Kore Savaşı Edebiyatı Bağlamında Sedat Veyis Örnek’in Pirinçler Yeşerecek Oyununda Savaş Algısı ve Kadınlar
Yazılar

Kore Savaşı Edebiyatı Bağlamında Sedat Veyis Örnek’in Pirinçler Yeşerecek Oyununda Savaş Algısı ve Kadınlar

Prof. Dr. Eunkyung Oh

Giriş

Ne yazık ki dünyamız siyasi savaşları sonlandırabilmiş değil. Emperyal güçlerin sonu gelmez yayılmacı politikaları ve savaş endüstrisinin devasa gücü, içerisinde yaşadığımız yüzyılı da savaşlarla anılır hale getirdi.

 

Kore Savaşı’nın üzerinden üççeyrek yüzyıllık bir süre geçti. Hem dünyada hem Türkiye’de hem de Kore’de Kore Savaşı hakkında yeni bakış açısıyla tekrar incelemeler yapılmaktadır. Kore Savaşı’nın çoktan ulusal savaşın ötesine geçip, uluslararası bir savaş olduğu kavranmakta ve soğuk savaş sisteminde yer alan anti-komünist ideolojinin üstesinden gelen, adı üstünde devletçiliğin ötesinde bir savaş analizi gerçekleştirilmektedir.

 

Edebiyat alanında da Kore Savaşı Edebiyatı teorisini ya da Kore Savaşı’nı konu alan eserlerle ilgili farklı açılardan analiz ve araştırmalar yapılmaktadır. Fakat uluslararası savaş karakterindeki Kore Savaşı ile ilgili genel analizlerin denenmesi sadece Kore’de savaş edebiyatına ağırlık verilen araştırmalarla sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla bu araştırmalar Kore Savaşı’na katılan farklı ülkelerin bakış açılarını ve durumlarını hariç tutan bir yaklaşım olmaktan öteye geçememiştir. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde Kore Savaşı’na katılan farklı ülkelerin savaşa ilişkin değerlendirmeleri ve karşılaştırmalı edebiyat yönünden yaklaşımlarının birlikte ele alınması gerekir. Dünyanın farklı ülkelerinden Kore Savaşı’na katılan askerlerin tecrübe ettiği savaşın nasıl bir şey olduğunu tekrar gözden geçirerek, karşılaştırmalı edebiyat ve karşılaştırmalı kültürel yaklaşımla inceleyebilmek için o ülkelerdeki savaşla ilgili tepki ve değerlendirmeleri kavrayıp, kültür tarihi yönünden elde edilecek kazanımların ne olduğunu anlamak gerekir.

 

Bunun için mutlaka incelenmesi gereken metinler varsa, işte bunlar Türkiye’deki Kore Savaşı Edebiyatı eserleridir. Çünkü Türkiye, Kore Savaşı’na en çok kara askeri gönderen ülkedir. Hala Türkiye’de Kore Savaşı’nı iliklerine kadar hatırlayan yaşlı ve saygıdeğer Kore Gazileri ile her yerde kolaylıkla karşılaşabiliriz. Ölmeden önce mutlaka bir kez koruduğum Kore’ye gitmeyi istiyorum derken gözleri yaşaran savaş gazileri ile ailelerinin tecrübeleri Türkiye’de Kore Savaş Edebiyatı’nı oluşturmuştur[1]. Asya’nın bir ucundaki, zar zor gidilebilecek Türkiye’de Kore Savaşı’nı bedenleriyle, kendi geçmişleriyle hatırlayan insanlar ve bunların bıraktığı Kore Savaş Edebiyatı vardır.

 

Pirinçler Yeşerecek Adlı Eserin Savaş Edebiyatı

Yönünden Anlamı

Türkiye’deki Kore Savaş Edebiyat eserlerinin çoğunluğu, savaşa katılmanın mantıklı olduğunu öne sürüp halkın destek ve teşviğini artırmak için propaganda ve ajitasyona odaklanmıştır. Eşdeyişle, hemen hemen tüm eserler için halkın savaşa katılımını teşvik edip desteklemek amacıyla oluşturan propaganda ve ajitasyon edebiyatıdır diyebiliriz[2]. Türk Hükümeti “Kore Savaşı’na Asker Gönderme” denilen projeyi uygulamak için, ülke menfaatlerinden ziyade “komünist partinin ülkeyi komünizm altına alma tehlikesinden liberal devlet Kore’yi kurtarmak gerekliliği” anlamında “anti-komünist bir yaklaşım” sergilemiştir[3]. Ancak böyle yaparak tüm halkın güçlü desteğini arkasına alarak asker gönderebilmeyi mümkün kılmıştır. Bu konuda edebiyatın rolü de az değildir. Fakat, usta yazarların çoğu sessiz kalmış, asker göndermeyi teşvik eden propaganda ve ajitasyon edebiyatı amatör edebiyatçıların görevi olmuştur[4].

 

O dönemler Türkiye’nin siyasi ortamında hükümet karşıtı konuşmalar yapmak veya savaş karşıtı fikir beyanında bulunmak yazar olarak sadece özgürlüğünün elinden alınmasını değil, ölüm tehlikesini de göze almayı da gerektiriyordu. Bu nedenle yazarlar Kore Savaşı’nı ele almak istemediler. Pek çok amatör yazar ve aydının savaşın mantıklılığını duyurmakta acele etmesinin aksine usta yazarların çoğunluğu ağızlarını sıkı sıkıya kapatmıştı. Usta yazarların uzun süren sessizliklerini bozup Kore Savaşı’nı dillendirmeye başlamaları seksenli yıllardan itibarendir[5]. Uzun süren askeri diktatörlük devrinin kapanması ve halktan bir cumhurbaşkanının seçilmesiyle edebiyat dünyasında da özgürlük rüzgârları esmeye başlamıştır[6].

 

Bu durumdaki Türkiye’nin iç siyaseti göz önünde bulundurulduğunda özellikle Sedat Veyis Örnek’in Pirinçler Yeşerecek adlı eserine dikkat etmemizi gerektiren sebepler var. İlki, savaş esnasında değil de savaştan sonra yazılan bir eser olması açısından savaşla ilgili değerlendirmeleri barındıran ilk eser olması; ikincisi de BM askeri olarak savaşı 1953-1955 yıları arasında bizzat yaşayan bir yazarın eseri olmasıdır[7]. Yazar Örnek’in gençlik döneminde Kore Savaşı’ndaki tecrübelerini tiyatro oyunu olarak eserleştiren Pirinçler Yeşerecek, yazarın canlı tecrübelerini ortaya koymaktadır.

 

Türkiye’de çok tanınan bir halkbilimci olan Örnek, aynı zamanda oyun yazarıdır. Pirinçler Yeşerecek adlı eser yazıldıktan bir yıl sonra[8] 1969-70 yıllarında Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. O dönemlerde bu oyunun çok olumlu eleştiriler aldığı ve halkın sevgisini kazandığı bilinmektedir. Çünkü bu oyun Kore Savaşı ile doğrudan ya da dolaylı yoldan bağlantı kurmuş insanlar için savaşı hatırlayıp yeniden gün ışığına çıkarabileceği bir sayfayı açmaya vesile olmuştur.

