Üzerine çok şey yazılmış 995km’nin. Ele alınacak, mercek tutulacak, vurgulanacak, irdelenecek bir yanı kalmamış neredeyse. Üzerine bunca şey yazılan bir roman hakkında yeni bir şeyler söylemek iddiasıyla ortaya çıkmak oldukça zor. Ama yazarken bunu amaçlarız; eserin değinilmeyen, ıskalanan, görmezden gelinen, dikkatlerden kaçan bir yönüne okurun dikkatini çekmeye, eseri bir de bu gözle okuyun, demeye çalışırız. Bu tutum hem okur, hem eser için önemlidir. Diğer türlü tekrarın tekrarı gibi bir şey olur ki yapılan işin pek kıymeti olmaz.
Bir dönemin panoramasını gözler önüne seren 995 km yaşı elli ve elli üstü olan kimi okuru huzursuz edecek bir roman. Cumhuriyet tarihinin en karanlık, en korkunç yıllarına götürdüğü, kabuk bağlamış yaraları deştiği, unutulmak istenenleri hatırlattığı, bilinçaltına atılanları gün yüzüne çıkarıp mercek tuttuğu için. 995 km bir roman, dolayısıyla bir kurgu olsa da okurken, roman okuyorum, havasına kapılmadım. Her ne kadar tetikçinin kişiliği, psikolojisi, yetiştiği ortam çok iyi anlatılmışsa da eser bana bir belgesel eser okuyorum hissi verdi. Romanda anlatılanların hepsi hatta fazlası yaşandı o yıllarda. Ne kişiler hayali, ne olaylar, ne de adı geçen oluşumlar, kurumlar, örgütler, karakterler. O yüzden bir dönemin özet geçilmiş belgeseli diyorum 995 km için. Saim Baran’ın, Cihadın Askerleri’nin, JEM’İN, TAK’ın, Eğitmen’in, Hoca’nın ve diğerlerinin kim/ne olduğu o kadar açık ki, doksanlı yıllarda yaşananlar hakkında birkaç kitap okuyanlar, biraz araştırma yapanlar ne demek istediğimi rahatlıkla anlayabilirler.
Yüz yıllık cumhuriyetin belki de en karanlık, en ürkütücü yılları; at izinin it izine karıştığı, legalle illegali ayıran çizginin nereden başlayıp nereden bittiğinin belli olmadığı, kötülüğün her an her yerden gelme ihtimalinin olduğu, korkunun iliklere kadar işlediği, kıstırılmışlığın, çaresizliğin belki de hiç bu kadar yaşanmadığı yılları, doksanlı yıllardır. Ülkenin güneydoğusu uzun süre pus altında yitmiştir. Bir yara vardır, o yara her gün büyümektedir. Canlar gitmekte, acılar katmerleşmekte, meselelere doğru mercekten bakılmamakta, birlikte yaşama isteği örselenmekte ve annelerin, çocukların çığlıkları da hep artmaktadır. Ülkenin bir bölgesi böylesine alev alev yanarken sinemanın, edebiyatın bu ateşi görmemesi mümkün mü? Dahası bu alevi estetik kaygıları bir kenara bırakmadan ele alma cesareti gösteremeyen sinemaya sinema, edebiyata da edebiyat denir mi? Sanatın beslendiği damarlardan biri de toplumun kendisidir. Toplumda yaşanan her olay elbette sanatsal kaygılarla ele alınabilmeli, sanatçılarda da bu duyarlılık olmalıdır. Ama bu elbette kolay iş değildir. Kararlılık ister, zor’la mücadele etme azmi ister ve belki de en önemlisi cesaret ister. Cesaret önemli, çünkü ele aldığınız olayda taraflardan biri sistemdir/yönetimdir. Sistemin/yönetimin elinde de güç, baskı, cezalandırma, yıldırma aygıtları ve iradesi vardır. Eğer siz meseleye onun gözünden bakmazsanız zor’la karşılaşabilirsiniz. Zor karşında durma cesareti gösteremeyenler elbette yangını umursamazlar. İster adına Kürt sorunu deyin, ister Doğu sorunu deyin, fark etmez, bu yangının edebiyatımızda da, sinemamızda da yeterince ele alınıp işlendiğini düşünmüyorum. Bunun bir nedeni-kanımca da en önemli nedeni-zor’la karşı karşıya gelme korkusudur ki bu tutum sanatın işlevi ve sanatçının aydın duruşu adına çok büyük bir eksikliktir. Bu bakımdan Murathan Mungan’ın bu romanı-her ne kadar dönem olaylarının üzerinden uzun yıllar geçmiş olsa da-kıymetlidir.
