Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Öyküleriyle tanıdığımız Mehmet Kabakçı’nın ilk kitabı bir roman olarak karşımıza çıktı. Kitap, kadim toprakların, eski zamanların gizem dolu yaşamını Ayvaz’ın hikâyesiyle ele alıyor.
Henüz beşikteyken kimsesiz kalan Ayvaz, diğer kahraman Fahri Dayı ile büyümüş, süt kardeşliği sonrasında sırlarla dolu bir dostluğun pervanesi olmuştur. Fahri Dayı yaşadığı topraklarda kendine bir yurt edinip kök salmaya çalışırken, Ayvaz sürekli mekân değiştiren, bir görünüp birden ortalıktan kaybolan, aylar hatta yıllar sonra yeniden gelen ve kısa ziyaretler sonrası nasıl gittiği anlaşılmadan tekrardan uzaklara revan olan bir seyyah, bir arayışçıdır.
Yazarın bölgede konuşulan dillere, bölgenin tarihine, kadim toprakların coğrafi yapısı ve iklimine dair derin hakimiyeti entelektüel bir yaklaşımdan öte bir nitelik gösteriyor. Yaşamsal olanı gün yüzüne çıkaran bir teknikle yazdığı kitap, okurken insanı oralara götürüp, fırtınanın, selin, suların içine salarak eski zamanların mistik kokularını hissettirir bir tarzda kaleme alınmış.
“Öz çocuklarının katledilişini izlettiler atalarına. Çölün içlerinden çıkıp geldi katiller. Önce kupkuru, gözleri kör eden bir saldılar önlerinden. O gün, hırlayan, canavarımsı atlarının ve süslü develerinin ayakları nasıl da toz bulutları kaldırıyordu uzaktan. Uçları havaya dikilmiş mızraklarına astıkları simsiyah bayraklar, rüzgârla birlikte nasıl da yalpa vuruyordu. Ve çalgılar çalıp şarkılar söyleyerek geldiler. Geniş ağızlı kılıçlarının demiri havada ışıldıyordu ve eski bir tanrının adını çağırıyordu dilleri katliama girişirken.”
Kurtarılmış Rakka Suhufları, 1. cilt, 8. yaprak, TS 33, Suriye.
Kitap iç acıtan bu giriş pasajıyla başlıyor. Bir tehcir olayı ki birebir tanık olunmadığı halde tehciri yaşayanlar hep derin bir hüzünle karşılanır. Böylesine acılı, kayıplı, yitik kalan tarihin içinde efsaneleşen bir hayat hikâyesidir Ayvaz’ın hikâyesi. Sebebini bilmediği, somut yorumlar ve olaylarla açıklayamadığı her hayat efsaneleşmiştir yöre insanında. Hiç görmediği, bilmediği ve hep uzaktan duyduğu kahramanlar aslında özünde bambaşka bir yapıda olsalar da dağ gibi cüsseli adamlar anlatılır olmuştur dilden dile, diyardan diyara. Zamanına göre yaptığı iş oranın insanları için çok büyük, kutsal, onore edici bir iştir, misal Ayvaz’ın bir ara yaptığı işlerden biri olan mezar kazıcılığı.
“Boşluğun içindeki derinliği göreceksin.”
Kitap başından sonuna gizemle ilerleyen, merakta bırakan, elinizden bir an bıraksanız arkanızdan çağıran bir anlatım gücüyle dolu. Daha neler var, der Ayvaz, can dostu Fahri Dayı’ya “Oku ki doğduğun günden beri içinde olup da farkına varmadığın şeylere ayıkasın.”
Yedi Düvelin Ecnebisi, yormadan ama bazen kederle, bazen merak ve de öfkeyle okutuyor kendini. Bazı olaylar karşısında derinden nefes alıp verirken birden anlatımdaki sıçramalarla, ileriye, geriye ya da hiç beklenilmeyen, tahmin edilmesi zor bir âleme geçişlerle dolu. Boyut, uzam, zaman, kişiler birden değişiyor ve sonra eklemelerle bir yerlerden yeni bağlantılar kurduruyor. Sorular bırakıyor her bir geçişin ardından. Hem okur hem de kahramanlar cevapları ararken uzun uzun beklemelerde kalıyor.
Yedi Düvelin Ecnebisi’nde yaşam uzar, ömürler biter, insanlar geçip gider. Tam her şey unutuldu, yaşandı, geçti, gitti derken birden ortaya çıkıp kendini yeniden anımsatır Ayvaz. Her anımsatma bambaşka bir zuhurla, yeni bir meal arayışıyla olur. Kimi zaman geçmiş hayatları, yaşanan acıları, koparılan canları düşündürür; kimi zaman da bir kitap, bir söz, bir hâl değişimiyle zihinleri yeniden sorguya çeker; yürekleri korkuya ve meraka salar.