 

Örnek’in Pirinçler Yeşerecek eserinde hepimizin savaşzede olduğu ve savaşa engel olup barışı korumak için devletçiliğin ötesinde bir savaş algısı gerektiği mesajı saklıdır. Örnek ne kadar çok insanın “devlet” ideolojisi ve sistemi koruma gerekçesiyle ölmekten başka çaresi kalmadığıyla ilgili sorunu ortaya koyup özellikle seks ticareti yüzünden hayatları mahvolan Kore’nin dul kadınları vasıtasıyla savaşı eleştirmektedir. Oyunun sahnelendiği sıralarda yazar savaş karşıtlığı düşüncesini aşağıdaki gibi dile getirmiştir: “Bu eser savaş denilen devasa oyunun sadece bir kısmını tasvir etmekten öteye geçmez. Pazarlanan kadınla Amerikalı asker arasında geçen bir hikâye ama her ikisi de kurban. Her ikisi de savaştan nefret edip birbirine empati kurar. Bu şekilde bu eserde savaş denilen büyük oyunda küçük oyunlar başlayıp bitiyor.” [9]

 

Eleştirmen Adnan Binyazar, Pirinçler Yeşerecek ile ilgili eleştirisinde Örnek’in, savaşı, insanlığı yıkan vahşi bir davranış olarak tasvir ettiğini vurgulayıp yazarın savaş karşıtı algısına dikkat çekmeye çalışmıştır[10].

 

Kore Savaş Edebiyatında önemli rol üstlenen biri olması, savaşı ön cephelerde tecrübe eden bir asker olmasından dolayı Örnek’in eserinin çok anlamlı olduğunu söyleyebiliriz. Pek çok askerin memleketine duyduğu özlem ya da savaş korkusu gibi lirik konuları işlemesine nazaran Örnek’in yerinde tecrübe ettiği genelev görüntüsünü eserinde yeniden canlandırması rapor edebiyatı ve belgesel edebiyatı olarak da eserin değerini yükseltmektedir.

 

Genelevde Pazarlanan Kadınlar ve Sömürgeleştirilen Ülke

Bu eserin konusu, 38. enlemin güneyine konuşlanmış BM askerlerine kadın pazarlanan bir köyde geçmektedir. Tarihi arka plan ateşkesin imzalanmasından sonra 1955 yılı olarak belirtilmiş olsa da eserin havası savaş ciddiyetini göstermektedir. Eser yaklaşık otuz sayfadır ve tek perdeliktir. Karakterler pazarlanan kadın Songca, Bay Gim, hacana ve iki Amerikan askeridir. Hacana ve ikinci Amerikan askerinin oyundaki rolü çok küçüktür, neredeyse sadece olay akışı için belirlenmiş karakterlerdir. Olay daha çok Songca, Bay Gim ve Amerikan askerinin çatışması üzerine yoğunlaşır.

 

Oyundaki sahne, genellikle genelev olarak işlev gören bu köyde pazarlanan kadının odasıdır[11]. Pazarlanan kadın sadece (“şaksi”-bekar kadın) adıyla ifade edilir ve ismi söylenmez. Bu kadının adı oyunun sonlarına doğru hacanayla olan diyalogdan anlaşılmaktadır. Songca adındaki bu kadın savaştan dolayı kocasını kaybeder. Kocasını kaybettikten sonra geçimini sağlamak için bu köye girer. Bu köyde babası belli olmayan bir çocuk dünyaya getirir. Bu çocuk kadının yaşama gücünü sağlayan tek var olma sebebidir. Günbegün zar zor hayatını devam ettiren kadına muhabbet tellalı Gim musallat olur. Gim hastalıktan yataklara düşen kadına yardım etmesine karşılık olarak onu sürekli taciz eder. Tellal Gim sigara parası, içki parası gibi ihtiyacı olan tüm parayı bu kadından temin eder. Kadının yüreği Gim’e karşı nefretle doludur; çünkü Gim iki de bir gelerek para ister. Kadın her seferinde tüm gücüyle itiraz eder ama ister istemez parayı verir. Çünkü Gim’in şiddetine karşı koyamaz. Yaşamak için tek umudu çocuğudur. Çocuğu çok fazla hasta olduğu halde hastaneye götürecek parası olmayıp ne yapacağını şaşırdığında bile bu adamın zulmüne yenik düşüp, çaresizce parayı verir.

 

“Bekar Kadın Köyü” denilen bu mekân, hem cinsel ayrımcılığın var olduğu bir yer hem de savaşta kadına yönelik şiddet ilişkisinin kesiştiği bir yerdir. Kutsal kadın/fahişenin ikili ayrımı anne/pazarlanan kadın denilen kadına yönelik ikili kriter, savaş ortamı vasıtasıyla gerçek hayatta zerrelere bölünür. Çünkü hem ev kadını hem de bir anne olan kadınların kocasını kaybedip türlü türlü yerlerde dolaşarak geçimini sağlamak için kadın pazarlanan bir ortama düştüğü durumlar çoktur[12]. Kadının pazarlanan bir mağdur olmaktan başka bir çaresinin olmadığı gerçekçi durumların en açık görüldüğü zamanlar savaşlardır. Özellikle hem kadının evinde kalıp hem de onu satan Gim’in uyguladığı şiddet, cinsel yönden ayrıştırılmış şiddetin savaş dönemindeki şiddetten farksız olduğunu gösterir. Militarizm ve milliyetçilik ideolojisinden kaynaklanan erkekliği kanıtlamanın talep gördüğü, cinsel ayrımcılığın olduğu toplumlarda şiddet toplumun her alanında etkili bir şekilde kadını dışlayan bir vasıta olmuştur ve erkek otoritesi doğrudan kadının bedenini kontrol eden bir araç olmuştur. Erkeğin koruyucu, kadının korunan şeklindeki ikili ayrım içinde şiddet, koruyucu görevini üstlenen erkeklerin uygulayabilecekleri doğal bir hak olarak da görülmektedir. Günlük yaşamda şiddet ve koruyucu erkek/korunan kadın kavramı savaştaki şiddet ve kadın pazarlama kavramıyla doğrudan bağlantılıdır. Gim zor durumdaki Songca’yı kurtarıp bunun karşılığı olarak kadını kötü yola düşürür. Hem birlikte yaşayan hem de kadını pazarlayan Gim kadının koruyucusu görevini üstlenmiştir ve kadını kontrol etmek için karı-koca şeklindeki aile sistemini taklit eder, ama bu ikisinin ilişkisi koruyucu-korunan ilişkisi ötesinde sahip ve köle ilişkisi şeklindedir.

 

Saldırgan, aktif ve şiddet eğilimindeki erkeklik ile pasif, itaatkâr ve korunmaya değer kadınlığın ikili çatışması hiyerarşik yapıda daha da güçlenir. Toplumun geneline yayılan, doğal olarak görünen ve sistematikleşen ideoloji kadın ve erkeğin ilişkisini daha da hiyearşik yapıya dönüştürmektedir[13]. Para tırtıklamada başarılı olan Gim sahneden ayrılır ve odaya para karşılığı kadına sahip olmak isteyen Amerikalı asker girer. Çocuğuna ilaç almak zorunda olan anne çalışmak zorundadır. Kadın elbisesini çıkarmak üzereyken yan odadan çocuğun ağlayışı duyulur. Çocuk sanki anında son nefesini verecek gibidir. Eğlenceli vakit geçirmek isterken hevesi kaçan Amerikalı asker odadan çıkmaya kalkınca kadın yalvar yakar ayağına kapanır ve “Çocuğumun ilaç parasını almak zorundayım, n’olur gitme” diye yalvarır.