Dönem olaylarının sinemada ve edebiyatta hemen yer bulamamasının bir nedeni de, olayları sıcağı sıcağına işleyen eserlerin fırsatçılıkla suçlanacağı kaygısıdır. Gezi Olayları’nda, pandemide ve 6 Şubat depreminde bu suçlamaları gördük. Dönemi anlatan çalışmalar fırsatçılıkla, duyguları sömürmekle, acıları yarıştırmakla suçlandı ki burada suçlayan tarafın haklılık payı olacağı gibi diğer tarafın da duyarlılığının örselenmemesine dikkat edilmelidir.
Bir diğer neden ise olayların dinmesi, meselenin ne olduğunun daha iyi anlaşılması, arka planda olup bitenlerin ortaya çıkması kaygısıdır ve bence toplumsal bir meseleyi sanatsal açıdan ele almanın en doğru yolu budur. Murathan Mungan’ın, Saim Baran (Musa Anter) cinayetini aradan otuz yıl geçtikten sonra yazması bence bu nedenden dolayıdır. Rojda’nın Kerem’e yaptığı açıklama Murathan Mungan’ın bu tutumunu açıkça ortaya koymaktadır zaten. “Birbirinden daha acı bu olayları dayanılır hale getirmek için daha yumuşak kelimelere ihtiyaç var, kelimelerin yumuşamasını bekliyorum, bu olaylar üzerinde durup derinleştikçe giderek onlar senin de hatıraların olmaya başlıyor çünkü.” (995 km, sy.204)
995 km’yi sadece doksanlı yıllarda güneydoğuda yaşanan olayları anlatan bir roman olarak ele alamayız elbette. Saim Baran cinayeti, Sabahattin Ali cinayetinden el alıp, Hrant Dink cinayetine, hatta Tahir Elçi’nin öldürülmesine el veren bir sürecin duraklarından biri olarak görülmeli. Bu bizim topraklara has bir durum da değildir üstelik. İnsanoğlunun nefes aldığı her yerde güç sahipleri/muktedirler/egemenler kendilerine kafa tutanları, kendileri için tehdit gördüklerini, hoşlanmadıklarını ortadan kaldırmayı hep en kolay yol olarak görmüşlerdir. Bunu bazen legal yollarla, bazen de-legal yol mümkün değilse-illegal yollarla yapmışlardır.
Sıradan bir insandan-sosyopat veya psikopat değilse-katil yaratılabilir mi? Pek sanmıyorum. Sonuçta merhamet diye bir duyguyla dünya gelir her insan. Davranışlarının sonuçlarını yüreğinde ölçüp biçer, muhakeme eder, empati yapar, yaptığı şey bir başkasına zarar vermişse vicdanı onu günbegün örseler. Ama sıradan bir insanı alıp beynini öyle doğmalarla, inançlarla, ideolojilerle doldurur, yüreğindeki merhamet, empati duygusunu öyle bir kazır, kısacası kişiyi eğilecek yaşta alıp öyle bir işlersiniz ki adeta onu insan olmaktan çıkarıp duyguları olmayan canlı bir mekanizmaya dönüştürürsünüz. İşte o zaman ona istediğinizi yaptırabilirsiniz. Bir tetikçiyi bir seri katilden ayıran fark budur. Seri katillerin katil olmalarının birçok nedeni olsa da en önemli neden onların sosyopat, psikopat kişilik özelikleridir. Ama tetikçiler işlenmiş, cisimleşmiş kişilerdir. Bu cisimleştirmede din de milliyetçilik de bazen ideolojiler de çokça kullanılır. O dinsizdir/imansızdır/kâfirdir/mürtettir, dolayısıyla merhamet duyulacak biri değildir. Ya da o haindir/komünisttir/vatan, millet, bayrak düşmanıdır, böylelerine acımak olmaz. Tetikçi böyle bir rahleyi tedrisattan geçmezse fiilini gerçekleştiremez. Ama elbette her insanı bu rahleyi tedrisattan geçiremezsiniz. Romanın başkarakteri tetikçi böyle bir rahleyi tedrisattan geçmiştir, çünkü doğduğu ortam onun alınıp işlenmesine, cisimleşmesine müsaittir. Bir ailesi yoktur, öksüz ve yetimdir, çocukken sevgi denen duygudan hiç nasibini almamıştır, bu yüzden hep görünmez ve silik kalmıştır. “Bulunduğu her yerde, her kalabalıkta varlığını alabildiğince geri çeker, kendisini silerdi, bir süre sonra insanlar sanki o orada yokmuş gibi konuşmaya, davranmaya başlardı…”(995 km, sy.15)
