Kralcık: Sevginin/İlginin/Şefkatin/Sabrın Hikâyesi
Kitap İncelemeleri

Kralcık: Sevginin/İlginin/Şefkatin/Sabrın Hikâyesi

Toprak Aras

Yeni kurulmuş bir yayınevi olan Bandi Kitap tarafından okura sunulan Kralcık, bir eseri Türkçe’ye ilk kez çevrilmiş Jean-François Beauchemin’in 2021’de Fransızca yayımlanmış romanı. Yazar bir abiyle şizofren bir kardeşin ilişkisinin anlatıldığı bu kısacık roman ister istemez akıllara insanlığın ilk abi-kardeş hikâyesi olan Habil ile Kabil’i getiriyor. Habil ile Kabil’in hikâyesi kıskançlığın, kötülüğün, çekememezliğin, nefretin, ilk kanın, ilk cinayetin hikâyesi iken Kralcık’ta anlatılan abi-kardeş hikâyesi sevginin, sahiplenmenin, korumanın, ilginin, şefkatin, merhametin, anlayışın, sabrın hikâyesidir.

 

Küçük kardeş için her şey ergenlik döneminin başlarında, daha on üç yaşındayken çiftlikte bir ineğin doğumuna tanıklık etmesiyle başlar. Abi için de kardeş için de tanık oldukları bu sıradışı hadise bir milattır. Ne ki bu olağan hadise abi için olumlu neticelere yol açarken, kardeşi için her şeyin kötüye gittiği günlerin başlangıcı olur. “Bana öyle geliyor ki bu denli yakından ilgilendiğim doğum ufkumu genişletmiş, kendimin farkına varmamı sağlamış ve dünyada işgal etmeye hazırlandığım yer için bir önem sırası oluşturmama yardımcı olmuştu. Kardeşimse o kadar kendinden emin değildi. Onda bir korku, yeni yeni baş gösteren bir travma seziyordum… Her halükarda o gece, kardeşimi benim odamın hemen yanındaki küçük odasında, yatağında hıçkıra hıçkıra ağladığını duydum. Ertesi gün, sarsıntılı düşüşünün ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı.” (K, sy.10)

 

Sonraki günlerde abide de değişim başlar. Henüz on beş yaşındayken birden bire karakterinin değiştiğini, bambaşka birine dönüştüğünü fark eder ama abinin asıl kaygısı kardeşidir. “Karakterim aniden değişmişti ve daha tedirgin, gelecek hakkında daha endişeli biri haline gelmiştim. Ancak hepsinden önemlisi, kardeşimin bir hayalete benzeyen görüntüsü beni çok kaygılandırıyordu.” (K, sy.11)

 

Zaman geçtikçe kardeşin rahatsızlığı daha da artar.  Tuhaf davranışlar sergiler, karakterinde bozulmalar, parçalanmalar görülür. “Birkaç saniye içinde gerçek bir iyimserlikten bir tür sinir zafiyeti içerisine girerek şu tüyler ürpertici kehanet dolu cümleyi kurdu: “Gittikçe daha az gerçek oluyorum. Bu korkunç bir şey.” (…) Yaşamayı tamamıyla bıraktım. Sanki önümde korkunç bir ülkenin kapıları açılmış da her şeyin ve dünyanın çeperine itiliyormuşum gibi oraya çekildiğimi hissediyorum.” (K, sy.12)

 

Öyle ki abi bir süre sonra kardeşini tanımakta zorlanır ve onu küçük, narin, kırılgan bir kuşa, kralcık kuşuna benzetirken kralcık sözcüğünün anlamını da hatırlar. “Ayrıca “kralcık” kelimesinin nerdeyse hiç gücü ve itibarı olmayan bir ülkeyi yöneten bir krala atıfta bulunduğunu da hatırladım, hayaller ve boş umutlar ülkesi de diyebiliriz.” (K, sy.13)

 

Şizofreni hastaları intihara meyillidir. Kırılgan bir kuş olan Kralcık bir gün abisinin gözleri önünde suya atlarken baygınlık geçirir ve onu kurtaran abisine, beni neden kurtardın, diye sitem eder. Kardeşini ölümden kurtaran abi için bu sitem aslında onu nasıl zor, yorucu, meşakkatli bir sınavın beklediğinin de habercisidir. “Sanki bundan sonra zincirleri hayatımın, aklımın her köşesinde ve attığım her adımın arkasında şıngırdayacak olan bir hayaleti hayata döndürmüştüm.” (K, sy.13)

 