 

Bu yazıda pazarlanarak (bedeni satılarak) çocuğuna bakan Songca için bir eşeysizleştirme söz konusudur: Savaşta dul kalan Songca için arta kalan tek şey satış değeri olan bedenidir. Kadının bedeni kirlenebilen olumsuz bir şey olarak kolayca sembolleştirilebilmektedir. Kadının kendi bedenini kaybedip yıkılışı durumun mecazi bir ifadesidir. Bu durumda ise kadın artık düzanlamıyla erkeğin cinsel egemenliği altında hayatını devam ettirir ve ekonomik veya hem maddi değere sahip bir ürün hem de ‘sermaye’ye dönüşür.

 

Kadına yardım etmesi karşılığında kadını hem satarak hem de cinsel ilişkide bulunup şiddeti kendine iş edinen Gim, savaş denilen kargaşa ve kapitalizmin zayıf ekonomik yapısı yüzünden parazit gibi yaşayan bir karakterdir. Gim, ataerkil sistemle kapitalizm ikileminin oluşturduğu anormal bir karakterdir. Anormal yöntemlerle çıkar sağlayan Gim, oyunda kapitalizmin hastalıklı yönünü sembolik olarak da ortaya koyan bir unsura dönüşmektedir.

 

Songca da yine Gim ile aynı şekilde hasta kapitalizm ağları içinde, sadece, erkeklerin kendine ait ahlaksız arzularını pasifçe kabul etmektedir. Kendi şahsına ait arzuları özgürce gerçekleştirecek fırsatı bulamaz. Songca, erkeklerin kapitalist mantıklarına bağlanarak pasif bir şekilde sadece kendi hayatına sığınır. Bu açıdan bakıldığında erkekler devasa savaş teorisi içinde alçalıp hadım edilmenin hedefi ise, Songca da yine erkekler tarafından bir kez daha hadımlaştırılarak iki yönlü öteki haline dönüşmektedir.

 

Songca’nın, babası belli olmayan çocuğu da karışık savaş ortamında dönemsel arzuların bir ürünüdür. Herkes babası olabilir, fakat onun kim olduğu kesin olmayan babasının yokluğu, yönetimde boşluğun olduğu karmaşa içindeki durumu göstermektedir.

 

Bu eser, bir kadının bedenini satarak hayatını devam ettirdiği savaş ortamını gösterirken aynı zamanda devlet ile milletin kaderini kadının bedeni ve yaşamı ekseninde de göstermektedir. Geleneksel bir yaşamın kurallarını yok sayıp babasız ve hastalıklı sermayenin kaosu içinde savaş felaketi de eleştirilmektedir. Kadının cinselliği ile bedeninin sömürgeleştirilme tarzı kaos içindeki durum ile savaşı eleştirmeyi deneyen yazarın üslubu, diğer yazarların eskiden beri uyguladığı evrensel bir üslup olarak görülebilir. Kore savaşına katılan bir Türk yazar neden illâki kadının sömürgeleştirme tarzını tercih etmiştir acaba? Bununla ilgili sorgulama yapmak faydalı olacaktır.

 

Oryantalizmin Ortaya Çıkışı ve Savaşa Katılan Askerlerin Bunalımı

 

Songca’ya sahip olan Gim ile Songca’nın bedenini arzulayarak müşteri olan erkeklerin hepsi, savaş denilen gösteri içinde hadımlaştırılmış karakterlerdir. Hükümetin emirlerine koşulsuz itaat etmek zorunda kalan bu kişiler, baba denilen kati yıkılmaz otoriteyi kaybedip sadece kadının bedeni üzerinde hâkimiyet kurabilen kişilerdir. Bundan dolayı pazarlanan kadın Songca saptırılıp, hastalıklı savaş ekonomisi düzeni içinde ötekileştirilen erkekler tarafından cinsel yönden ele geçirilerek iki yönlü ötekileştirilen bir hayatı sürdürmektedir. Savaş yüzünden yakılmış, yıkılmış ve sömürgeleşmiş, ayrıca sermaye kaynaklı çöküş yaşayan Kore’nin dönemsel durumu bu oyunla yeniden canlandırılmaktadır. Oyunda, Songca’nın bedeni yöneten/yönetilen, ayrıca savaştan doğan sömürgeleşme ve ataerkil sistemin çakışmasıyla ortaya çıkan mekânı ifade etmektedir.

 

Pazarlanan kadın Songca’ya karşı Amerikalı askerin davranışı da ilgi çekicidir. Amerikalı asker Songca’nın cinselliğini satın almak için kadınlar köyüne gider. Burada ciddi bir şekilde milliyet ya da ırkın ötesinde kadın ve erkeğin yapısı mevcuttur. Fakat burada yazar, kadının savaş dönemi denilen özel durumda erkeği teselli etmek için “cinselliğini satması gerekliliği” ve askerlerin müşteri olduğu savaş dönemi kadın pazarlamanın yapısal çelişkisi ile mevcut durum hakkında pek farklı bir şey dile getirilemez. Erkeklerin cinsel arzu nesnesi olan kadınlarla, pazarlanan bir kadın arayan Amerikalı askerin arzusununda, tahmin edildiği gibi, hedefin aslında bir boşluğu doldurmak için olduğu görüşüne ağırlık verilir.

 

Amerikalı askerin Songca’yla diyaloğunda devletten haber alıp “Git” deyince giden, “Gel” deyince gelen askerlerin kendi durumları hakkında ümitsizliğe düştüğü anlaşılmaktadır. Bu durum bir yandan da mükemmel bir kimliğe sahip olamayıp, eksik bir varlık olarak yaşamak zorunda kalmasıyla ilgili bir şikâyet olarak değerlendirilebilir[14]. Diğer yandan oyunda, Songca’nın çocuğunun parasızlıktan tedavi olamayarak ölmek üzere olduğunu hatırlatan ağlayışını duyunca askerin hafızasında çocukluk döneminden kalan bir yara canlanır: Soğuk bir kış günü kendisinin baktığı başka anneden olma kardeşinin aniden ölmesi olayı onda silinmesi imkânsız bir yara açmıştır. Amerikalı asker, öznesi olmadığı kendi gerçeğiyle ve pazarlanan kadın ‘Songca’nın durumunu özdeşleştirerek, insani bir yaklaşımla kadına acır ve çocuğu hastaneye götürmeye karar verir.

 

Amerikalı askerin kadına yönelik cinsel arzusu gerçek dünyanın huzursuzluk ve kayboluş duygusunun farklı bir ifadesi şeklinde yeniden canlandırılmaktadır. Öyle ki çocukluk döneminde kardeşinin ölümünü kalbinin derinliklerine gömüp, kendi iradesiyle Pasifik Okyanusu’nun öte tarafındaki çok uzaklardaki bir ülkeye görevli olarak gelen Amerikalı asker üzerinden yine hadım edilen erkeklik ve askerin kendisindeki eksiklik simgeleştirilmektedir. Aynı bağlamda, erkek kahraman Gim ile Amerikalı askerin ikisinde de asla doldurulamayacak sonsuz bir eksiklik vardır ve ötekileşen varlık olarak pazarlanan kadının vücudu vasıtasıyla bu eksikliği doldurmaya çalışarak geçici tatmin yaşamayı deneyen karakterlerdir. Müşteri olan erkek ile pazarlanan mağdur kadının ilişkisindeki huzursuzluk ve kayboluş duygusu bulanık bir halde karşımıza çıkmaktadır.