İnsan var olalı beri bilmediği, anlam veremediği şeylerden hep korkmuştur. En çok da doğa olayları karşısında bu korkuyu yaşamıştır. Şimşekten, gök gürültüsünden, zelzeleden, en çok da ölümden, ölümlerden korkmuştur. Bazen bir cesaretle korkusunun üzerine gidip gizemi çözmeye çalışmış, çözemediğinde ise geri adım atarken korktuğu şeye kutsî değerler biçmiştir. Bazen de kaçmış köşe bucak, arayışlara düşmüş, diyar diyar dolaşmış tıpkı Ayvaz gibi.
“Çil kırkayak böğürüp huysuzlaşınca
Kırk iki bacağından birini ileri atınca Doğu’da bir yel çıkıp güneşi söndürecek,
Demir telekli turnalar şehirlere göçecek.”
Köylü anlar mıydı bu sözü? Oku diye verdiği Ayvaz’ın kitabındaki bu şiirleri Fahri dayı anlayabilir miydi? Demir telekli turnalar şehirlere, derken şiir ne demek istiyordu? Hiç durmadan okumakla, yıldızları, doğayı, yaşamı gözlemle, yorumla ve uzun uzun susmalarla varılır mıydı bir yerlere? Anlama bir şekilde erecekti Fahri dayı, gör denileni görürdü elbet.
Sonra zamanın ve mekânın birinde âşık da olur Ayvaz. Öyle böyle değil. Hem de nişanlı bir kıza. Ayvaz’ın aşkı uğruna deli divane olup, gözünü karartıp bir aşiretle tek başına mücadeleye tutuştuğu kadındır Elif.
Ayvaz deli divane âşık da olsa, aşkı uğruna dünyayla çatışmaya girip muradına erdiğini de sansa onun muradı başkadır aslında. Kendisi bile bir süre unuttuğunu farz ederek aşkını yaşamaya koyulsa da o ‘murad’ gün olur biter yine yanı başında. Sıradan bir insan gibi düzen kurup evde kurularak kahve istemi de aşkı gibi çabuk söner. Elif ise sözüne sadık kalandır. Bir aşk hikâyesinden çok ötedir aslında anlatılanlar.
Bir arayışın, içe sinmeyen geçmiş yaşamın, kimsesizliğe bırakılan, terk edilen, hor görülen, ezilen Ayvaz’a ne olur da şefkat ve sevgiyi bulduğunu sandığı anda yine derin kuyulara salar kendini?
Baştan sona hep değişik zuhurlarda bir görünüp aniden kaybolan, belki de her göründüğünde değişik bir yaşamın sürdürücüsü olan kadim toprakların bekçiliğini yapan, yılmayan, yitmeyen insanların tasvirleridir bunlar. Her bir tasvirde derin bir kaybedişin, her kaybedişte dinmez kederlerin, var oluşa dair bitmez özlemlerin kendini gösterdiği bir coğrafyanın hikâyesidir Ayvaz.
Âşık olan da o, aşka vefasız kalan da. Diyardan diyara dolaşıp yurdunu, aidiyetini arayan da o. Hikâyesi gerçekliğinden uzaklaşıp başka hikâyelere büründürülür, her efsaneleşen kişide olduğu gibi. Ayvaz’ı her gören, duyan kendi gönlünün kabul ettiğini katar, dallanıp budaklandırır, böylelikle dilden dile dolaşır gelir kitabımıza konu olur. Kimi zaman biletçi, kimi zaman bir sahaf, kiminde tüccardır. Bir zaman bir ilim insanı kitaplar okuyan, okutan, sayısız dil öğrenen, yazılar yazan, yıldızları izleyen, araştıran; başka bir zaman Golan Tepeleri’nde direnişçi, zalime karşı mücadele veren. İzmir’ de, Adana’da, İstanbul, Ankara hatta Suriye, Lübnan, Filistin, Mısır derken görülmediği, duyulmadığı yer kalmaz. Gittiği şehirlerde güneşin, ayın, suların, gökyüzünün, bütün doğanın güzelliği bir gizeme büründürülerek anlatılıyor kitapta.
Ama nereye giderse gitsin, gittiği her yerin, yüz vurduğu her yüreğin yabancısıdır o. Kendi yurduna, aidiyetine sürgün bir Ecnebi’dir Ayvaz.
Fahri Dayı’nın kitabın en başında dediğidir belki de: “Zamanın başka bir behrinde ya da bir kıyısında… Nasıl denilir ki? Başka bir biçimde ağam, Ayvaz hâlen sağ, hâlen dolaşıyor esasını ararsan da evlat, o hâlen aha burada, hemen yanımızda. E diyeceksin ki nasıl?”