Bu özelliği sayesinde birçok kişinin gizlisini saklısını öğrenir, örgütte ihbar eder. “Bu sayede yıllar yılı bulunduğu her yerde, her toplulukta, herkes hakkında çok fazla bilgi toplamış, her şeyi, her ayrıntıyı bir bir aklında tutmuştu. Toplayıp aklının bir kenarında istiflediği tüm bilgiler gerektiği zamanlarda, gereken yerlerde acımasızca kullanılmıştı, bundan sonra da kullanılacaktı…” (995 km, sy.15)
Tetikçi olmasında görünmez ve silik olmasının payı büyüktür elbette, ama en önemli etken duygularını asla belli etmemesidir. “En ufak bir parıltıdan yoksun soğuk, delici gözleri yüzünün sır vermez duvarını gördü aynadaki yansısında, ne zaman aynaya bakacak olsa kendine güvenini yenilerdi, çünkü kimseye bir şey söylemeyen yüzlerdendi onunki, belki de bu yüzden seçilmişti bu görev için, belki de Allah bile bu okunaksız yüzü, bu ketum gözleri bunun için vermişti ona, dünyaya hiçbir şey söylemesin diye. Ona bakanlar bu yüzde hiçbir şey göremesin diye.” (995 km, sy.13)
Tetikçi olmasında bir diğer etken de intikam duygusunun güçlü ve kindar olmasıdır. “ Yüreğinin derinliklerine kök salmış güçlü bir intikam duygusu, kindar bir hafızası vardı; hemen dışa vurmayıp dizginlemeyi becerdiği öfkesi sinsice kanına karışanlardandı. Kanı kinle akardı. Daha çocukken yediği bir tokadın karşılığını on beş yıl sonra sabah namazından dönen adamı çarşının ortasındaki çınarın dibinde tek kurşunla yere sererek verecekti.” (995 km, sy.15)
Romanda bir ismi olmayan tetikçiyi Cihadın Askerleri’nin önde gelen isimlerinden şura üyesi Hoca keşfeder. Daha çocukken ondaki potansiyeli gören Hoca, onu ortamından alır, büyütür, eğitir, örgüt için kullanılacak bir mekanizmaya dönüştürür. Yarattığı mekanizmada öyle büyük beklentileri vardır ki örgüt içinde tanınmasını, sivrilmesini istemez. Devlet tarafından deşifre edilmemesi için onu sıradan eylemlerde de kullanmaz. Silik, sessiz, renk vermeyen kişiliğinden dolayı onu ilkin istihbarat toplamak için kullanır. Yeterince yetiştikten sonra JEM’e örgütün ajanı olarak yerleştirir. Tetikçi JEM içinde de kendini öyle bir gizler ki Amerika’da eğitim almış Eğitmen bile onu deşifre edemez. Eğitmen onun ikinci hocasıdır, ondan sorgulama tekniklerini öğrenir, ama ona karşı en ufak olumlu bir duygu beslemez, hatta günü gelince onu ortadan kaldırmayı bile düşünür. Olumlu duygu beslediği tek kişi adeta babası gibi gördüğü Hoca’dır.
Saim Baran JEM’in içindeyken öldürdüğü 41.kişidir. Ama bu cinayetleri sırf JEM istediği için işlememektedir, örgüt de Saim Baran gibilerin öldürülmesinden yanadır, bir bakıma silahı JEM vermiş, planı JEM yapmıştır ama hedef aynı zamanda örgütün de hedefidir, bu yüzden öldürdüğü kişiler için şükreder. “Rabbim şükürler olsun ki 41’i tamam ettim,” dedi içinden. “41kere maşallah!” Saim Baran, nihani davası uğruna öldürdüğü 41. kişiydi. “Rabbin 99 adını nasip et bana,” dedi. “Şehadet şerbetini içine kadar Hak yolunda 99 kurban vereyim!” (995 km, sy.23)
JEM’e ilk girdiğinde, örgütle bağlantısını bilen birkaç örgüt elemanını dahi ileride kendisini deşifre edeceği kaygısıyla örgütten izin almadan öldüren tetikçi her şeyi cihat için, Allah rızası için yaptığını düşünmekte, bu uğurda öldürülmeyi şehitlik, sürgün edilmeyi hicret, hapse düşmeyi ibadet olarak görmektedir, bu da nasıl canlı bir mekanizmaya dönüştürüldüğünün ispatıdır. Ama kaderin garip cilvesine bakın ki ölüm ona milliyetçilikle beslenmiş bir başka mekanizmanın elinden gelecektir. Bir tetikçi ölmüş, bir başkası doğmuştur. Bu bir döngü adeta, karanlık bir döngü. Belki de Rakel Dink’in dediği gibi, bir bebekten katil yaratan karanlık sorgulanmadan da bitecek gibi görülmeyen bir döngü. İşte bu sorgulama en iyi sinemayla, edebiyatla, kısacası sanatla yapılır.
Bu vesileyle edebiyat var olsun, karanlığa bir mum yakan Murathan Mungan’a da selam.
13 Mart 2024
Korucuk