Kaçak Yazarlar
- 12 Eylül 2024
Derin düşüncelerle hem aynanın hem de tuvalin karşısına geçti. “Ruşendil, yardımcısını salondan aceleyle gönderdi ve aynanın karşısında üzerini baştan ayağa son kez kontrol etti. Görmese de ayna karşısında olmayı seviyor ve bu karanlık dünyada kendini ancak bu hâlde güçlü hissediyordu. Aynanın karşısına geçip oturuyor, onunla konuşacak kişiyi de arkasına alıyordu çünkü insanlar, ona bakarken aynı zamanda kendilerine de bakmış oluyorlardı. Yani hem birbirlerini hem de kendilerini aynı anda görüyorlardı. Böylece Ruşendil’e dair hissedecekleri fakat söyleyemeyecekleri kadar çıplak bir duyguya kapıldılarsa önce bu çıplaklığı kendi filtrelerinden geçirmeleri gerekiyordu. Bu yüzden her misafirini aynanın karşısında karşılıyor, yardımcılarıyla bile aynadan görüşüyordu. Görememenin en güçlü silahı insanlara kendilerini göstermekti.
Her sabah güneşin ilk ışıklarıyla Ruşendil’in yardımcısı Halise uyanır, ardından da Ruşendil’i uyandırırdı. Ruşendil’in temel bakımına yardımcı olur; dolabından özenle hazırlanmış, yılların eskitemediği bir takımı hanımına giydirir ve mutlaka takımına uyacak bir broş seçerdi, hatta kendi seçmez, Ruşendil’in yıllar içinde seçip kullandıklarını devam ettirirdi. Ruşendil, görme duyusunu yitirdikten sonra hiçbir şey almadığı için giydiklerine aşinaydı. Hazırlık seremonisi bittikten sonra her günün ayrı bir programı olurdu, Ruşendil’in ressamlık kariyerini devam ettiren aydınlık bir program…
Her pazartesi konağa ressam olan Efsa gelirdi. Efsa, Ruşendil’i son dönem resim akımlarından haberdar eder, her hafta değişen tabloların ruhunu Ruşendil’in görmeyen gözlerinden içeri şöyle bir üflerdi. Ruşendil, olağandan daha heyecanlıydı bugün çünkü Efsa’dan çok sevdiği ressam Abad’ın ilk kadın figürlü çalışmasını dinleyecekti.
Efsa içeri girince Halise dışarı çıktı, Ruşendil kendisini düzeltmeyi bıraktı ve yüzünü doğruca aynaya döndü. Resim dışında biraz sohbet ettikten sonra Efsa, tabloyu incelemeye ve gördüklerini Ruşendil’e bir bir anlatmaya başladı.
“Tablonun çoğunda akrilik boyayla çalışılmış. Yeşil yağlı boya ile yapılan kertenkele figürü çok belirgin duruyor, silüetin sol kısmından adeta parlıyor. Siyah arka fon, ortada bulunan silüete yaklaştıkça soğuk maviyle yeşil arası renge doğru bir geçiş izliyor. Resmedilen çıplak bir kadın bedeni, düzgün ve ince bir fiziği var. Saçlarının ve kıyafetinin olmaması ona sanki bir dönüşüm beklediği imajını veriyor. Eser büyülü gerçekçiliğe uygun bir alegori oluşturuyor, kadının dönüşümüne kertenkele ile ipuçları taşıyor.”
Efsa, burada durup yutkundu çünkü Ruşendil dalmıştı. Böyle dalmalarda ne yapması gerektiğini bilir, Ruşendil’i hem resmi hayal etmeye başlaması hem de karanlık öncesi zamanına bir ışık yakması için beklerdi. Ruşendil, işledikleri her eserin tesadüf değil tevafuk olduğuna inanır, bu karşılaşmaların onu daha önce karşılaşmaktan korktuğu yerlere götüreceğini bilir ve ruhunun kapılarını ardına kadar hevesle açardı.
Ruşendil’in ikinci yaşamında alışamadığı tek şey birinin ona banyo yaptırması ve onu giydirmesiydi. Hayatında çıplak olduğu bir ânı hatırlamıyordu. Çıplaklıktan hep korkmuştu. Evlendikten sonra bile eşi, bedenini gün ışığında hiç görmemişti. Çıplak kalmak onun için ruhun çıplak kalmasıydı ki eşi bu konuda da onu zorlamayacak bir yol bulmuştu. Eşine göre Ruşendil’in ruhu, ne konuşurken ne de soyunurken dökülürdü kabından. Onun ruhunun anahtarı gözleriydi, iri yeşil gözleri. Eşi böyle derdi hep. “Gözlerin böyle olmasaydı kara kutuya döner, çekilmez olurdun” diye de eklerdi. “Neyse ki gözlerin her şeyi ele veriyor.” Kocası ne iyi adamdı, her zaman gösterdiği kadarına itimat eder, ötesini sorgulamazdı. Kocasının teslimiyetine karşılık Ruşendil hep tasarruflu olmuştu. Sevmekte tasarruf, olur şey miydi? Bir zamanlar yaptıklarını düşünüyordu da, düşünmese daha iyiydi ya. Düşünmemesi gereken ama içini yiyip bitiren yarım kalmış bir hikâyeydi. Ruşendil’in daha görkemli bir öykü için bıraktığı yitik bir öykü…
Artık elinde ne ruh kabını dökecek göz odacıkları ne de göz odacıklarını koca gözlü saraylara şerh edecek kocası vardı. Yarım kalmış bir hikâye için geriye dönüp yüreğini sayısız kere acıtmaya devam etse ne olurdu? Zaten yürek kör olmuyordu, yürek buruluyor, oyuluyordu da körleşen gene göz oluyordu. Demek ki yüreğin akıtamadığı asit gözden çıkıp gidiyordu. Giderken de gözü kör ediyordu işte. Yürek asiti aktıkça ruhunun duvarları buza döndü de kimse dayanamadı.
