1. “Sokağım göz kamaştırıcıydı.”
Fransız yazar Robert Sabatier’nin ünlü romanı İsveç Kibritleri bu yalın, etkileyici ve şiirsel giriş cümlesiyle açılır… “Sokağım göz kamaştırıcıydı” diye söze başlayan çocuk, Olivier’dir. Roman, 1930’lu yılların Paris’inde “neşe ile kederin, hayal ile gerçeğin iç içe geçtiği” bir sokağın ve o sokağın çocuklarından Olivier’in hikâyesi. Her çocuk içine doğduğu, okula başladığı, akranlarıyla oyunlar oynadığı sokağını çocukça bir saflıkla ve haklı bir gururla sahiplenir.
Robert Sabatier’nin yayıncısı ve yakın arkadaşı Francis Esménard, yazarın ölümünden sonra (2012) alışılmışın dışında bir durum olduğunu bilerek yazarın kitaplarına bir “önsöz” yazmış. Yasemin Çalıkır’ın Fransızca’dan çevirisiyle Ankara’da yeni kurulan Eriken yayınları tarafından yayımlanan baskısında yazarın yaşamı ve yapıtları üzerine birinci elden tanıklıklar içeren bu değerli önsöze yer verilmiş. Önsözden okuduğumuza göre İsveç Kibritleri’ne ilham veren sokak, yazarın çocukluğunun geçtiği Montmartre’daki Labat Sokağı’dır. Yazarın roman kahramanına verdiği Olivier adı, -bir “i” harfi fazlasıyla- Charles Dickens’ın Oliver Twist’ine hürmeten konulmuş bir addır. Otobiyografik ögelerin de etkisiyle ortaya 1930’lardaki Montmartre yokuşlarının -yeniden- hayat bulduğu, her yaştan, her kesimden insanın sokağın gündelik hayatında bir araya geldiği, evlerin, adreslerin, kapı numaralarının, dükkânların, aile hayatlarının birer karaktere dönüştüğü panoramik bir anlatı çıkmış. Yayıncısının cümleleriyle: “Çocuk kalmış bir yazarın canlı, hayran, kimi zaman melankolik bakışlarıyla bu sayfalarda hayat verdiği ve bir araya getirdiği pek çok insan… Albert Camus’nün söylediği gibi: “Robert Sabatier’de yetişkinlerin bile tutunduğu güzel bir çocukluk vardır.” ” (sf. 13)
Bir anlatıda -romanda, öyküde, şiirde- otobiyografik ögelere gerektiği gibi ve özenle yer verilmezse anlatının temel ögesi olan kurgu zayıflar, zedelenir. Otobiyografik ögelere anlatımı güçlendirecek, zenginleştirecek tarzda, çağrışımlara kapı aralayan verimli bir dille yer verilecek olursa da, kurgu, gerçekliği de içerecek şekilde güçlenir, zenginleşir. İsveç Kibritleri’nde otobiyografik ögeler yerli yerindedir. Başarılı bir çocukluk çağı anlatısı olarak otobiyografik özellikler taşıyan romanlar arasında örnek gösterilebilecek yetkinliktedir ve bir o kadar da etkileyicidir.
Olivier’in doğup büyüdüğü Labat Sokağı küçük fakat hayat dolu, renkli bir sokaktır. Yazar, bu sokakta bizi Olivier’in gözüyle bir tuhafiyeci dükkânıyla tanıştırır. Romanın ve sokağın odağı bu tuhafiye dükkânıdır. Dükkân Olivier’i yetiştiren annesi Virginie’nin dükkânıdır. Virginie, oğlu Olivier’e hem annelik hem de ablalık yapmaktadır. Hem anne hem de arkadaş gibidir. Annesinin tuhafiye dükkânı adeta sokağın buluşma yeridir. Tüm bunlar romanın yazarı Robert Sabatier’nin çocukken yaşadıkları gibidir:
“Bütün mahalle bu dükkânı bilirdi ve her ev kadını herhangi bir zaman diliminde bir gün mutlaka bir ipliğe, bir yüksüğe, bir iğneye, bir parça kadifeye, kumaşa, hatta bir tencereye, bir bıçağa, bir süngere, bir tuhafiye dükkânında bulabileceğiniz biri ya da diğeri eksik olduğunda hayatınızı karartan tüm küçük şeylere ihtiyaç duyardı. Bu tuhafiye dükkânı bir bakıma Montmartre’ın karargâhıydı ve Labat Sokağı’nda tek başına ya da arkadaşlarıyla dolaşmadığı, konserve kutusuyla futbol oynamadığı zamanlarda daima annesinin dizinin dibinde olan küçük Robert’i tüm mahalle tanırdı. Robert sekiz yaşından itibaren