Kırgız Atları
Öykü

Kırgız Atları

Mustafa Ünver

“Siz öyle böyle değil bayağı güzel at biniyormuşsunuz hocam! Tebrikler.”

“Laf aramızda bugün ilk defa ata bindim, çaktırmayın lütfen.”

 

***

 

Gürül gürül akan Akbura Çayı, sımsıcak mayıs güneşinin dağlardaki karları eritmeye devam ettiğini ve buz gibi sularıyla tüm doğanın adamakıllı ısınmaya başladığını haber veriyordu. Fergana Vadisi öylesine hayat fışkırıyordu ki günün neredeyse her evresinde insan yaşamaktan ayrı bir zevk alıyor, sanki sihirli bir değnek dokunmuşçasına her şey neşeye bürünüyordu. Dere boyunca sıklıkla karşılaşılan meyve ağaçları sundukları bademler, siyah, mor ve beyaz dutlar ve kıpkırmızı kirazlarla görsel, tatsal bir şölen sunuyor; etki ettiği her varlığa heyecan verici bir yaşam iksiri zerk ediyordu. Rengârenk açmış çiçeklere ve türlü türlü kokan otlara neşeli ötüşleriyle eşlik eden kuşlar doğayı tam bir cennete dönüştürüyordu. Kelimeler ise yaylalardan esinlenen tertemiz havayı ciğerlerine dolu dolu çekerken tadımlanan yaşama sevincini ifade etmekte yetersiz kalıyordu. Cennet mevsimi bu olsa gerekti.

 

Ne ki her şey bu kadar güllük gülistanlık değildi yine de. Dünyada hiçbir zaman mutlak cennetten, saf huzurdan ve pür mutluluktan söz edilemezdi çünkü. Kaos, sevgisizlik, adaletsizlik, merhametsizlik, vefasızlık, kıskançlık, saldırganlık, tedirginlik, korku gibi tüm olumsuz duygular insanın olduğu her yerde olmak zorundaydı sanki hep de oluyordu. Adı üstünde yalan dünyaydı; bir güldürse iki ağlatan değişmez bir karaktere sahipti.

 

Misafirlerin her birinin farklı tabiatta olması, üstelik kendilerini üst sınıf görmeleri, üzerlerine hiç de vazife olmadığı halde başkalarının hayatlarını en ince ayrıntılarına kadar didikleme hakkını kendilerinde görüp yerli yersiz sorular sormaları, her bir şeyi deşelemeleri; bütün bu münasebetsizlikleri her biri yapmasa da içlerinden birilerinin yapıveriyor olması olumsuz duyguların fitilini ateşlemeye yetiyordu işte. Öyle ya da böyle işleyen gündelik çarkın dişlileri arasına aniden kaçan sap, saman, toz, toprak veya küçük taş parçalarının girivermesiyle oluşan o sinir bozucu gırç gırç seslerinin kulakları tırmalaması, Fergana’nın yaşam tadı tütsülenmiş huzurlu ruhaniyetini gölgeliyor, grileştiriyordu.

 

Kendilerini bir şekilde misafirlere hoş vakit geçirtmekle görevli sayıyorlardı. Durup dururken bu görev de nereden çıkmıştı? Herkes ne güzel rutinin gerektirdiği görevlerini yerine getiriyor ve arta kalan vakitlerde de Orta Asya’nın o muhteşem bahar tadını doyasıya yaşayıp gidiyordu. Olacak iş miydi birtakım ayarlama misafirlerin ta on bin kilometreden kalkıp gelerek öyle ya da böyle sürüp giden akışı sekteye uğratması.