“Kertenkele yukarı doğru uzanıyor, ayakları hamle yapmaya hazır, her an resimden çıkacak gibi. Çatallı dili dışarıda, öldürücü bir mızrağa benziyor. Kuyruğu tablonun sol alt köşesine kadar uzanıyor. Kuyruk kısmı kadının bedenindeki soğuk mavi kısımlarla aynı renkte.
Tablo kadının başından diz kapaklarına kadar resmediliyor. Ayaklar yok çünkü burada ayakların önemi y Show Page Insights ok. Kertenkelenin dört ayağı bu görevi üstlenmek için tetikte bekliyor. Kadının bacakları öyle bitişik duruyor ki aşağı doğru uzanan bir kuyruk formu varsayabiliriz.
Başından beline kadar olan kısmı maviye boyanmış. Kolları, kalçaları ve bacakları maviden ten rengine dönüşüyor. Daha da ileri gidersek bedenini kertenkeleye uydurdukça ilerleyen kadının güneşten bedeni aydınlanıyor.”
Ruşendil burada suspus oldu. Sanki Efsa’yı sadece dinlemiyor sözcüklerini de tek tek yutuyordu. Üzerindeki hile mavisi döpiyes ve ördekbaşı yeşili broş ne kadar da güzeldi. Aynadaki yansıması tablo olmayı fazlasıyla hak ediyordu. Efsa, görmese de Ruşendil’in bir şeyleri hissettiğini bilir ve bu yüzden hissettiklerini bilinç akışında hiç ara vermeden işine yansıtırdı. Ruşendil’in de hoşuna giden buydu. Efsa resmi işlerken büyücüye dönüşüyor, biçimlendirmek istediği yaşamı Ruşendil’in görmeyen gözlerinin önünde âdeta inşa ediyordu.
“Kertenkelenin ayakları yeri öyle bir kavrıyor ki sıradaki hamlenin ne olacağından emin, yalnızca uygun anı bekliyor. Kadının daha da ısınmasını bekliyor. Kadın, uzun zaman beklemiş gibi. Sanki kimse de onun beklediğini fark etmemiş. Artık onu bekleyen aydınlığa kendini teslim edecek. Kolları bedenine kenetlenmiş bu teslimiyeti uzun zamandır arzuluyor gibi ama bir türlü yapamamış, kıyamamış, olmamış. Siluetinden taşan ve önüne düşen siyah kenar boyaları onun geçmişinden getirdiği ve sergilemekten sakınmadığı eski kabuğunun kalıntıları. Sanki eski rengini tümüyle teslim ederse bugünü yorumlama eksik kalacak gibi. Bugünün yüklü faturası geçmişe bilet kesecek. Bu yüzden onlardan rahatsız değil. Zaten gölgesi olmayan bir varlık mümkün değil. Gölge, dönüşümü benimsemenin kabul kıyıntısı.”
Ruşendil her tablonun yorumlanışından sonra kendini döpiyesinin içinde sıkışmış gibi hissederdi. Onun için bu durum, başkalaşımının orada sonlandığını gösterir; resim yorumunun bittiğine işaret ederdi. Ruşendil ruhunda çatlayan kabuğun değişimine her zaman hazır olurdu fakat bu değişimi yalnız yapardı. Hele şimdiki değişim çok büyüktü. Çok yakından bakınca kimsenin göremeyeceği kadar büyük ve beklenmedik bir değişim onu bekliyordu.