 

Fakat Koreli Gim ve Amerikalı askerin ikisi de hadım edilmiş karakterler olarak açıkça belirtilmiş olsa da biri “Songca’ya sahip olan”, Amerikalı asker ise “Songca’ya yardım etmeye çalışan” bir kişi olarak oyunda çizilmektedir. Bu kompozisyon o zamanlar BM askeri olan yazarın, kanımca, bakış açısını da yansıtmaktadır. O zamanlar “düşman kuvvet” Komünist Partisi işgaline uğrayarak kritik bir döneme giren Kore’de Amerikalı askerlerden başlamak üzere BM askerlerinin destek gücünün kurtarıcı rolü oynamaması işten bile değildi. Türkiye’de Kore savaşına katılmayı teşvik etmek için yazılmış pek çok propaganda ve ajitasyon edebiyatı eserlerinde görüldüğü gibi savaşa katılan askerlerin çoğu antikomünist ideolojiyi içselleştirip “kardeş ülke” olarak gördükleri Kore’nin “güçsüz bir şekilde düşman tarafından ele geçirilmesini engelleme” düşüncesinden doğan saf bir motivasyonla savaşa katılmıştı. Bu yüzden bu eserde de Amerikalı askerin Koreli kadın, üstelik pazarlanan kadın Songca’ya yardım eden dostane güç olarak resmedilmesi nerden bakılırsa bakılsın doğal bir şeydi. Fakat Gim, Amerikalı asker ve pazarlanan kadın ‘Songca’yı resmeden bakış açısı büyük ihtimalle oryantalist bakış açısından da bağımsız değildir. Bu durum, Batı/Doğu, üstün olan/aşağı olan, medeni/yabani, hâkim/hükmedilen ile ilgili ihtilaflı tipolojiyi ortaya koymaktadır. Doğu insanını geri kalmış, yozlaşmış, gayri medeni, yabani olmakla ilişkilendirerek, şiddeti iş edinen vahşi kişi Gim ile ona kıyasla Songca’yla konuşarak iletişim kurup sıkıntı ve zorlukların üstesinden gelip sorunları çözmede aktif olarak yardım edebilen kişi olarak Amerikalı askerin kompozisyonu çizilmiştir.

 

Öte yandan oyunda “suçlu”, “deli”, “kadın” ve “fakir halk”la kökleştiği görülen oryantalizm kapsamında ırk ayrımcılığı cinsiyet ayrımcılığı metaforuyla ilişkilendirilmektedir. Sınırsız içgüdünün cazibesini yaydığı halde biraz saf ve itaatkâr olan kadın, oryantalist dokunuşa ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle cinsel araç olan Songca, kimin eline geçeceği belli olmayan rekabetin yaşandığı Kore’nin durumuyla ilgili bir metafor olarak sunulmaktadır. Aynı zamanda Kore, oryantalizmin dokunuş ve yardımını yana yana beklemekte olan itaatkâr kadının kendisidir. Batı ülkelerinin savaşa katılan askerleri, yani BM askerleri güçsüz ve kadınsal olan Kore’nin vücudunu yöneterek üstünlük sağlamaktadır[15].

 

Sorun Batılılarla özdeşleşen yazarın bakış açısıdır. Gerçi yazarın Türk ve Müslüman kimliği oyunda öne çıkmamaktadır; ancak Kore’ye yardım eden güzel ülke Amerika’dan gelen ve Amerikalı olarak görülen Birleşmiş Milletler askerleri arasında batılı olmayan Türk askeri Amerikalıların maskesini kullanmaktadır. Belki de savaşın ortasındaki Kore denilen mekânın kendisi Amerikalıların elbisesini giyip beyaz maske takma gerekliliğinde olan Türklerle özdeşleşen bir mekândır ve bu yüzden bu durumun kendisi aynı zamanda bölünmenin de mekânıdır. Bu özdeşleşme, verilen kimliği doğrulama olmadığı için yaşanan bir bölünmedir[16].

 

Eser; yabani, ilkel ve sömürülen özneyle ilgili Amerikalı askerin kronik paranoyasıyla sonuçlanır. Songca’ya yardım etmek için Amerikan üssündeki görevli doktora giden Amerikalı askerin sonunda sömürülen özne Gim tarafından silahla öldürülmesi bunu gösterir. Amerikalı askerin sahip olduğu ayrıcalığa karşı duyduğu gıpta ve kıskançlık yüzünden Gim, kavgacı bir yapıya sahip olur ve sonunda Amerikalı askeri öldürür. Bu olay, hükmedilen özne olan Bay Gim’i canavara dönüştürmüştür. Sömürgecilerin kendi açılarından baktığında anlamayacakları bir varlık olarak gördükleri hükmedilen özneler yine onlar tarafından “öteki” diye adlandırılarak canavarlaştırılır. Canavar haline gelen öteki, akıl ötesi bir varlık olarak gizemli hale gelir ve korkunun muhatabı olur. Egemen öznenin korkusunun yansıdığı öteki, vahşi bir varlık olur. Sömüren öznenin kendi kimliğini kurma süreci öteki hakkındaki paranoyak korkulardan kaynaklanır. Sigmund Freud’un “tekinsiz” (uncanny) kavramsallaştırmasında göründüğü gibi sömürgelerin egemen öznesi sömürülen öznenin canavarlığından korktuğu geçiş anının ortaya çıkmasıdır[17]. Burada, Amerikalı askerle özdeşleşen Türk yazarın içsel bölünmesi saklıdır.

 

Batıdan savaşa katılan askerler kadınsı Kore’nin bedenine egemen olarak üstünlük sağlamakla birlikte aynı zamanda Kore erkeği Gim’i vahşi ve aşağılık canavar olarak ötekileştirerek medeniyetleşmeyi teminat altına almaktadırlar. Birleşmiş Milletler askeri denilen grup kimliği içine gömülerek beyaz maske takan Türk Müslümanların durumları da bu şekilde oryantalist düşünceyle özdeşleşmekten kurtulamamıştır.

 

Toplumsal Cinsiyet ve Savaş Karşıtlığı Bilinci

Kadının cinselliği ile vücudu, bazen, erkek merkezli toplumlarda tarihsel gerçeğin mühürlendiği bir sembol olarak da kullanılmaktadır. Kadının yaşadığı felaketler ya da çektiği cinsel acılar bir erkek yazarın içine düştüğü sıkıntılı mevcut durumu ortaya koymak için uygun bir araç olarak kullanılması bunu göstermektedir. Ayrıca milliyetçi söylem içinde kadın, felaketi simgeleyen bir kurban ya da millet geleneğinin asıl biçimi olarak sembolize edilebilmektedir. Fakat bu, millet kavramının eril olup milliyetçiliğinin kendisinin cinsel ayrımcı ideolojisi olduğu düşünüldüğünde kadını dışlayan ideolojinin ötesine geçemez.