 

Dostlar alışverişte görsün türünden bazı toplantılara katılmak üzere Türkiye’den yedi sekiz günlüğüne görevli gelen beş bürokrat misafire nispeten lokal akışa kendini bırakmış olan yedi sekiz aylık görevliler yarım yerli gibiydiler. Yazılı olmasa da vicdani bir ulus kimlik sorumluluğu onlarla ilgilenmeye bir şekilde mecbur hissettiriyordu. Bu duygunun gereği olarak üniversitede verdikleri derslerden, rutin toplantılardan, tez danışmanlığı görevlerinden ve bilumum kâğıt kürek işlerinden arta kalan vakitlerde misafirlere mihmandarlık ediyorlardı. Neyse ki bu adı konmamış mihmandarlık görevi sadece onların üstünde değildi. Allah var, Kırgız yetkililer de üst düzey konuklara hoş vakit geçirtmekte birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Şehrin ve üniversitenin üst düzey yöneticileri, otantik kıl çadırlarda Kırgız mutfağının en güzel tatlarının sergilendiği yemekler veriyorlar, kımız ikram ediyorlar, sonrasında atayurt merkezli tumturaklı sözlerin cirit attığı konuşmalar yapıyorlar, konuklara kalpak ve cübbe giydiriyorlar, yerel tiyatro gösterilerine davet ediyorlardı. Daha ne olsundu?

 

Misafirlere hoş vakit geçirtme etkinliklerinden biri de yine Kırgız yöneticilerce planlanan devlet at çiftliği ve hipodrom ziyaretiydi. Eğer bu ziyaret programa alınmamış olsaydı telafisi imkânsız bir eksiklik kendisini hemen hissettirirdi. Çünkü Kırgız demek yeri gelince at demekti. Atın yer almadığı bir Orta Asya ziyareti asla olmazdı. At hem anayurdun hem yurt tutulmuş Anadolu’nun, kısaca tüm Türk dünyasının merkezinde duran kutsal bir figürdü ne de olsa. Bizim atalarımız o atlara binerek hızla batıya göçerken, Orta Asya’da kalmış olanlar ise o atların en azından bir kısmını boğazlayarak afiyetle yemişlerdi.

 

O gün üniversitedeki derslerin öğleye kadar olması Türk hocaların da misafir bürokratlarla bu programa katılmalarını mümkün kılmıştı. Mümkün kılmanın ötesinde üniversite yönetimince rica edilmişti. Sonuçta bu davetten herkes mutlu olmuştu. Birkaç yerli mihmandar eşliğinde on civarında Türk-Kırgız ziyaretçi muhteşem Kırgız atlarını göreceklerdi. Davet esnasında açık edilmese de fırsat olursa sembolik düzeyde at binecekleri tahmin ediliyordu. Etkinlik heyecan verici görünüyordu.

 

Bakir Kırgız bozkırlarında sıklıkla gördükleri o yelelerini rüzgârın akışı istikametinde özgürce savurarak koşuşturup duran eşsiz atlardan daha kocaman ve gösterişli atlar ancak devlet at çiftliğinde olsa gerek diye düşünmüşler ve o anı heyecanla beklemişlerdi. Türlü türlü otların, çiçeklerin ve çimlerin, tüm renklerle ustaca boyadığı ve içlerinden kimi zaman azgınlık kimi zaman huzur ve vakarla akan dönemeçli derelerin sahneyi daha da mükemmel hâle getirdiği o yaylalarda anı zevk etmekten başka hiçbir dert ve tasa taşımayan doğa harikası o atların ve tayların kendi hallerinde koşuşturup durmaları en büyük görsel şölendi. Akıp durmaktan bıkmayan dereler gibi Kırgız atları da o muhteşem yaylalarda sere serpe koştururlar, dur durak bilmeden özgürlüğün tadını doyasıya yaşarlardı. İster gündüz ister gecenin bir anı kendi kendilerine ne zaman “artık tamam, bu kadarı yeter,” diyerek dönme kararı verirlerse ancak o zaman yuvalarına dönerlerdi. Özgürlüklerini kayıt ve düzene sokacak bir güç daha icat edilmiş değildi deli atlara. Özgür Kırgız atı bu demekti yeri gelince. Haralarda özenle seçilerek yetiştirilmiş ve eğitilmiş cins atların bir arada görülecek olması, yaban atlarıyla dolu o güzelim kırlardaki büyüleyici manzaralardan daha güzellerini sunacak anlamına geliyordu.

