Kemaneci Sarı Memmet
Yazılar

Kemaneci Sarı Memmet

Ali Ozanemre

Davulu zurnayı şimdilik sözün dışında tutarsak Çukurova’yı kucaklayan Toros dağlarının eteklerinde, yamaçlarında, kuytu koyaklarında ve bütün Çukurova’da halk müziğinin çalgısı, genel olarak ‘saz’ diye adlandırdığımız telli-tezeneli çalgıdır.

 

Türkülere, türküleşen ağıtlara, oyun havalarına hep saz eşlik eder.

 

Bu, bazen meydan sazı, bazen divan sazı, bazen bağlama (saz), bazen de cura biçiminde karşımıza çıkar. Söz gelimi santur, cümbüş, ut vb. telli-tezeneli öbür çalgılar, hiçbir zaman sazın kullanıldığı ölçüde etkin ve yaygın kullanılmamıştır; keman da öyle…

 

Keman deyince usuma, önce Hacı Çiçek (Gavur Hacı)[1] gelir. Her kemancının, Gâvur Hacı olmadığını, olamayacağını da bilirim. Halk müziğiyle ilgili olanlar Gâvur Hacı’yı bilir, Kemaneci Sarı Memmet’i pek kimse bilmez. Oysa Kemaneci Sarı Memmet de halk türküleri başlığı altında toplanabilir ağıtlara, türkülere kemanı pek güzel yakıştıran bir ‘alaylı’ydı.

 

Kimliğinde adı, Mehmet Akıl diye yazılı. Kozan’ın Kıbrıslar köyünde, 1944’te doğmuş. Bu köy, kendisinin söylediğine göre “silme/katıksız bir Farsak köyü”.

 

Ben kendisini, 2010 yılı temmuz ayında, Bursa’da, Yıldırım Belediyesi’nin düzenlediği Âşıklar Şairler Şöleni’nde tanıdım: Sırtında delme yeleği, bacağında -oldukça eskimiş- kot pantolonu, başında siyah fötr şapkası…

 

Henüz 60 yaşının altındaydı ama 60’ını geçeli epey olmuş gibi gözüküyordu. Bedeni/yüzü yıpranmış ama yorgun değildi. Çoğu kez ayakta ve yeri geldikçe kıvrak hareketlerle oynayarak inletiyordu en az kendisi kadar yıpranmış kemanını. Hiç nazlanmadan Çukurova’nın, Toroslar’ın, özellikle Gavurdağı çevresinin bozlaklarını, Antepli barak havalarını çalıp söylüyordu.

 

Bursa’daki etkinlik bitip memleketlerimize döndükten sonra Kemaneci Sarı Memmet’i, Çukurova Edebiyatçılar Derneği’nin konuğu olarak Adana’ya çağırdık. Dernek üyeleri ve gönül dostlarımız, Adana’da iki kez dinledi kemane ustası Sarı Memmet’i.

 

Birkaç türkü belleyip akortlu akortsuz tel tıngırdatır duruma gelince, kargadan gayrı kuş tanımam havalarına girenlerden olmadığı için çağrılarımıza nazlanmadan katıldı.

 

Kendisini, başka etkinliklerde de gördüm, gözledim. En coşumlu ortamlarda bile efendiliği aşağılara düşürenlerden değildi. Yaşamını, “yüz seksen yıllık” olduğunu söylediği kemanıyla çalıp söylediği türkülerden kazandıklarıyla sürdürmüş.

 

Bursa’nın Yıldırım ilçesindeki etkinlikte olduğu gibi Adana’da konuğumuz olduğunda da 50-60 kişilik dinleyici önünde çaldı söyledi Çukurova’nın, Torosların türkülerini.

Zamanı gelip de kemanına son ayarı verince ancak benim duyabileceğim bir sesle:

“İstersen, dedi, Yetti’mola Şam elinin hurması’yla başlayayım”.

“Nasıl istersen” dedim, “ama Karabaş Koyun’u geciktirmeyelim”.

Aklımda der gibi olurladı. Ardından inletti kemanını:

 

Yetti m’ola Şam elinin hurması

Gitti m’ola ela gözün sürmesi

Bağdat’ın Basra’nın telli turnası

Dostun sana salamı var Kınalı…

 

Sonra, Ağgelin…

 

Kimine göre Tokat/Yozgat yörelerinin, bize göre Çukurova’nın ve Çukurova’yı kucaklayan dağların bu ünlü türküsünü Âşık İmami, Ali Ercan, Dilberay, Ekrem Çelebi, Gülşen Kutlu, Kâmil Abalıoğlu, Peçenekli Süleyman ve daha birçok ses sanatçısı söylüyor.

 

Bir de Kemancı Sarı Memmet’ten dinlemek gerek. Onun söyleyişi başka. Türkünün sözlerinden de müziğinden de ayrı düşmüyor ama onun söyleşiyi hiç kimsenin söyleyişine benzemiyor; tam da “otantik” denilen türden bir söyleyiş:

 

Ağgelin de indi m’ola yayladan

Kaşın değil gözün beni ağladan

Güzelliği satın m’aldın Mevla’dan

Ölürüm ahdımı koymam yâr sende

Kendi gelin yürüyüşü kız gibi / Sevdiğim / Sürmelim / Ağgelin…

 

Yine bu bölgede sevilen türkülerden, örneğin Döne Gelin, Merik, Menevşe gibileri…

Derken çok ünlü, çok sevilen bir başka türkü Ceren

Birkaç kez yıkadık ruhlarımızı:

 

Ceren çıkmış bir kayanın başına

Güneş vurmuş kemerinin kaşına

Yeni değmiş onüç ondört yaşına

Seherde uğruma indi bu Ceren

Aklımı başımdan aldı bu Ceren / Serimi sevdaya saldı bu Ceren

 

Bir ara Antep illerine, Barak diyarına gittik.