annesine yardım etmeye başlamış, tuhafiye dükkânının karmaşasında duyduğu kelimelerin tınısından büyülenmiş, yüzlerce ürünün isimlerini ve yerlerini hafızasında tutmaya çalışmıştı. Yazık ki mutluluk bir yerde son buluyordu. On iki yıl boyunca koyun koyuna yattığı annesi bir sabah uyanmadı, uykusunda ölüvermişti. Bu Robert için büyük bir travma olmuştu ve hayatının geri kalanında kor ateşten bir demirle dağlanmış gibi iz bırakmıştı. O gün yeni bir kelime öğrenmişti: “öksüz”. Ve sanırım, o gün hayal kurmayı öğrenmişti. Daha doğrusu uyanıkken halay görmeyi…” (sf 13-14)
Annesi öldüğünde on iki yaşındaydı Robert Sabatier. Annesinin ölümünden sonra amcası Henri ile yengesi Victoria’nın himayesine girdi. Yazarın burjuvazinin dünyasına girişi bu himaye sayesindedir. Yazarın amcası matbaacıydı. Küçük bir matbaası vardı. Robert Sabatier amcasının yanında matbaada dizgici olarak çalışmaya başladı. Bir kitabın mürekkebine, kâğıdının kalitesine, kullanılan yazı tipine, boyutuna, satır aralıklarına her zaman çok dikkat ederdi. Yazarın kitaplara duyduğu ilgi o günlerden kalma. Tıpkı tiyatro sanatçılarının, sahne sanatçılarının çocuklarının daha çocukken mecburiyetten sahne tozu yutup ileride sanatçı olmaları gibi.
Yazarın doğup büyüdüğü, arkadaşlar edindiği, dostluklar geliştirdiği, renkli anılar biriktirdiği Labat Sokağı’ndan, “sokağım göz kamaştırıcıydı” dediği sokağından Henri amcası ve Victoria yengesinin himayesine girmek üzere ayrıldığı güne kadarki özyaşamöyküsü İsveç Kibritleri romanının da konusudur.
İsveç Kibritleri, küçük yaşta annesiz kalmış “öksüz” ve yalnız bir çocuğun gözünden, çocuk saflığıyla, sokağın ve sokak çocuklarının hüzünlü, etkileyici, dokunaklı hikâyesini başarıyla anlatır. Aslında roman bize 30’lu yılların Paris’inde yoksul semtlerin birinde çocuk olmanın, o semtin birbirine benzeyen sokaklarından birinde büyümeye çalışmanın yer yer hüzünlü, yer yer eğlenceli, yer yer de macera dolu hikâyesini anlatır. Bu özellikleriyle roman, yayımlandığı 60’lı yılların sonundan itibaren (1969) kısa sürede halkın beğenisini kazanır, pek çok yabancı dile çevrilir. Yayıncısının kitaba yazdığı önsözde anlattığına göre Robert Sabatier, bu romandan elde ettiği telif geliriyle tarihi bir malikâneyi satın alıp restore ettirir. Yazar, malikânenin bir odasını Marcel Proust’a ayırır. Yazara ait topladığı dönem kitaplarını bu odada biriktirir. Belli ki yazar kendisini Proust’un “kayıp zamanın izinde” sürmekte olan sessiz, sakin yolculuğun son halkası “yakalanan zaman” kavramına yakın bulmaktadır.
2.“Onu uyandıramıyorum…”
İsveç Kibritleri’nde yazar bize önce romanın geçtiği Labat Sokağı’nı, ardından da romanının kahramanı Olivier’i tanıtır bize. Aslında bize tanıttığı, çocukluğunun geçtiği sokak ve o sokakta büyüyen bir çocuk olarak kendisidir. Olivier’in sokağı çocuklar arasında çocukça kavganın, gürültünün olağan olduğu, büyüklerin küçükleri kimi zaman uzaktan uzağa kimi zaman da yakından koruyup kolladığı, hayatın olağan akışında her şeyin yerli yerinde olduğu, en ufak bir olağanüstülüğün hemen fark edildiği kendince renkli, hareketli, konuşkan bir sokaktır. Önce uzaktan uzağa duyulan şansonlar, akordeona eşlik eden caz, operet şarkıları, sonra haftanın birkaç günü verilen sokak konserleri sokağın rengi, neşesi, coşkusudur. Olivier, bu sokakta, annesiyle birlikte kendilerine hem yuva hem de tuhafiye dükkânı olan evlerinde yaşamakta, elinde çantası dersleriyle, okuldan arkadaşlarıyla, okuldaki kurallarla baş etmeye çalışmaktadır.
