Her türlü ruh çözümleme ve kişisel gelişim zımbırtısına katılmamın ardından Ayvalık için yola çıktığımda, kendime en az on defa “ne istiyorum?” diye sorup, iç sesimin cevabını asla duyamamaktan dolayı sinirliydim. Yol boyunca bacaklarımı sallamam tamamen bu sinirin bir ürünüydü. Neticede spiritüel seansların iç ses dalga frekansımı az da olsa köpek kaçıran’dan anlaşılan’a doğru eğriltmesi gerekmez miydi?
Otele vardığımda bacaklarım tüm yol boyunca sallanmaktan çok yorgun. Bana ayrılan odaya doğru otel görevlisini takip ederek çıkıyorum. Elvan isimli görevli neden bilmiyorum odaya benden önce giriyor. Kalçaları odaya zor sığan Elvan Abla, aniden, elindekini saklamak isteyerek odadan çıkınca, istem dışı yine onu takip ediyorum, deve dikeninin saksısına koyduğu avuç kadar kütleye gözümü dikiyorum. Bu dünyadan hemen hemen birkaç dakika önce göçmüş, kanadı kırık bir serçe. “Ah” diyorum içimden, görünce… Elvan Abla’nın kalçaları sağ olsun odaya zaten henüz girmemiştim, şimdi bu görüntüden sonra nasıl gireceğim?
“Bakmayın hanım. Çok sıcak hala. Yeni ölmüş olmalı…”
Elvan Abla, bir otel çalışanına göre kuşlar ve gökyüzüyle ilgili fazla uzman. Sanırım ben de bir otel müşterisine göre öyleyim. O ısısından ben ifadesinden anlamışız kuşun rahmetlilik zamanını… Biraz baksak ne kadar yaşadığını ya da ne zaman doğduğunu da göreceğiz sanki. Gözlerini kuşa diken Elvan Abla sessiz düşüncelerimi okuyor ya da duyuyor gibi…
“Ben iyice bir temizleyeyim odayı, sen on beş dakikaya gel hanım.”
Geniş kalçalarıyla tekrar odaya girdiğinde benim arkasından girmeme zaten imkân yok. Beni de o kuş gibi eliyle çıkarır Allah korusun diye içimden zevzek espriler yaparak, otel lobisine doğru inmeye başlıyorum.
Hani az önce “ben hayattan ne istiyorum?” sorusu vardı ya, şimdi kulaklarımda onun cevabı tınlar gibi oluyor merdivenlerden usulca inerken, “yaşamak istiyorum.”
Odada can veren minik kuşun kanadının kırılması, bu dünyadan göçmesi, beni ölmeme arzusuyla kaplatıyor, en azından henüz değil diye düşünüyor, bunu hissediyorum. Kuşun toprakla birleştiği görüntüsünü hayal ederken, kendimi tüm topraklardan arındırmaya, uzaklaştırmaya çalışıyorum zihnimde. Hatta ant içiyorum.
“Bir kahve alabilir miyim sade?”
Barın arkasındaki sarışın kadın bana bakıyor. Oldukça solgun ve yorgun görünüyor. Ege köylerinde insanlar bir süre sonra yavaş akan zaman içinde buna dönüşüyorlar sanki…
“Bir şartla, fal bakmama izin verirseniz.”
Solgunluğuna biraz pembelik geliyor bir eylem olasılığına tutununca. Seviniyorum çünkü benim de tam istediğim bu aslında. Ölümle yaşamın iki derin ucu arasında gidip gelmişim odamın kapısında ne de olsa. Başımı sallıyorum.
Morfo enerjik alana göre ilgilenmediğin her his, düşünce senden akıp gider. Kim bilir bu minik serçe her kanat çırpışında kendisine ait olmayan hangi enerji dalgasına sürtmüş, kimin hangi duygusuyla temas etmiş… Kurtulmak için her kanadını çırptığında kim bilir kaç görünmez alt kanadı daha kırılmış? Kanadı kırılmak deyimi, sadece görülen kanadın kırılması değil, onu özgür kılanın da lime lime olup, arkada bırakılması tabi.
Fala hazırlanan köpüklü kahvemi içerken bu düşüncelerden kurtulma vakti. Yine de solgun kadının sessizliğinden olsa gerek zihnim bir türlü susmuyor.
Ben o kuşun özgürlüğü için benzer bir meditasyon mu yapmıyordum, Hindistan’a giden arkadaşlarımdan zamanı nasıl geçirdiklerini mi öğrenmiyordum, sufizmle ilgili okuyor, her şeyden kendimi kaç yıl uzak bırakabilirimi mi düşünmüyordum, acının bedenimden akıp gitmesini öğrenmeye mi çalışmıyor, insanın tekamülünün ruhla bağlantılı olduğunu kendime hatırlatıp, senden sonrası için ruhunu besle ve terbiye et diye içsel konuşmalar mı yapmıyordum? Hepsini yapıyordum. Zamanı bu şekilde eğip büküp, can sıkıntıma böyle yöntemlerle katlanarak ömrümü uzatmaya çalışıyordum.
İşte odamda ölüme yenik düşmüş o kuş da benim dayanamayan halimi temsilen oradaydı ve ben odayı sadece kendim için değil, kahvenin ardından onun için de arındırmalıydım.
Solgun ve yorgun kadın önümden fincanı yavaş hareketlerle alıyor. O kadar sarışın ki, üstümüze vuran güneşle az sonra görünmez olacak sanki. Bu saydamlık beni ürkütüyor. Fincanımı açınca kopkoyu bir telve kütlesinin en dipte biriktiğini görüyorum. Kadın iç çekiyor.
“Bu Ege’ye tatile kaçanların da falı hep aynı. Büyük iç sıkıntın var senin. Ama korkma tam yanı başında bir kuş gördüm. Bir haber alacaksın.”
O esnada elinde kuşun cesediyle inen Elvan Abla’yla göz göze geliyoruz. Kuşun bana haber veremeden ölmesine mi, fincanda kendisinden bir iz bırakmasına mı üzüleyim bilemiyorum. Gözümden birkaç damla yaş süzülürken kadın tabaktan artan telveyi akıtıyor.
“Göz yaşların akacak ve üç vakte kadar ferahlayacaksın.”