Bir hastalık olarak şizofreniyi bilmeyen, şizofren bir bireyin iç âleminde nelerin koptuğunun farkında bile olmayan anne ve baba bu duruma doğal olarak üzülürler. Bir ayağı gerçekte, ötekisi sanrılarda yaşayan küçük kardeşin hastalığının büyük olana bulaşabileceğinden endişe duyarlar. Hatta baba, küçük kardeş kendini odaya kilitliyor diye odanın kapısını bile söker ve “bazen her şey korkunç derecede basittir” diyerek yaptığının doğruluğuna inanır. Oysa kardeş kendini odaya değil, içindeki karanlığa hapsetmiştir. Kaçtığı annesi, babası, abisi değil onu sarıp sarmalayan karanlık ve karanlığın yol açtığı kaostur. Buna rağmen abi, kardeşini anne ve babasından hem daha iyi tanımakta, hem de daha iyi anlamaktadır. Küçük kardeşin iç dünyası doğal olarak günlük hayatına da yansır. Daha doğrusu perdeleri sürekli kapalı odasının dağınık hali onun iç dünyasının nedenli endişeli, korku dolu olduğunun göstergesidir. Çeşit çeşit eşyaların rasgele her yere atılmasının nedeni, zihnini dünyanın ona gönderdiği kaos imgesine alıştırmak ve böylece kendisi ile gerçeklik arasında algıladığı uçurumu hafifletmektir. “Kısacası, bu onun kendini iyileştirme yoluydu: Korkusunu ortadan kaldırarak değil, onu besleyerek ve onu gittikçe daha fazla yiyip bitiren ateşe yakıt sağlayarak; çünkü sönmesine izin vermek, kalbinin Dünya’nın büyük ateşi tarafından kesin ve tek taraflı olarak yutulması anlamına gelecekti.” (K, sy.14)

 

Yıllar sonra anne de baba da ölür. Yaşayan tek akraba olarak hayatı boyunca kardeşine bakacak olan abinin sorumluluğu daha da artar. Doktor bu konuda onu uyarır, tavsiyelerde bulunur. “Kardeşinizin sizinle sadece bölük pörçük, zaman zaman nerdeyse kodlanmış, zaman zaman acımasız ama genellikle yalnızca onun anlayabileceği bir dille iletişim kurmasını bekleyin. Hepsinden önemlisi, gerçekliğin ona acı çektirdiğini unutmayın. Bununla beraber, onun gerçeklikten uzaklaştırılması gerektiğini söylemiyorum. Tam tersine; mümkün olduğunca onu gerçeklikle uzlaştırmaya çalışın.” (K, sy.21)

 

İçindeki karanlıktan-kısa süreliğine de olsa-kurtulduğu iyi günleri de vardır küçük kardeşin. Böyle günlerin birinde yaralı bir alakarganın yardımına koşar, onu tedavi eder, besler, alakarga iyileşip gökyüzüne döndüğünde yıllar sonra ilk kez gülümser. Bu gülümseme içindeki aydınlığın, içindeki karanlığa karşı kazandığı zaferdir. Yine, çalışmaya başladığı serada gün boyu saksıları sulaması, bitkilerle ilgilenmesi, yani işini severek yapması da iyi hissetmesine yardımcı olur. Gerek yaralı bir hayvana yardım etmesi, gerek bitkilerle haşır-neşir olması onun içindeki karanlıkla/kaosla savaştığının, dolayısıyla hayatına doğru bir yön vermek istediğinin göstergesidir. Burada doğanın insanı özgürleştirmesinin yanı sıra, insanı dertlerinden uzaklaştırdığına, rahatlattığına hatta kısa süreliğine de olsa iyileştirdiğine tanık oluruz.

 

Şizofren bir kardeşin iç âlemindeki çalkantılarına tanık olmak, karanlıkta çırpındığını görmek ve bu savaşında ona yeterince yardım edememek abi için en büyük ıstıraptır. Kardeşine banyo yaptırdığı bir gün, kardeşin söylediği şu sözler karşısında abinin susup kalması çaresizliğinin ifadesidir. “Ben dipsiz bir kuyuyum. İçime ne kadar bakarsam bakayım, tek gördüğüm zifiri karanlık. Kayboldum.” (K, sy.29)

 