 

***

 

At çiftliği ve hipodrom, şehrin yirmi kilometre dışına kurulmuştu. Ziyaretten daha önce haberdar edilen yetkililer, gezi ekibini tesisin kapısında karşıladılar. Kısa ve sıcak bir hoş geldiniz seremonisinin ardından davet ettikleri bir salonda atlarla ve tesisle ilgili genel teknik bilgiler aktardılar. Atların cinslerine, günlük beslenme ve talim programlarına dair bilgiler paylaştılar. Sonunda sıra atları görmeye gelmişti ve hemen barınaklara geçildi.

 

Birbirinden güzel ve alımlı otuz civarında kocaman atların önünden hayranlıkla yürüdüler. Atlar hayran olunmayacak gibi değillerdi. Her biri hem çok büyük hem heybetli hem de bakmaya kıyılamayacak kadar güzel hayvanlardı. Birbirinden çarpıcı akıtmalara sahip atların kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyah, kimi de griydi. Yetkililerin aktardığına göre hepsi de iyi cins koşu atlarıydı. Süleyman’ın atları sadece onlarla boy ölçüşebilirdi.

 

Misafir sayısınca atın seyisleri tarafından ahırlarından çıkarılması, sembolik binme fırsatının da sunulacağını müjdeliyordu. Misafirler tatlı heyecanı şimdiden yaşamaya başlamışlardı bile. Atlar tesis dışına çıkarıldığında binmeye davet edildiler. Seyislerinin de yardımıyla artık herkes bir atın sırtına oturmuş, yükseklerde seyretmenin tadını yudumlamaya başlamışlardı. Ata Senfoni deyişiyle binmemişler, atlara adeta yükselmişlerdi. Seyisler atların yularlarını çekerek yavaş yavaş yürütüyorlardı. Yüz metre civarında bir yol, bu şekilde kat edilmişken üniversite hocalarından biri kara kuruluktan zekât keçisine dönmüş olan seyisine acımış, onun bunca yolu yürümesine gönlü razı olmamıştı. Yerel dille kendisinin daha fazla zahmet etmemesini, yuları kendisine vermesini, geri kalan yolda atı böyle kendi başına yavaş yavaş yürütebileceğini söyledi. Seyis de hocanın at binmeyi bilen birisi olduğunu sanmış olmalı ki yular ipini binicisine teslim etmekte tereddüt etmedi. “Orta Asya’da olup da at binmeyi bilmeyen biri zaten olamaz,” diye düşünmüş olmalıydı. Sıkıntı yoktu, her şey yolunda görünüyordu. Biri hariç onlarca at, sırtlarındaki binicileriyle ve önlerinde yularlarını ihtiyatla çeken seyisleriyle birlikte grup olarak kendi hallerinde sakin sakin yürüyorlardı. İki yüz metre daha bu şekilde yol yürünmüştü. Herkes çok havalı ve mutlu görünüyordu. Hatta bazı misafirler birbirlerine “atlar acaba biraz daha hızlandırılamaz mı, hep böyle kös kös mü gideceğiz acaba?” türünden laf bile atıyorlardı. Neyse ki son yüz metrelik yolun sonunda atların esas koşu yaptıkları hipodrom alanı göründü. Seyisler yularlarını tuttukları atları kontrollü yavaşlıkta yürütmeye devam ediyorlardı.

 

O kadar yolu yayan gitmesine yüreği elvermemiş olduğu için seyisini azat eden hocanın atı koşu alanına elli altmış metre kala yavaştan yavaştan moda girmeye, başı kıçı fark edilir şekilde hareketlenmeye başlamıştı. Derken at diğerlerini birden sollayarak son hızla koşu alanı kapısına doğru koşmaya başladı. Her şey bir anda olmuş, neyin ne olduğunu kimse anlamamıştı. Ama yine de herkes atın bir anda koşmaya başlamasını binici hocanın sükse için yaptığı yersiz bir densizlik olarak düşünmüştü.