 

Savaş sırasındaki yönetim boşluğu denilebilecek baba yokluğu ve kadın arasındaki ilişki, kadınlar köyünde pazarlanan kadın ile babasının kim olduğunu bilmeyen çocuk şeklinde yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu sömürgeleşmiş ülkeleri niteleyen bir metafordur ve kadınların cinselliğini kontrol ederek, erkek merkezli gücü kullanan ataerkil yapıyı göstermektedir.

 

Eril güç kullanımı erkekliği kanıtlamakla başlar. Eşdeyişle, erkekliğin uygulanmasıyla elde edilen militarizm ya da milliyetçilik, toplumun askerileştirilmesini sağlayıp güçlendiren bir ideoloji olarak ortaya konmuştur. Savaş, militarizm ya da milliyetçilik ideolojisinin karşılıklı olarak güçlerini birleştirerek tam anlamıyla toplumun askerileşmesinin tipik bir örneğidir. Bunların içerisinde de en yaygın biçimde karşımıza çıkan durum kadınların bedenleri aracılığıyla “düşmanın kadınlaştırılıp onuru lekelenerek” darbe almasıdır. Aynı zamanda bu şekilde, savaş aracılığıyla fetih eyleminin gerekçelendirildiği bir mekanizma olarak da benzer unsur kullanılmaktadır. Sonuç olarak kadınlık bir fetih ve kontrolün muhatabı olmaktadır. Bu nedenle militarizm ya da milliyetçilik ataerkil sisteme ihtiyaç duymakta ve bir ideoloji olarak da cinsiyet hiyerarşisini güçlendirmektedir. Militarizm veya milliyetçilik denilen ideolojileri oluşturan koruyucu erkek/korunan kadın rolüyle bu statü kadınlar üzerinde erkek egemenliğini akla uygun hale getirmektedir. Milliyetçiliğin genel olarak erkekleşen hatıralar, erkekleşen aşağılama ve erkekleşen umutlardan ortaya çıktığına dair analizler bunu göstermektedir.

 

Savaşların, ülkeler ve milletler arasındaki ihtilaftan ortaya çıktığı düşünüldüğünde devletçilik ya da milliyetçiliğin kurgusal bir ideoloji olması gibi savaş da yine kurgusaldır. Çünkü “devlet” veya “millet” gerekçesiyle yapılan savaşın gerçekten kimin için olduğuna dair bir soru öne sürmek gerekir. Bu eserde yazar, düşman ordusu veya müttefik ordusu denen ayrımın kendisinin anlamsız olduğunu, savaşın sebebinin olmadığını ve gerekçeli bir savaşın olamayacağını göstermektedir.

 

“Savaş sadece siyasetin uzantısı olan bir stratejidir. Savaş büyük bir neden için önemli bir araçtır. Aynı zamanda maceracılık, cesaret, hesapsızlık gibi şeylerin talep edildiği savaşın özü insanların ruhuna en uygun olgudur”[18] diyen savaş prensibinin aslında gerçekten kimin için olduğuna dair soruyu Örnek, eserinde sormaktadır. O, savaşı stratejiler ve taktikler aracılığıyla güçlü ülkelerin oyunlarında azınlıktakiler, zayıflar, özellikle kadınlardaki çok büyük yıkımı suçlamaya odaklanmıştır. Kadının cinselliğini satın alan BM askeri ile parasını alarak kadını taciz eden kadın satıcısı Koreli erkek aracılığıyla “erkekler”in savaş esnasındaki suçlu rollerine dikkatleri çekmektedir. Devletin güvenliğini ve sistemini savunup, ülke menfaatleri için bir taktik olarak savaş kesinlikle gerekli bir şeyse şayet, “Kadınlar için devlet nedir?” sorusu sorulabilir. Bu soru için yazar, “Kadın için devlet yoktur” denen sadece bir boş cevap bulmuştur. Yazarın savaş karşıtlığı algısı toplumsal cinsiyet tartışmasından doğmaktadır. Fakat yazarın savaş karşıtlığı algısını derinlemesine genişletememesinin sebebi nedir acaba? Çünkü yazar, cinsiyet etkisini ciddi bir tartışma olarak oluşturamamıştır.

 

Yazar, savaş esnasında kadın pazarlanan mekân denilen, cinsiyet ayrımı yapılmış gücü merkez alarak savaş karşıtlığı algısını filizlendirmiştir, fakat yazarın ağırlık merkezi ötekilerin eksikliği ve öznelerin ayrımında bulunmaktadır. Çünkü Jacques Lacan’ın deyimiyle sadece benlik değil, aynı zamanda ötekiler de hırs ve yokluğa bağımlıdır. İkiye bölünmüş karakterler sadece Gim ya da üçüncü şahıs olan askerler değil, aynı zamanda o kadınla ilgili kadının sorununun çözüm anahtarını elinde tutan Amerikalı askerdir. Sadece sömürülen konumdaki Gim ya da Songca değil, egemen olan asker de hırs ya da yokluktan dolayı ikiye bölünmüş bir varlıktır[19].

 

Songca çocuğun nefes alıp almadığını kontrol etmek için aynayı çocuğa yaklaştırdığında aynanın çat sesiyle kırılması sahnesi, eksiklik hisseden Amerikan askerinin durumunu simgelemektedir[20]. Aynanın kırılması sahnesi, sorunun çözülmesinin olumsuz sonuçlandığını ima etmesine etmektedir, ama aynı zamanda tamamen yanlış değerlendirilebilecek sömürgeci özneyi tırnak içinde algılamamız gerektiğini de göstermektedir. En önemlisi ise sömürgeci özne için öteki olarak algılanmakta olan devletçiliğin, milliyetçiliğin kendisi bir eksikliktir ve sembolik düzen de delinmiş, kirlenmiştir[21]. Başka bir deyişle, yazarın savaş karşıtlığı algısı doğrudan öteki; sembolik düzenin kendisi de asıl olanaksızlığı tırnak içine alıp, eksikliğe sahip olunduğunun kavranmasından yola çıkmaktadır.

 

Yazarın savaş karşıtlığı algısı “savaş karşıtlığı”nı asli slogan olarak göstermekte ve aktif bir savaş eleştirisine varamamaktadır. Savaşın kurgusallığına işaret edip, tırnak içine alınan “öteki”nin sembolik düzeni ortaya koymanın ötesine geçememe gibi bir sınıra sahiptir. Ancak oyun metninin savaşın makul bir gerekçesi olamayacağı ve hiçbir savaşın da “iyi” olmayacağını ima ederek güçlü bir savaş karşıtlığı mesajı taşıdığı söylenebilir. Henüz savaş karşıtlığının dışarıda yüksek sesle söylenemediği o dönem Türkiye’sinin kritik siyasi dünyasında yazarın dayanabileceği en güçlü savaş karşıtı metafor bu olsa gerek.

 

Sonuç

Bu eser savaşa katılan askerlerin savaş deneyimlerini yansıtarak savaş algısını yeniden ele alması açısından karşılaştırmalı edebiyat yönünden değerli ve belgesel edebiyat yönünden anlamlı bir metindir. Oyun, özellikle savaş esnasında tecrübe edilen kadın pazarlama mekânının görülmesi açısından da ilgi çekicidir. Oyundaki kadınlar köyü, savaş esnasında, kadın ile erkeğin cinsel yönden ayrıldığı, otoritenin ortaya çıktığı bir mekân olmaktan ziyade yönetimin boşluğunun ve kaosun simgesi olarak yeniden ele alınmaktadır. Yazarın buradaki sorunu algılayışı anlayışı toplumsal cinsiyet tartışmasından yola çıkmaktadır; ancak yazar gerçek anlamda derinlemesine toplumsal cinsiyet sorununu oyunda geliştirememiştir.