Bizi alıp o diyara götüren türkülerden biri, Bey Mayıl:

 

Bir ay doğdu ilk akşamdan geceden

Şavkı vurur pencereden bacadan

Uykusuz mu kaldın (da Bey Mayılım) dünkü geceden

Uyan Bey Mayıl’ım (uyan) gadan ben alam / Kurbanın olam…

 

Bu toprakların yürek ezen türkülerinden bir başkası, Garip:

 

Halep derler koçyiğitler vatanı

Aramazlar gurbet elde yiteni

Vurup öldürürler yeni yeteni

Kadan’ alam Garip kal bizim ellerde…

 

Bir ara Saimbeyli Gürleşen köyünden Melek Karı’nın Haçin Ağıdı, ardından Sarıkamış

Sarıkamış Ağıdı’yla gözlerimiz yaş doldu:

 

Pınarbaşı baba yurdum

Kafkaslara cephe kurdum

Ben düşmana yenilmezdim

(Benim korkum Moskof değil)

Karakışa kurban verdim

Kele Eşe kele Eşe

Tekerim dayandı taşa

Seferiberliği durdur

Elin’ öpem Enver Paşa…

 

Kemaneci Sarı Memmet’ten emindiğimiz türkülerin hepsi hüzünlü değildi. İçlerinde, bizi oynatan da vardı, gülümseten de. Bunlardan biri, Karabaş Koyun adlı türkü: Belki de onulmaz bir karasevda türküsü olan bu türküyü kemanıyla çalıp söylerken çoğu zaman dize sonlarında “ooy oy!” diyerek kemanın inlemelerine ağıtsı demler tutuyor, hele bölüm aralarında kemanıyla yarattığı “meee, maaa, daaa” benzeri koyun sesleri, herkesin yüzünde gülümsemelere yol açıyordu.

 

Sen yayıl Karabaş ben de bakayım

Boğazına (da) çanlarını takayım

Ablan sağsın ben helkeni tutayım (tutayım)

Sağan ablasına kurban olduğum Karabaş Koyun

(Meee, Aaaa, daaa…)

 

Senin yaylan Erciyes’in dağıdır

Ak koyun da yüreğimin yağıdır

Karabaş koyun (da) koyunların beyidir (beyidir)

Yayan ablasına kurban olduğum Karabaş Koyun

(Maaa, daaa, meee…)

 

Karanfil dağı (da) Mazgılı’yı gözedir

Laleleri açmış (da) sümbülleri tazedir

Benim sözüm geline değil kızadır (kızadır)

Sağan ablasına kurban olduğum Karabaş Koyun

(Daaa, meee, maaa…)

 

Kemaneci Sarı Memmet çaldı söyledi, biz onu yüce duygular içinde izledik, dinledik.

 

Bir söyleşimizde “Ben yorulmam” demişti. Gerçekten de çalıp söylemek onu yormuyor sanki gücüne güç katıyordu. Neredeyse dinlenmeden çaldı, söyledi, oynadı ve oynattı biz konuklarını… Saatlerce…

 

Çağrımız üzerine Adana’ya ilk gelişindeydi.

 

Halk kültürü dostlarından biri şenliğimizin bitmesine yakın bir zamanda kulağıma eğilip şöyle bir öneride bulundu: “Kemanı çok eskimiş. Bir kemanın ederi 300-500 TL’ymiş. Aramızda bir şeyler toplasak da adamcağız yeni bir keman sahibi olsa nasıl olur, iyi olmaz mı?”

 

“Hem de çok iyi olur.” dedim ve öneriyi dinleyici dostlarla paylaştım. Hemen herkes olumlu karşıladı. Aramızda bir “kırkım” yaptık. Ortalama bir keman parası toplandı. Toplanan parayı teşekkürlerimizle kendisine takdim ederken “çoksundu”. Ancak yarısını alabileceğini söyledi. Direttim, hak ettiğinin aslında çok daha fazla olduğunu belirterek verdim topladıklarımızı. “İster yeni keman al istersen bu kemanınla çalıp söylemeyi sürdür; o, senin bileceğin iş.” dedim.

 

Böyle dedim ama daha sonraki karşılaşmalarımızdan birinde gördüm; aynı boyutta yepyeni bir keman almış. Fakat eski kemanı kaldırıp atmamış, üstelik onu daha çok seviyor, daha çok onu çalıyormuş. Hüzünlü türkülerden oynak, kırık oyun havalarına…

 

Günümüzü gün, gecemizi gece ettik o akşam sevgili Sarı Memmet’le ve onun eski, kırık kemanıyla…

Halk kültürü pınarının gözlerinden biriydi o. O pınar kurumasın. Sizin pınarınız da…

 

 

[1] En güzel Barak havalarını kemanıyla daha da güzelleştiren Hacı Çiçek, (daha çok Gavur Hacı adıyla bilinirdi), 2014’te, Çiçek ailesiyle akraba bir başka aile arasında kız kaçırma nedeniyle çıkan kavgada, memleketi Adıyaman’da, 62 yaşında ve ustalığının doruğundayken vurularak ölmüştür.