Bazen şizofrenler hastalıklarını inkâr ederler, ilaçlarını kullanmazlar. Böyle bir durumlarda paranoya kaçınılmaz olur. Hayatlarının tehlikede olduğuna, çevresindekilerin onlara zarar vermeye çalıştıklarına inanırlar. Aynı hal küçük kardeş için de geçerlidir. Hasta olduğuna inanmamakta, ilaçlarını tuvalete atmaktadır. İlaçları, kendisine boyun eğdirmek isteyen hükümetin komplosu olduğuna, sokakta yürürken sürekli takip edildiğine, karşı apartmandaki kadının kendisini zehirlemeye çalıştığına, hatta abisinin CIA ile bir olup kendisine komplo kurduğuna inanmaktadır. Şizofreni kelimesi Yunanca bölmek ve ruh kelimelerinin birleşmesinden oluşmuştur. Küçük kardeşin varlığını/hayatını bölüp paramparça eden bu hastalık karşısında abi onda gördüğü yoğun karanlık karşısında bazen umutsuzluğa kapılır, ama her seferinde kardeşinin yanında durmaktan da vazgeçmez.

 

Şizofren bireylerin düşünceleri de gerçeği algılayış şekilleri de oldukça sorunludur. Davranışlarındaki sıradışılık gerek ailevi ilişkilerini, gerek toplumsal ilişkilerini bozar. Hastalığın neticesi olarak çevresindekilere zarar verebilecekleri kaygısı toplumda rahatsızlığa, hatta korkuya neden olur. Bu nedenle mahallede/toplumda istenmeyen kişiler kategorisine aday bireylerdir şizofren bireyler. Kolaylıkla ötekileştirilip toplum dışına itilirler. Abi, kardeş bir gün temizlik yaparken dışardan atılan bir taş, camı kırar. Dışarıda koşuşturma sesleri, ardından da bağırışlar duyulur: “Defol git buradan, deli herif!” (K, sy.60) Dönüp kardeşine bakan abi onu kanepeyle duvar arasına sıkışmış vaziyette, korkudan ve öfkeden titrerken bulur. Yıllardır sabırla, merhametle, şefkatle hep kardeşinin yanında duran abi, kardeşine bir kez daha sarılır, korkularını yenmesine, güvende hissetmesine yardımcı olur. Bununla da yetinmez, evden çıkarken mahallenin çocuklarını bilgilendirmek için bir kâğıda şunları yazar: “Ondan korkmayın. O sizden daha fazla korkuyor ve tek ihtiyacı olan şey güvende hissetmek.” (K, sy.61)

 

Belki bu yüzden, yani insanlardan bulamadığı ilgiyi, anlayışı, yakınlığı bulmak için kitaplara sığınır. Ama bazen aradığını kitaplardan da bulamaz. Abisinin eğlenmesi için verdiği roman onda hayal kırıklığı yaratmış, onu öfkelendirmiştir. “Eğer insanlarla omuz omuza olmamı sağlayarak ruhları anlamama hiçbir katkıda bulunmuyorsa, okumak beni yoruyor.”(K, sy.62) Livia’nın onu yatıştırmak istemesi öfkesini daha da artırır. Livia’ya verdiği cevap bir yazarın yazma amacının ne olması gerektiği hakkında bize fikir de verir. “Ben kitaplardan hayatımı değiştirmesini istiyorum! Yazmak yerine sanki yorumcuymuş, sadece bir işçiymiş, ya da ne bileyim, reklamcıymış gibi üst üste kelimeler yığan yazarlardan bıktım.”(K, sy.62) Ayrıca şiire yaklaşımı da oldukça dikkat çekicidir.“…Şiir edebi bir tür değil, hayatın akıl yoluyla deneyimlenmesidir; en kırılgan, düşük veya güçsüz varoluşun bile gerçek bir ilgiye değer olduğuna dair kör edici bir önsezidir.” (K, sy.100)

 

Şizofren bireylerin duygularıyla ruh halleri her zaman uyumlu değildir. Konuşulan ciddi bir konu onları güldürürken, bazen yapılan bir şaka onları ağlatabilir. Bu ruh hali karşısında abi zaman zaman korkuya kapılır. “…Kafamın içinde duyduğum korkunç sesler ve gördüğüm görüntüler saatlerce devam ediyor. Sen eğer kötü biri tarafından takip ediliyorsan kaçıp saklanabilirsin. Ama ben bunu yapamam. Fail beynimin içinde ve kaçamıyorum. Tek çıkış yolum, neredeyse her gün seninle buluştuğum ve kuşların güven verici cıvıltılarının yankılandığı bu bahçe. Ve buna rağmen kuşların bile yeterli gelmediği zamanlar oluyor. Elimde kalan tek şey şairlerin yazdığı satırlar.” (K, sy.73)

 

