, artı altmış bir.. eder 79…” (Kür, 2001, s. 20). İlk gençlik yıllarından itibaren iradesi dışında, ipleri hiçbir zaman eline almadan biçimlenen yaşamında üzerindeki tahakkümü düşünmekten, ömrünü esir alan her ne varsa adını koymaktan kaçmadığında zincir kopmuştur ama Müjde Dilara, bu çözülme için ne kadar geç kaldığını birkaç sayfa önce başkişisi olduğu öykünün yazarının “99. Kat Şiirleri”ne atıfta bulunarak itiraf etmiştir çoktan: “Too late derler bazen 99. katta, / Gülmek, ağlamak, / sevmek, yaşamak, / Hatta ölmek için bazen, / Too late derler 99. katta” (Kür, 2001, s. 16).
Kocaman Bir Örümcektir Zaman’daki öykülerin önemli bir bölümünde zaman, anlatı kişilerinin önce kendileriyle olan kavgalarının bir göstereni. Her biri, kendisinden yola çıkıp onu çevreleyen hudutlarla yüzleşiyor ve aradaki bağlantıyı görebildiklerinde ortak bir soru ve pişmanlık beliriyor hepsinde: Neden bana dayatılanlara yolun başındayken itiraz etmedim? Düşledikleri yaşamı inşa edebilmek için harekete geçselerdi nasıl bir gelecekleri olacağı düşüncesi sanki zihinlerinin bir köşesinde saklı duruyor her şey için çok geç olduğunu kabullendikleri anda bile. “Gemiler Geçer Boğaziçi’nden Uzun Yol Gemileri” başlıklı öyküde kendisini Müjde Dilara’yla benzer bir muhasebeden alıkoyamayan kadın da otuz yılı aşan evliliğinin kaç ay, kaç gün tuttuğunu hesap etmeyi dener. İşin içinden çıkamadığında yarıda bırakır hesabı. Belki bir keşfe varacak muhakemeyi tamamlamaya bile gücü yoktur. Öfkeli ama bıkkındır. Yuvarlak bir hesapla yetinip “Otuz bir yıl… Herkesin otuz bir yılına hiç benzemeyen” der ve koyuverir (Kür, 2001, s. 22). Doğrudur. Herkesin yaşamı biriciktir ve kimi yanlarıyla diğerlerine hiç benzemez ama bir o kadar da benzer başka yanlarıyla. İsmet Kür, öykülerinde o benzerlikleri okurun keşfetmesini sağlar.
Zamanla su yüzüne çıkan pişmanlıklar ve yapılan keşifler, bunlarla sınırlı değildir Kür’ün öykülerinde. “Mavi… Kırmızı… Gri” adlı öyküde anlatıcı, gerçeküstü düşlerini dünyadan habersiz bir çocuğun saflığıyla gerçeğe dönüştürme ümidini yaşamının neredeyse sonuna kadar koruyan dostunun düşlerine ortak olmaktan ya da hiç değilse onu düşlerinden mahrum bırakmamaktansa ısrarla gerçeği hatırlatmanın pişmanlığını duyar. Dostunun ölümünden yirmi dokuz yıl geçtikten sonra dile gelmiş bir “keşke”dir bu. Kendisinin belki ömrü boyunca gözlerini bir an bile ayırmaya cesaret edemeden odaklandığı gri ve tonlarının dışında dostunun görebildiği mavi ve daha pek çok rengin de bulunduğunu idrak ettiği andır bu aynı zamanda. Gerçeği sadece koyu renklerle özdeşleştirip öbür renkleri görmemek üzere ne kadar ötelediğimizi, süreğen kötümserliğimizle kendimize koyduğumuz engelleri hatırlatır bu kez İsmet Kür.