 

At büyük bir hızla hipodrom koşu alanına giriş yapmış ve kulvarları deli gibi bir bir aşmaya başlamıştı. Atın hunharca koşuyor olmasından misafirler artık hoca için değil kendileri için endişelenerek atlarından inmişler ve hipodromu net olarak izleyen bir tepeye tırmanarak olacaklara saniye saniye tanık olma heyecanını yaşamaya başlamışlardı. Ne de olsa adrenale tavan yaptıran bu gösteri mutlaka seyredilmeliydi. Hipodromda bir turu bitirip ikinci tura başlamış olan at, hâlâ deli gibi koşmaya devam ediyordu. Artık bu atraksiyonu binici hocanın bir densizliği değil, ata binmeyi ya hiç bilmeyen ya da çok iyi bilen birinin gösterisi olarak izliyorlardı. Burada trajik bir kazanın olmasını önleyebilmek için bazı seyisler atın geçeceği kulvarın önüne atlayarak dizginleri kapmaya çalıştılarsa da bütün çabalar nafileydi, ata yetişmek de yularını kapmak da imkansızdı. Ata yetişmelerinin imkânsız olduğunu anlayan seyisler, ayrıca onu ürkütmelerinin daha kötü bir kazaya sebep olabileceğini düşündüklerinden olsa gerek atın önüne geçmek için çabalamayı bıraktılar ve olup bitecekleri çaresiz kenardan izlemeye başladılar. Artık ne olacaksa olacaktı. Herkes nefesini tutmuş, bu benzersiz at binme gösterisini büyük bir heyecan ve endişeyle izliyordu.

 

Dersten hemen çıkarak at gezisine apar topar takım elbisesi ve kravatıyla katılmış olan hocanın dolu dizgin koşan atın üstünde sol kolunu dengeleme aparatı olarak yukarıya doğru kaldırmış vaziyetteki hâli görmeye değerdi. Atın yeleleri gibi hocanın uzun saçları da rüzgârda yeldir yeldir dalgalanıyordu. Onun at üstündeki görkemli silueti, seyircilerin zihinlerine bronz bir heykel kalıbına dökülmüş gibi kazınmıştı.

 

Çılgın koşu esnasında kravatı da rüzgârla havalanmış, gözlüğünün bir camını kapatarak alnına yapışmıştı. Bir eliyle de yular ipini sımsıkı tutan hocanın zihninde muhtemel olup bitecekler acıklı bir film şeridi gibi akıp gidiyor olmalıydı.

 