Her zamanki olağan günlerden birinde, tuhafiye dükkânının müdavimleri pencerenin panjurundan “Virginie, dükkânı açmıyor musun?” diye seslenip bir karşılık alamayınca Olivier’e “Hadi git anneni uyandırıver!” derler. Olivier, uyandırmak için annesinin yanına gider, uyandırmak için annesini öper ama annesi bir türü uyanmaz. Önce annesinin kendisine oyun oynadığını, uyuyormuş gibi yaptığını ve bir anda onu kahkahalara boğacağını düşünür. Oysa annesi orada öylece hareketsiz yatıyordur. Olivier, kendisine hem annelik hem ablalık yapmış biricik annesini bir daha hiç uyandıramayacaktır… Virginie bir daha hiç uyanmaz…
Olivier artık annesizdir, “öksüz”dür. Bundan sonra Olivier’in “göz kamaştırıcıydı” dediği sokağında benliğini arama, kendini var etme, kendi ayakları üzerinde durma, kendince çocuk olma serüveni başlayacaktır. Önce “öksüz” sözcüğüyle tanışır. Daha önce bilmediği bir şeydir “öksüz olmak”. Bundan sonra ne olacak, çocuğu kim büyütecek, kim himaye edecek. Çocuk bir süre kimin yanında kalacak, sonra ne olacak?… Tüm bunlar “aile meclisi”nde Olivier’in yanında yöresinde fısıltıyla konuşulan şeylerdi. Çocuklar bu gibi durumlarda büyüklerin çoğu zaman kendilerinin geleceği hakkında konuştuğunu sezerler ama konuşmaların içeriğini tam olarak kavrayamazlar… Aile meclisinden kimilerinin hali vakti yerindedir ama uzaktadır, kimileri ise çocuğun yanı başındadır ama küçük bir evde kıt kanaat geçinmektedir… Tüm bunlar bir yana, esasen, çocuklar, kendi doğal yaşam alanları olan sokaklarına aittir. Hayatı ve bununla birlikte hayata dair sokağın dilini, orada, sokakta, sokak aralarında öğrenir. Sokaktaki gündelik hayat, akranlar arasındaki tatlı sert arkadaşlıklar, büyüklerle kurulan dostluklar, ele geçen üç beş kuruş sokak çocukları için en iyi öğretmendir. Böyle yetişen, çocukluğu kendilerine ait bir sokakta geçen çocuklar ömürleri boyunca hayatın öğrencisi olmayı daha baştan kendilerine en sağlam bir yol olarak seçmişlerdir. İleride hayatlarını hayattan öğrendikleriyle kazanacaklardır…
Madam Papa’nın yüreğindeki sevecenlik, koruyup kollayıcı şefkat, Mado’nun göz alıcı dünyası, Bougras’ın Olivier’i hayata hazırlayan dostluğu, bir süre yanlarında kaldığı kuzeni Jean ve eşi Élodie’nin gerek mecburiyetten gerek sevgiden onu kabullenişi, sokak çocukları arasında gelişen dostluk ve sevgi, mahallelinin görünmez bir el gibi onu kötülüklerden, kötüye kullanmalardan, istismarlardan koruyuşu, uzaktan uzağa ona göz kulak oluşu roman boyunca incelikli bir anlatımla ilmek ilmek örülür. İçine doğduğu, çocukluğunun ilk evrelerinin geçtiği, düşe kalka hayatı öğrenmeye başladığı, emek verdiği göz kamaştırıcı sokağından ayrılıp amcasının yanına gideceği zamanki hüzün, daha çocuk yaşta sanki her şeyi geride bırakıyormuş hissine kapılma, ayrılmadan önce son bir kez geriye dönüp sokağına bakış, dostu, arkadaşı Bougras’ın son anda gelip ona veda edişi, veda ederken onu yüreklendirişi, ayrılırken avucunun içine sıkıştırdığı yirmi centimelik madeni paradan yapılmış yüzük…
Roman sanatı, diğer anlatı sanatları gibi hem duyguya hem düşünceye, hem duyuya hem duyarlığa seslenir. İsveç Kibritleri’nde Fransız yazar Robert Sabatier, bu iki güçlü yetiye de son derece başarılı bir anlatımla seslenmiş.
3.“Kazandığı paranın bir İsviçre çakısı almaya yetip yetmeyeceğini düşünerek karanlıkta yürüyordu.”
“Olivier kibrit kutusunu açtı, beş franklık banknotunu çıkardı, açtı, geri katladı. İsviçre çakısını düşündü ve sonunda banknotu yerine koydu.”