 

Kadınlar köyünde görülen Koreli erkek Gim ve Amerikan askeri, kadını sahiplenen ya da müşteri olan erkek olmaktan çok, eksik bir özne, hadımlaşmış erkek olarak betimlenmektedir. Ayrıca kadına yönelik sahiplenme ve şiddeti uygulayan erkek olarak sadece Gim görülmektedir. Burada Koreli erkekleri yabani ve ilkel gören oryantalizm denilen prizma uygulanmaktadır. Öte yandan Amerikan askeri kadının bedenini satın alan erkektir, fakat aynı zamanda kadını kurtaran bir Mesih rolündedir. Ayrıca askerin Gim’in kıskançlığı nedeniyle öldürülmesi anlatımında savaşa katılan Türk askerinin, yazarın kendisinin de Amerikan askeri ile özdeşleşmesi ve içsel bölünmesi görülmektedir.

 

Yazarın savaş karşıtı algısı, oyun karakterlerinin hepsini mağdur olarak göstermekten yola çıkmaktadır. En doğrudan ve belirgin mağdur olarak resmedilen pazarlanan kadın Songca’yı hareket noktası olarak alıp savaşın yanlışlığını ileri sürmektedir. Fakat bununla birlikte Koreli erkek Gim ya da ülkesine itaat etmek için savaşa katılan Amerikalı asker de yine savaşın mağdurları olarak görülmektedir. Bu bakış açısı, savaş döneminde pazarlanan kadınla, ayrıca Gim ve Amerikalı askerin mevki ve otorite farkını zerreleştiren bir sınırı da ortaya koymaktadır. Ayrıca ele alınan meseleye bakış açısıyla kadın ve erkeğin cinselliğini çevreleyen otorite ilişkisi de dile getirilmektedir.

 

Öte yandan bu eser BM askeri etiketiyle Kore Savaşı’na katılmış Türk askerinin algıladığı Kore Savaşı’nın nasıl bir şey olduğunu açık bir şekilde göstermesi açısından da anlamlıdır. Savaş seferberliği için Türk hükümetinin savaşa katılma kurgusallığını ifşa etmeyi amaçlayan yazarın savaş karşıtı algısı kesinlikle üzerinde durulması gereken önemli bir konudur. Üstelik Kore Savaşı’na katılmakla ilgili doğrudan eleştiriye izin verilmediği bir dönemde Türk toplumunda yazarın savaşın kurgusallığını ortaya koyma gayesi tam anlamıyla savaş karşıtı algı olarak okunmalıdır. Ayrıca Kore Savaşı’nın üstünden yaklaşık olarak yarım yüzyıl geçtikten sonra Amerika Birleşik Devletleri’nin Irak’ı işgal savaşına asker gönderen Kore’nin içinde bulunduğu bilinç durumunu tartışabilmek için Kore Savaşı’na katılan Türk askerlerinin algısını yeniden gözden geçirmek muhakkak ki bir farkındalık yaratacaktır.

 

 

[1]     Türk Edebiyatı içinde yer alan Kore Savaşı Edebiyatını oluşması ile ilgili birkaç makale yazılmıştır: Türk Hükümetinin Birleşmiş Milletler bünyesinde asker göndermesi ve Kore Savaşı Edebiyatının oluşumu ve türlerine göre özellikleri üzerine bir çalışma için bkz.: Eunkyung Oh, “Kore Savaşı ve Türk Edebiyatı”, “Kore Savaşı ve Dünya Edebiyatı” (Gughak Caryovon, 2003, Seul, 263-290); savaş edebiyatı olarak Türk-Kore savaş edebiyatının özellikleri ile ilgili olarak bkz.: “Türkiye ve Kore Savaş Edebiyatı” (Bilinç Kültür Araştırması Dergisi, 2003, cilt 26, 205-223); eser sayısının çok olduğu Kore Savaşı şiirleri analizi için ise bkz.: “Kore Savaşı ve Türk Şiirleri Araştırması”, Uluslararası Dil Edebiyat Dergisi, 2003, cilt 28, 178- 207).

[2]     Savaşa girildiğinde bazı yazarlar ülkelerinin talepleri doğrultusunda ya da kendi içindeki vatanseverlikle savaşı zafere götürmek için ya da mantık çerçevesine sokmak için eserler yazarlar. Söz konusu metinlerin üretilmesinin çoğu zaman amacı herkesi seferber edip askerlerin savaşma dürtülerini artırmaktır. Bu edebiyat türü propaganda ve ajitasyon edebiyatı olarak Savaş Seferberliği Edebiyatı şeklinde de adlandırılmaktadır ve hümanizm boyutuyla sınırlanmadığında geniş anlamda savaş edebiyatına dahil edilmektedir. Kore Savaşı’nda da destek almayı amaçlayan, devletin talebine uyan propaganda ve ajitasyonu hedefleyen Savaş Seferberliği Edebiyatı büyük ölçüde eserler vermiştir, savaşı destekleyen ideolojik işlevin yerine getirilmesinde edebiyat aktif bir rol oynamıştır. Bu tür ortamlar usta yazarlardan çok özellikle öğrenci, aydın, savaşa katılan askerler gibi amatör yazarlar tarafından oluşturulmaktadır. Türk edebiyat dünyası da sadece edebiyatçılar değil askerlerin tamamını ne şekilde savaşa dâhil edebiliriz konusuna ilgi göstermiştir. Savaş hattında öncülük rolü üstlenen edebiyat, o dönemde öğretmenlik yapan Enise Kandemir’in şiir derlemesi “Kore Destanı”nını (1954) yazmasıyla tam anlamıyla başlamıştır. Propaganda amaçlı bu eser hakkındaki yaygın değerlendirme olumludur. Söz konusu metinlere yönelik eleştirel bakış açısının azlığı Türk edebiyat dünyasında tam anlamıyla Kore Savaş Edebiyatı Teorisi’nin de dile getirilemediğinin bir göstergesidir.

[3] Sovyetler Birliği’nin siyasi tehdidi altındaki ortamda Türkiye antikomünist ideolojiyi içselleştirmişti. Bu sebeple Türk askerlerinin Kore Savaşı’na katılması Türkiye’nin güvenliği için dönemsel bir talep olarak kabul edilmiştir. Bu haldeki yurt içi ve dışı koşullarından dolayı Türk hükümeti giderek tüm ülkenin büyük desteğini almıştır. Ayrıca Türk hükümetinin asker gönderme kararının ülkeyi ikna etmek için bahanesi de vardı: Sovyetler Birliği’nin yayılma ve komünizmi genişletme isteğini göz ardı edemeyen Türk hükümetinin liberalizmi sürdüren tarafı seçmesi ve bu temelde hazırlık yapması da aslında Türkiye’nin güvenliği için önemli görülmekteydi. Türkiye ulusal basını, Türk hükümetinin Kore savaşına asker göndermeye karar vermesini Türkiye’nin güvenliğini teminat altına almak amacıyla olduğunu ve bunun Amerika Birleşik Devletleri’nin askerî, dahası ekonomik yardımlarının garanti altına alınabileceği bir çözüm olarak duyurmuştu. Ayrıca bu durum Türkiye’nin 1951 yılında Nato’ya alınmasıyla sonuçlanmıştır (konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz.: Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşa Yılları, Bilge Yayınları, 1950); “Kararımız isabetli mi, değil mi?”, Cumhuriyet Gazetesi, 28.07.1950; Jaemahn Suh, “Kore Savaşının Patlak Vermesinin Ortadoğu Bölgesine Etkisi”, “Gugce Munce”, 1976).