Ruşendil bu döpiyeslere, broşlara, konağa hiçbir zaman sığamamıştı. Kırk yıl önce verdiği kararla geldiği ve hiçbir zaman kendini ait hissetmediği bu konak yaşamı, riyakârlığının bedelini gözleriyle almıştı ondan. Gözleri on senedir suspus olup büyük sırrı saklamak için terk edilen bir aşiyandı ama o gözler, on senedir konağın karşısında mendil açan sessizi de biliyordu. Kuş, yuvayı terk etse de kokuyla bulurdu kendi gibi yuvasız kalanı. Vuslat, eşi öldükten sonra on sene beklemişti kapısının önünde, bir mecnun gibi, kimselere aldırış etmeden, zaten kimse de ona aldırış etmemişti. Eskiden beri dilencisi çoktu İstanbul’un, ne için dilendiğini kimseler bilmedikten sonra herkes gibi bir dilenciydin, göz göze gelinmeyen, bakılıp geçilen sıradan bir dilenci. Ancak Vuslat, Tanrı’ya el açar gibi Ruşendil’e açmıştı artık ellerini. Neredense kopup gelmişti. Gelmişti ya o, sevdiceği de gelecek, hatasından dönecekti. Çok yakındı gelmesi, güneş onu da sarıyordu artık, ısıtıyordu ellerini.
Efsa çok yorulmuştu, zihni boşalmış ve geriye hiçbir şey kalmamıştı sanki. Az resim yapardı ama ne zaman yapsa böyle olurdu ve her resmin de bir hikâyesi vardı. Şimdiki resminin hikâyesi gerçekti. Kahraman kendisiydi ve yaşayacağı kırk yıl tuvaldeydi, bundan emindi. Tuvale son bir kez baktı, aynaya yansıttığı iki kadını son kez kucakladı. Biri geçmişten biri gelecekten gelen iki Efsa’ydı onlar. Aynanın önüne, gözleri görmeyen ama etrafı kertenkele çevikliğiyle sezgileyen bir kadın oturmuş, hile mavisi döpiyesi ve kertenkele broşuyla arkasında ona bakarak heyecanla ayakta bir şeyler anlatan çıplak ve saçları olmayan bir kadını dinliyordu. Genç kadın anlattıkça küf yeşili teni pembeleşiyor, döpiyesli kadınınsa gittikçe kararan silüetinde hayvani bir başkalaşım sezinleniyordu. Vakur edalı, kökleri toprağa kim bilir kaç zaman sıkıca bağlanmış kuvvetli bir ağaç, toprağa yeni filiz bırakmış ve tutacağı meçhul, deneyimsiz bir bebek ağacı neden dinledi? Bu bir masal değildi. Bu olsa olsa dağ gibi bir kayanın yer sarsıntısıyla en ana damardan kırılan kumdan kökü olmalıydı.
Efsa, her bir zerresini güneşle paylaşmak için pencerenin önüne gitti. Abad’ı gördü, günlerdir dikildiği yerde, avurtları çökmüştü. Beklemekten miydi, yok yere yitirmekte olduğundan mı sevincini bilemedi. İçi ezildi, günlerdir ezildiği gibi. Çok şeyler nasıl da döndürürdü başını insanın; nerede olduğunu, kim olduğunu, nereden gelip nereye gideceğini, amacını unuttururdu bir anda. Köklerin de öyle istiyorsa kökü sarsmak zor gelirdi insana, bir karar koca bir ömrü bağlayıverirdi ama ya kökler kumdansa?
Abad, Efsa ona dönmeyecek de olsa evden çıkıp o zengin adama gidişini gözleriyle görmek için bekliyordu. Görecekti tüm inançlarını yıkışını, her sevişlerinde yeniden yaptığı putları Efsa’nın tek tek kırışını. İnanç, tecellisini ararmış. Tecelli bekleyene elbet açılırdı kapılar. Her şeyi inançla yapana karşılık verirdi Hakk. Efsa, bitirdiği tabloyu güneşe karşı koydu. Güneş ışınları tabloya vurunca sanki hiçbir şey yapılmamış gibi göründü gözüne. Göz kamaştıran bir ışık hüzmesi yayılıyordu tuvalden. Annesinin masanın üzerine bıraktığı nişan davetiyelerini çöpe atıp pencereye koştu. Koca bir nefeslenmenin ardından sevgi yitiği kadınların tahakkümüyle kurulmuş esaretin bir çırpıda yıkılabileceği kolaylığına şaştı. Küçük bir çocukken zihninde kalan, su borularının üzerinden düşen kuş yuvasını, etrafa saçılan çalı çırpıyı hatırlayıp gülümsedi. Neredeyse böyle bir yuva kuracaktı. Kapıyı açıp ayağına takılan çalı çırpıyı umursamadan yalınayak Abad’a koştu. Onu içine çöken avurtlarından öptü, sıcacıktı. Saçlarını yüzüne döktü, Abad’ın gözlerine baktı mahcup. Abad, Efsa’nın gözlerine yıldızlar düşürdü, ikisinin de kamaştı gözleri. Artık daha berrak görüyordu Efsa. Sevdiğinden gelen öz suyu geldiği gibi alıp dimağına çaldı.
Abad, Efsa’yı bilinmeyen bir yere götürdü. Sonsuz, gelecek zamana. Kimsenin erişemeyeceği kadar yakın ama ulaşabileceği kadar uzak bir yere. Orada yaşamak, yalnız sevda içindi.
SON