Kitabın tek uzun öyküsü “Bir Yaz Serüveni… mi…” ise bir ilişkinin zamana bağlı seyrini, açmazlarını, kişilerin kendilerinden ya da verili normlardan kaynaklanan engeller karşısındaki direnç ve yenilgilerini irdeliyor. Öykünün temel mekânı Esenköy’ün 1970’lerden metnin yazıldığı döneme kadar olan dönüşümüne dikkat çekerek söze başlıyor anlatıcı. Dört yıl üst üste yazlarını geçirdiği tatil beldesinin büyüdükçe kendisinden başka bir şeye dönüşme olasılığından duyduğu kaygıyı dile getiriyor. Her yaz, bir zamanlar beldenin uzağında üçer beşer beliren yeni yapıların çoğalması, kaygılarının beyhude olmadığını ilan ediyor. Ne var ki Esenköy henüz ilk gördüğü halindeyken yaşamında beklemediği bir sayfa açılıyor. O tarihte yirmilerinin ilk yarısında olan Tunç’la yolları kesişiyor. İçinde bulunduğu gruptaki yaşıtlarından ayrıksılığı anlatıcının dikkatini çekiyor. Önce Cumhuriyet gazetesi okuru olmaları, sonra da Nâzım Hikmet’in Sevdalı Bulut’u (2022, s. 80-90) aralarında ortak bir dil kurabileceklerini duyuruyor onlara. Nâzım Hikmet’in masalında dervişin neyinden çıkan bulutun sevdaya tutulup âşık olduğu Ayşe için bazen yürek, bazen bir şemsiye, bazen saz biçimini alması, bazen yağmur olup yağması gibi Tunç da kendinden geçip aşk sözcüğünü bile anlatmaya yeterli görmediği sevdasına yaşamını adamaya hazırdır o yaşların verdiği bir pervasızlıkla. Oysa kadın, sohbetleri sırasında başka bir Nâzım Hikmet metnine atıfta bulunarak öykünün varacağı yeri sezdirmiştir. Söz konusu metin, şairin “Bir Ayrılış Hikâyesi” adlı şiiridir. Bu şiirden yola çıkarsak aralarında adı her ne olursa olsun, tutkunun duyulduğu bir ilişkiyi yadsımak mümkün değildir elbette. Kadın da erkek de ilişkideki derinliğin ve bütünlüğün farkındadırlar ama şiirde “Baktım / dudağımla, yüreğimle, kafamla; / severek, korkarak, eğilerek, / dudağına, yüreğine, kafana” diye sevgiliye seslenen kadının ifade ettiği gibi sevgi, korkuyu da beraberinde getirmiştir (2008, s. 386). Peki, neyin korkusudur bu?
“Bir Yaz Serüveni… mi…” öyküsünde keşif, kadının her şeyi ölçüp biçip bir sonuca ulaştığı an mümkün olur. Önce aralarındaki yirmi yaşı düşünür. Bu fark mıdır korkusunun ve olası ayrılıklarının nedeni? Böylesi bir sorgulama, geçmişte kalan evliliğinin de muhasebesini yapmasına olanak verecektir. Nitekim, hepsi birden asıl korkusunun bu yaş farkıyla ilgisinin olmadığını idrak ettirecektir ona. “Ben, bu olağanüstü, bu ışıltılı, parıltılı, bu eksiksiz duygu alışverişini yitirmekten korkuyorum, bitmesin istiyorum bu sevda.. Hayır, bitmesin değil, eskimesin… Hep böyle ışıl ışıl kalsın… İçimizde” diye kendisine itiraf edebilecektir asıl korkusunu (Kür, 2001, s. 91, 92). Evlilik tecrübesi, ona sürekli bir arada olmanın her şeyi kısa sürede nasıl tükettiğini öğretmiştir. O koşullarda eskimemek, eskitmemek, yıpranmamak ve yıpratmamak mümkün değildir. İleride pişmanlık duymadan, sadece iyi duygularla hatırlayacağı bir yaşantı kalsın ister. Zamanın ışıltısını söndürmediği… Bu karar, hem “Bir Ayrılış Hikâyesi”nin “Sen / yürümelisin, / yeni doğan çocuğun / gözlerine bakarak.. / Sen / yürümelisin, / beni bırakarak” dizelerini hem de ayrılıklardaki yabani tadı itiraf eden Attilâ İlhan’ın “ayrılık sevdâya dâhil” şiirini hatırlatacaktır (Hikmet, 2008, s. 387; İlhan, 2010, s. 77). Öykünün anlatıcı karakterinin tümceleri, bir yandan da kitabın ilk öyküsündeki anlatıcının şu sözlerine götürecektir okuru yeniden: “Hatıralar… uzak.. uzak.. uzak.. unutulmuş gibi sanki… Anımsanıverir… Ve bir sızı… ince… ince… ince… Yok gibi sanki… başlayıverir” (Kür, 2001, s. 6). Bu dönüşle kitaptaki bütün öyküler, başka kavramlar, başka metinlerarası ilişkiler ve başka perspektiflerle çözümlenmek üzere yeni okurlarını beklemeyi sürdürmektedir çeyrek asırdan beri…
Kaynakça
Borges, J. L. (2001). “Tadeo Isidoro Cruz’un Yaşamı (1829-1874)” Çev. Tomris Uyar. Alef içinde. İletişim Yayınları: İstanbul, ss. 49-53.
Hikmet, N.(2008). Bütün Şiirleri. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.
Hikmet, N.(2022). Masallar: Masallar, Hikâyeler 3. Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.
İlhan, A. (2010). Ayrılık Sevdaya Dâhil. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları: İstanbul.
Kür, İ. (2001). Kocaman Bir Örümcektir Zaman. Gerçek Sanat Yayınları: İstanbul.