[4]     Kore Savaş Edebiyatını oluşturan amatör yazarların sayısı hızla artmıştır. Çalışan öğretmenler ya da Köy Enstitüsü öğrencileri gibi sistem dışı aydınların çevresinde başlayan Savaş Seferberliği Edebiyatı, sözlü edebiyat, şiir geleneğini sürdüren halk şairleri aşıklar tarafından daha da hızlandırılmıştır. Halk şairi aşıklar Türk kültürüne özgü geleneksel tarzda destanlar yazarak köylerde savaşa katılmanın mantıklılığını anlatmış, halkın katılımını teşvik etmeye katkı sağlamıştır.

 

[5]     En belirgin şekilde savaş karşıtlığını ortaya koyan şair Nazım Hikmet’tir. İlk olarak Nazım Hikmet asker göndermeyi “paralı askerler” olarak adlandırıp dönemin Menderes’i “küçük anavatanın askerlerin hayatını satarak kazandığı dövizle gününü gün eden diktatör” olarak tanımlamıştır. Asker gönderme ile ilgili en güçlü eleştirileri ve karşı çıkışı sergileyen Nazım Hikmet’ti, ama onun savaş karşıtlığı algısı sol görüşlü olmayanlarca benimsenmesi konusunda belirli bir sınıra sahipti. Sosyalist bir rota izleyen Nazım Hikmet’in savaş karşıtlığı algısı çoktan liberal rotayı seçip antikomünist ideolojisi benimseyen Türkler için kolayca yakınlaşılamayacak bir mesafedeydi.

[6]     Kore Savaşı’na katılmanın arka planı ile Türkiye’deki kamuoyunun oluşumu ile ilgili detaylı bilgi için bkz.: Eunkyung Oh, “Türkiye ve Kore Savaşı Edebiyatı”, Bilinç Kültür Araştırması Dergisi, 2003, cilt 26, 207-209.

[7]     Sedat Veyis Örnek (1927-1980), Sivas Zara’da doğmuştur. Almanya’da tamamladığı doktorasının ardından ölümüne kadar Ankara Üniversitesi’nde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Öykü ve tiyatro oyunları çevirisi ve yazarlığı da yapan Örnek, Kurt (1964), Pirinçler Yeşerecek (1968), Manda Gözü (1969) gibi eserler yazmıştır. Bu eserler Ankara Devlet Tiyatrosu ya da İstanbul Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmiştir. Halkbilim üzerine çok sayıda yayını olan Örnek’in başlıca eserleri, Sivas ve Çevresinde Hayatın Çeşitli Safhalarıyla İlgili Batıl İnançların ve Büyüsel İşlemlerin Etnolojik Tetkiki (1966), Etnoloji Sözlüğü (1971), 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane (1971), Anadolu Folklorunda Ölüm (1971), Budunbilim Terimleri Sözlüğü (1973), Türk Halkbilimi (1977) ile Geleneksel Kültürümüzde Çocuk’tur (1979).

[8]     Bu eserin aslı 1968 yılında Türk Dili Dergisi’nde (sayı 202) yayınlanmış ve daha sonra Yeni Türk Tiyatrosu’nda da yayınlanmıştır.

[9]     Sedat Veyis Örnek, Devlet Tiyatrosu Aylık Sanat Dergisi, 1969, sayı 47, 1.

[10]   Adnan Binyazar, Türk Dili Dergisi 1969, 214, Türk Kısa Oyunları Özel Sayısı, 1969, s.594

[11]   Bu eserde o zamanlar kullanılan dil, olduğu gibi kullanıldığı için belgesel edebiyat özelliği taşımaktadır. Örneğin, pazarlanan kadın “Sakşi” olarak ifade edilmiş, günümüzde de kadın satıcısı ile pazarlanan kadın arasındaki işleri idare eden kadın olarak “Mamasang” (hacana) ifadesi kullanılmaktadır. Ayrıca Koreli erkeğin “Bay Gim” şeklinde isimlendirilmesi genel olarak Korelilerin soyadlarının “Gim” olduğu yönündeki düşünceden kaynaklanmaktadır. Bunun dışında da eserde “çocuk” anlamında “Bebisang belki de yarın ölecek” cümlesiyle “Maybe tumoro sayonar” gibi cümleler o dönemde pazarlanan kadınlarla BM askerlerin kullandığı konuşma dili olduğu gibi kullanılmıştır. İngilizce ve Japonca karışımı bir dilin pazarlanan Koreli kadınlarla BM askerleri arasında iletişim için kullanılması askerlerin çoğunluğunun Amerikalı olması ve Kore Savaşı sırasında Japonya’nın BM askerleri için dinlenme yeri olması sebebiyle Japon kültürünün BM askerlerini derinden etkilediği görülmektedir. Ancak ilgi çekici nokta bu tür sözlerin Türk askerleri tarafından Korece olarak algılanmasıdır. Bu eserde yazar ana metinde yer alan Korece ifadeleri düzenleyerek ek olarak vermiştir. Burada “cosso” (iyi), “nabbın” (kötü) gibi öz Korece ifadeler de vardır ama “iyi” anlamında Korece “number one”, “kötü” anlamında “number ten” gibi İngilizce kelimeler de mevcuttur.

[12]   1950 yılında seks işçiliği yapan kadın sayısı en az 150.000 kişi olarak tahmin edilmektedir. Bunlardan 40 yaş altı dul kadınların seks işçiliği yapma oranı %25,4-26,9’a kadar ulaşmaktadır. Bu denli fazla kadının bu işte çalışmasının sebebi Kore Savaşı sonrası pek çok dul kadının toplum hayatını hiç bilmemesi ve çocuklarını yetiştirmek ve gelir elde etmek zorunda olmalarıdır. Ayrıntılı bilgi için bkz.: İ. İmha, “Savaş Bitse de Kadına Barış Yok: 1950’li yıllarda ‘Savaş Dulları’nın Yaşamı Üzerine”, Savaş ve Kadın, 2003, Cilt 3, 102.

[13]   Erkekliğin kesintisiz vurgulanarak paye verildiği bir toplumda militarizm ve milliyetçilik ideolojisi ataerkil sistemin güçlü desteğine gereksinim duyar; çünkü bu üç ideolojinin etki gücünü gösterebilmesi için toplumda hiyerarşik düzeninin öncül olması gerekir. Militarizm, milliyetçilik ve savaş bu ilişkiler içinde şiddet kullanımını geçerli kılıp bu tarz şiddet kadının etkili bir şekilde kontrol edilmesine yardımcı olmaktadır.