“Ben bugün dörtnala koşan bu attan düşersem,” diyordu kendi kendine. “Ya ölürüm ya sakat kalırım. Bana ayrılan süre buraya kadarsa, eşim ve çocuklarım da razı olurlarsa cenazemin Türkiye’ye götürülmesi zahmetine kimsenin katlanmasını istemem. Beni Süleyman Dağı’na gömüversinler, yeter. Yok ölmez de sakat kalırsam, buralarda daha büyük bir sorun yaşayabilirim. Buralarda kırıklarım gereğince tedavi edilebilir mi? Acaba ne kadar sonra ayağa kalkarak derslerime dönebilirim? Peki ya, ölmem veya sakat kalmam durumunda ya okuttuğum dersler ne olacak, kim verecek onları? Hani deli boğalara binen rodeocular veya vahşi atları terbiye eden kovboylar var ya! Çocukluktan beri severek izlediğin filmlerdeki o sahneleri işte iyi hatırla. Bir şekilde durana kadar yapmam gereken sadece bu atın üstünde düşmeden durabildiğim kadar durmaya çalışmak. Boğa biniciliğinde “en tehlikeli sekiz saniye” denilen eşiği zaten çoktan geçtim. Baksana hipodromu bu kaçıncı dönüşüm. Ne sekiz saniyesi, en az on dakikadır dolu dizgin koşuyor atım. Bu kadar zaman düşmedimse bundan sonra da düşmeyebilirim. Allah’ım sen beni koru! Eşhedü ellâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû. Acaba atı durdurmak için yular ipini çekmek mi yoksa serbest bırakmak mı gerekiyordu? Cevabına dair zihnimde olan her şey karman çorman oldu şu an ve hiçbir şey hatırlamıyorum. Durdurayım derken bu kez de dört nala koşmaktan vazgeçmeyen atım ya daha da dellenip beni sırtından atarsa. Yok yok başka bir şey değil, sadece dengemi korumaya devam etmeliyim. Biraz uyuşmaya başlasa da sol kolumun havada olması beni dengede tutuyor, böyle devam edeyim. Hay aksi, alnıma yapışmış şu kravat da gözlüğümü kapatmasa. Keşke onu ata binmeden önce çıkarıp koysaydım cebime. Ayaklarımı şu üzengilerden dengemi bozmadan bir çıkarayım, olur ki düşersem deli atın peşi sıra yerlerde sürüklenmeyeyim. Hatırlasana ayakları üzengilerde takılı kaldığı için Erdoğan atın arkasından sürüklenmişti bir miktar. Yapmam gereken sakinliğimi ve dengemi korumak ve şu ana kadar yaptığım gibi atın üstünde kalmaya devam etmek. At sanki dahada mı hızlandı ne? Üzengilerden çıkardığım ayaklarım boşta kalıp atın karnını dövdüğü için mi hızlandı acaba? Ayaklarımı da kontrol etmeliyim. Sonuçta deli hayvanlar üstünde rodeocularla vahşi at terbiyecisi kovboylar nasıl duruyorlarsa ben de onlar gibi durabilirim, durmak zorundayım. İyi tarafı şu ki atım onlarınki gibi vahşi ve deli değil, üstelik eğitimli. Tek kusuru rüzgâr gibi koşmaktan bir türlü vazgeçmiyor olması. “Allah’ım ismini yüceltiyorum, lâ ilâhe illallah. Belki de dünyayı son görüşüm bu sahneler. Beni bağışla ya rabbi, hatalarımı affet. Sübhansın sen ya rabbi, tesbih ve tazimle sana yalvarıyorum, çocuklarımı ve eşimi sana emanet ediyorum Allah’ım, beni de sevdiklerimi de koru,” cümleleri kaç defa tekrarlandı dilinden ve zihninden.

 

Yedinci mi yoksa sekizinci turunda mı bilinmez ama at koşu alanının ortalarında bir yerde zınk diye durdu. Fark etmeden dizginleri çektiği için mi durmuştu, yoksa at koşması gereken limiti doldurup artık çatlama seviyesine yaklaştığı için mi kendiliğinden durmuştu, bunu kimse bilemedi. Heybetli koca gri at durur durmaz hoca hemen üstünden kayarak aşağı indi. At yorgunluktan terlemiş, her yanı sırılsıklam olmuştu. Nefes nefese soluyordu koca hayvan. Hoca yuları tutmaya devam edip atın o ışıldayan koca güzel gözlerine bakarak alnını okşadı, boynundaki terleri eliyle sildi ve kulağına “Beni bugün üstünden atmadığın için sana çok teşekkür ederim dostum,” diye fısıldadı.

 

Dörtnala koşturduğu atıyla yanlarına yetişen bir seyis, gri atın yularını hocadan hemen aldı. Hipodrom çıkış kapısına kadar kolayca yürünemeyecek uzun bir mesafe olduğundan hocayı atının arkasına bindirdi. Çıkış kapısına geldiklerinde tepedeki tüm seyirciler ve seyisler alkışlarla ve tebrik nidalarıyla hocayı kutluyorlardı. Bu iltifatlar karşısında hoca da kendini amansız bir savaştan zaferle dönen bir şövalye gibi hissetti. Fırsat bulduğu bir anda kimseye hissettirmeden, ta başta zekât keçisi gibi gördüğü kara kuru seyisin eline cebindeki tüm parayı şükür niyetine sıkıştırdı.