Okumak, daha çok şiir okumak ve kuşlara duyduğu ilgi onun içindeki karanlıkla savaşında her ne kadar önemli olsa da, yine de belirli aralıklarla-üç, dört yılda bir-terapiye gitmesi gerekmektedir. Terapi için kardeşini ikna etmek abinin zorlu sınavlarından biridir. Sonunda ikna eder etmesine ama terapi sırasında öfke ve korku nöbeti geçiren kardeşe psikiyatrist bile yardım edemez. Ona yardım edecek tek kişi, ta ergenlik çağında-hastalığın başladığı ilk günlerde-hep yanında olan abisidir. “Her zaman olduğu gibi, bu dünyada kardeşime yaklaşabilecek ve en azında onunla konuşabilecek tek kişinin ben olduğumu kahredici bir acıyla fark ettim.”(K, sy.75)

 

Şizofren kardeş de bunun farkındadır. Sıradışı bir birey olarak abisinin sıradan hayatı onun için arzulanan bir durumdur. Kıyafet almak için gittikleri mağazada hiçbir kıyafeti beğenmez, sonunda abisinin dolabından aldığı kıyafetleri bir çantaya doldurur ve “Eğer kendimden başka biri olmak zorundaysam senin gibi olmak istiyorum…” diyerek aslında kendisiyle aynı yöne bakmasını bilen tek kişinin abisi olduğunu itiraf eder.

 

Buhran geçirdiği günlerde kendi geleceğine dair kehanetlerde de bulunur. “Sırlarımdan sıyrıldığımda, korkarım ki sonunda benden geriye kalan tek şey bir zarf, içi boşaltılmış bir tavuk gibi bomboş bir beden olacak… Toplumun beni içten içe yutmaya çalıştığına inanıyorum… Bu bittiğinde iskeleti olmayan bir ev gibi yıkılacağım…”(K, sy.96) Böyle düşünmesine rağmen “Belki de artık umudumuz kalmadığında hiçbir şeyden ümidimizi kesmemeliyiz” diyerek içindeki karanlıkla mücadele etmekten de vazgeçmez.

 

Kralcık bir solukta okunacak kadar kısa, ama aynı zamanda okura suyun üstündeki buz kütlesini gösterirken, suyun altında da devasa bir buzdağının olduğunu hissettiren bir roman. Şizofren kardeşin dediği gibi “Evet, bu hikâyede neredeyse hiçbir şey olmuyor ama her şeyin bir anlamı var.”

 

Peki nedir o anlam? Hep söylerim insan doğası gereği bencildir, menfaatçidir, kıskançtır, iyiden çok kötüye meyillidir. Kötülükten aldığı haz, iyilikten alığı hazdan daha kuvvetlidir. Buradan hareketle, insanlığın ilk abi-kardeş hikâyesi olan Habil ile Kabil’de, Kabil’in kardeşini öldürmesi her ne kadar bize korkunç gelse de aslında içimizdeki Kabil’in, içimizdeki Habil’den daha güçlü olduğu gerçeğini inkâr edemeyiz. Sık sık doğaya açılıp yürüyüş yaparım. Bu vesileyle tanıştığım bir çoban muhabbet esnasında bana şunları söylemişti: “Adama sormuşlar, düşmanın var mı? Adam yok, demiş. Peki, kardeşin var mı? Var, demiş. Kardeşin varsa düşmana gerek yok.” Maalesef ki Kabil’den kalan bu kötü mirastan kurtulmak mümkün değil. Dönüp tarihe bakın; birbirlerini boğazlayan, yok etmeye çalışan birçok kardeş hikâyesi göreceksiniz. Yine dönüp içinde bulunduğunuz topluma/yakın çevrenize bakın; Kabil’in korkunç mirasının devam ettiğini göreceksiniz. Ama bunca kötülüğün karşısında iyinin diz çökmediğini de göreceksiniz. Her kardeşin Kabil gibi olmadığını da göreceksiniz. Kralcık’ta anlatılan abi-kardeş hikâyesi gibi hikâyeleri duyduğunuzda Kabil yönünüzün törpülendiğini de göreceksiniz.

 

Yer yer öykü tadı veren kısa kısa bölümlerle, kısacık cümlelerle, lafı uzatmadan, eğip bükmeden, yalın bir anlatımı olan Kralcık’ı, bizi içimizdeki Habil’i güçlendirmeye davet eden bir metin olarak görüyorum. Buradan Kralcık’ı okuyanlara-eğer okumamışlarsa-Joanne Greenberg’in 1964’te yayımlanan otobiyografik romanı Sana Gül Bahçesi Vadetmedim’i okumalarını da öneririm.

 

 

                                                                                                                 6 Aralık 2024

                                                                                                                    Korucuk

Not: Bu yazıda Bandini Kitap tarafından basılan kitap kullanılmıştır.