[14]   “Hadi bana bak. Ben doktor değilim. Herhangi bir şey de değilim. Ben sadece askerim. Binlerce askerden biriyim. Kore’ye geldim. ‘Evet, anladım’ dedin, değil mi? ‘Ateş et’ diyorsun. ‘Evet, anladım’ dedin değil mi? Kim bilir belki de ‘Öleceğim’ diyordu. ‘Evet, anladım’ dedin, değil mi…”, Sedat Veyis Örnek, “Pirinçler Yeşerecek”, Yeni Türk Tiyatrosu, 1969, Ankara, s. 11.

[15]   Edward Said, oryantalistleri “kullanan” insan ve doğu ülkesi insanlarını “kullanılan” insan olarak görür. Burada, onun konuyla ilgili algısının mevcut olduğunu görmek gerekir. Said, oryantalizmi hem “doğu” ve “batı” arasında oluşturulan bir varlık hem de algısal ayrımın düşünce tarzı olarak görmektedir. Böyle bir düşünce tarzının temel alınarak geliştirildiği bilimsel anlam ve imge arasında sürekli değişim olmasını vurgulayıp oryantalizmi “doğu ülkelerini yönetip yeniden oluşturarak etkisiz hale getirmek amacında olan batı ülkelerinin tarzı” olarak tanımlamakta; böylece imgesel olarak sembolleşen doğu ülkeleriyle ilişkili olan görüş içinde var olan batı ülkelerinin siyasilik, şiddet unsuru ve kültürü öne çıkaran yönetme gücünü açıklamaktadır (Edward Said, Orientalism, 1978, New York, Panteon Books, Çev. Hınggyu, ‘Oryantalizm’, Kyobo Mungo, 1996, 13-29).

[16]   Franz Fanon’un “Siyah Ten Beyaz Maske” adlı eserinde sömürgeciliğin sonucunda siyahîler aşağılık hissine kapılıyor ve bu aşağılık hissini yok etmek için kendi içlerinde bir bölünme yaşadıklarını söylemektedir. Fanon, siyahîlerin kendi bilinçsizliklerinin farkında olup beyazlığa dair denemelerden vazgeçmek zorunda olduklarını ve ancak o zaman aşağılık kompleksi ve dışlanmadan kurtulacaklarını söylemektedir. Ama Bhabha beyaz maske takan siyahın belirsizliği içinde, iki taraflı kimlik dâhilinde siyasi alaboranın mümkün olabileceğini düşünmektedir.

[17]   Hükmedilen kişilere bakıldığında egemen öznenin üstün toplumsal konumuyla ayrıcalığının kıskanılmasıyla aynı anda saldırganlığın ortaya çıktığı görülmektedir. Diğer taraftan egemen özneye bakıldığında hükmedilenle özdeşleşmeyi isteyip istememesi önemli değildir. Öteki hükmedilenlerin kendilerinden farklı özellikleri ortaya çıktığında, egemen olanlar bu özneyi gizemli bir varlık olarak görüp bu durumdan zevk almaya bakar. Ama egemen öznenin iki yönlülüğü paranoyak öğrenme arzusuna nazaran gizemli ötekinin gizeminden kurtulmayı arzular. Gizemli bir şekilde geriye kalan hükmedilen özneyi istese de onlar kendilerinin bilgisine dahil olmazsa hükmedemeyeceği noktada tehdit olarak algılar. Bu yüzden sömürge öznesinin saldırganlığı iki taraflı saldırganlıktır. Kendisi ideal bir imajla özdeşleşemeyen ve mükemmel olmayan varlık diye kendini reddetmesi ötekinin kendini bu hale getirdiği düşüncesiyle yer değiştirerek ötekine saldıracak hale gelmesi iki taraflı saldırganlık diye adlandırılmaktadır. Tekrar söyleyecek olursak narsist egemen özne “Hükmedilenin beni sevmesini isterim” der, ama bu dilek yerine gelmezse “O bana nefret duyuyor” düşüncesyle yer değiştirir ve “O benden nefret ediyorsa benim de ondan nefret etmem doğal” diyreke kendi kendine mantık yürütür. (Bhabba, 1994: 40-65)

[18] Karl Von Clausewitz Von, Principles of War, 2002, s. 52-53.

[19]   Kendisi de megalomanya ve zararın hayali arasında titreyerek paranoyadan farksız bir duygu karmaşasına kapılmıştır. Bhabba’ya göre sömürge ortamında egemen ve sömürülen aynı bölünmeyi yaşar. Bhabba’nın sömürgeci ve sömürüleni ayırt etmeksizin “sömürgeci ve sömürülen olarak sömürge özne” ifadesinin sıklıkla kullanılması da bu nedenledir. Sokvon Yang, “Postkolonializm (post sömürgecilik) ve Psikoanaliz”, “Eleştiri ve Teori”, 5. Cilt, 2. Sayı, Sayfa 93.

[20]   Lacan, ayna evresi ile benlik oluşumunu kuramsallaştırmıştır. Bebeğin aynaya yansıyan kendi görünüşüne bakıp kabullenmesiyle yapı meydana gelmektedir. Hâlâ, kendi bedenini kırık parçalar olarak algılayan bebek aynadaki suretinden kendini bütün olarak görmesiyle aynadaki sureti kendisi olarak algılar. Lacan, bu algıyı “yanlış algılama” olarak açıklar; çünkü bebek ve aynadaki suret arasında tam uyuşmayan çatlak ve farklılıklar vardır. Lacan, hayali özdeşleşme vasıtasıyla bastırılmış farklılıklar algılandığında tüm aynanın gösterdiği bedenin parçalanmasının bedensel çözülme hayali içerisinde geri dönüp, benliğin aslında parçalanan bedeninin “imago”sunu tecrübe ettiğini söylemektedir.

[21]   Lacan’a göre özne parçalanmaktadır ve tırnak içine alınıp, işaretler sıralaması içindeki eksiklik ile özdeşleşmesi çok da iyi bilinen bir gerçektir. Ancak Lacan teorisinin en radikal yönü bu gerçeği onaylaması değil büyük öteki, sembolik yapının kendisi de asıl imkânsızlıktan dolayı tırnak içine alınıp, herhangi bir imkânsızlık/veresiye çekirdek, merkezin eksikliğini temel alarak yapılandırılmış olmasını kavramış olmasıdır. Öteki’nin içinde böyle bir eksiklik olmasaydı öteki yalıtılmış yapı olurdu ve özne için açılan tek olasılık ötekinin içindeki bütün bir dışlanma olurdu. Bu sebeple özne ile birlikte Lacan’ın ayrım (separation) olarak adlandırdığı bir tür “dışlanmadan kurtuluş”u başarmayı sağlayacak şey ötekinin içindeki bu eksikliktir. Tabii ki bu, öznenin kendisinin dilin duvarlarından dolayı ebediyen ayrılmayı, bölünmeyi tecrübe ettiği anlamında değildir. Bu, hedefin ötekinin kendisinden ayrıldığı, ötekinin kendisinin de O’na sahip olamayıp nihai cevaba sahip olmamasıdır. Bir başka deyişle ötekinin kendisinin önü bir engelden dolayı tıkalı olup arzulama gerçeğini ötekinin de arzusu olabileceği gerçeğini öznenin tecrübe ettiği anlamındadır. (Zizek, 2002: 213-214)