Mahalleden eski bir asker olan ve sık sık “Ne olacak bu Fransa’nın hâli?” diye soran Gastounet bir gün Olivier’i önce bir kafeye ardından da bir bistroya yemeğe götürür. Olivier kalkarken Gastounet’nin masanın üstünde bıraktığı İsveç kibrit kutusunu istemsizce cebine atar. Böylelikle okur, romana adını veren İsveç kibritleriyle tanışmış olur. Olivier’in masanın üstünden aldığı içi kibrit dolu kutu yine istemsizce bir yangına neden olur. Olivier, tuhafiye dükkânının gözden ırak küçük deposunda kendisine güvenli bir yuva kurmuştur. Her şeyden uzak, kendi dünyasından farklı bir dünyanın kapılarını aralamıştı, yeni fikirler, yeni görüntüler derleyerek kendiyle bir bütün olmaya çalışıyordu. Bir akşam vakti kendi güvenli yuvasında düşüncelere dalmışken birden cebindeki İsveç kibritleri kutusunu çıkarır, içinden bir kibriti çakar. Sonra peş peşe birkaç kibrit daha çakar. İçinde saklandığı, kendine güvenli bir yuva olarak seçtiği o küçük depo alevler içinde yanmaya başlar. Yangın yalnızca Olivier’in saklandığı o küçük depoda çıkmamıştır. Söndürülmesi zor asıl yangın Olivier’in düşlerindedir. Olivier’i yangının şerrinden ve suçundan o akşam dostu Bougras kurtarır. Bougras yalnız o akşam değil, sokaktan ayrılacağı güne dek Olivier’e hep göz kulak olur, kol kanat gerer.
Olivier’in düşlerindeki o yangın, zamanla, içinde bir İsviçre çakısı alabilmek için biriktirilen beş franklık bir banknot olan bir kibrit kutusuna dönüşecektir. Olivier, bir İsveç kibrit kutusuna dönüşen o düşü hep cebinde taşımakta, elinde sımsıkı tutmaktadır.
Kibrit deyince merak edip elimin altındaki Isaac Asimov’un Bilim ve Buluşlar Tarihi (İmge yayınları, 2006, Çev. Elif Topçugil) kitabına baktım. Kitap tarihöncesinden günümüze kronolojik bir sırayla bilimin ve buluşların nefes kesici tarihini anlatıyor. Fihristte kibrit maddesini bulup okudum. Şunlar yazılı o maddede: “1831’de Fransız Kimyager Charles Sauria ilk pratik sürtünme kibritini üretti. Bunlar sert bir yüzeye sürtülmedikçe yanmamaları için diğer maddelerle seyreltilmiş fosfor içeriyorlardı. Sürtünmeyle meydana gelen ölçülü ısı miktarı kibriti tutuşturmaya yetiyordu. Bu türden kibritler sürtüldüğünde çabucak ve sessizce alev oluşturuyorlar ve zamanla bozulmuyorlardı. Böylece kullanımları hızla yayıldı.” Asimov, bu maddede kibritlerin önemli bir dezavantajına da değinmeden geçmez: “Yalnız bir dezavantajı vardı. Kibritlerde kullanılan fosfor oldukça zehirliydi ve kibrit üretiminde çalışan insanlar fosforu vücutlarına alıyorlardı; bu da kemik dejenerasyonuna neden oluyor ve onları yavaş ve acılı bir şekilde öldürüyordu. Bunun düzeltilmesi yetmiş yıl sürdü.” Aslında tam da düzeltilmiş sayılmaz. Ülkemizde fosfor içerikli maytap, meşale gibi ürünlerin üretildiği yerlerde çoğunlukla tam bir ihmaller zinciri sonucu meydana gelen patlamaların neden olduğu onulmaz acılar hâlâ hafızalarımızdadır. Ama orada çalışanların fosfora maruz kalmaları yüzünden ağır ağır ölmekte oluşları ateşin düştüğü yeri yakması gibi bireysel acılar olarak gözlerden ırak, sessiz sedasız bir biçimde yaşanmaktadır.
Asimov’un aktardığı bilgilerin yanı sıra kibritin güvenli bir tutuşturucu olarak kullanılması 1855’te İsveçli bir mucit sayesindedir. Bu tarihten sonra kibrit, “İsveç kibriti” olarak anılmaya başlanmış.
Bir de sözcüğün etimolojisi var. Bizde kullanılan “kibrit” sözcüğü Arapça olup “kükürt” sözcüğünden alıntıdır. (TDK Sözlük, Nişanyan Sözlüğü)