Bugüne dek çektiğiniz belgesellerde karşılaştığınız en ilginç, en şaşırtıcı, en üzücü bulduğunuz durumlarla ilgili üç örnek verin desek neler söyleyebilirsiniz?
N.T.T: Belgesel çekimleri maceralarla doludur. İlk belgeselimiz olan İfakat belgeselin final çekimlerini dünyanın en teklikeli virajlar arasında gösterilen Derebaşı virajlarında yaptık. Ot yüklü kamyonun üzerine kadınlar. Her virajda korkudan titremiştik. Vargit Zamanı belgeselimizde de bir babanın oğluna karşı takındığı sert tutumun oğlunu uyuşturucu batağına sürüklediğini ve öldüğünü anlatırken biz de gözyaşımızı tutamamıştık.
Rus bir yönetmenle de çalıştınız ve ünlü balet Rudolf Nureyev ile ilgili bir belgesel hazırladınız. İlginç bir hikayesi var bildiğim kadarıyla. Bu proje nasıl ortaya çıktı ve ülkemizde yeteri kadar ilgi gördü mü?
N.T.T: Bizim ilk uluslararası ortak yapımımız. Rus yapımcı ve yönetmen Evgenia Tirdatova ile uzun zamandır tanışıyoruz. Dünyaca ünlü balet Rudolf Nureyev’den bahsetti. VİP Turizm’den annesi ve babası ile konferanslarda uzun yıllar çalıştığım İnci ve Fethi Pirinçcioğlu’nun kızı Yasemin Pirinçcioğlu’na konuyu açtım. Nureyev’in hiç bilinmeyen Türkiye sevgisinden, Türkiye’ye yerleşmek istediğinden bahsetti. Türkiye’ye geldiği 80’li yıllarda onu gezdirdiğini ve geniş bir fotoğraf ve video arşivi olduğunu, ancak bu arşivin Amerika’da olduğunu söyledi. kendisi tüm materyalı New York Kütüphanesi’nden getirtti. İstanbul’da zorluklarla izin aldığımız Topkapı Sarayı, Rüstem Paşa Camii, Kapalı Çarşı ve ayrıca Fethiye’ye yakın Gemiler Adası’nda ve İzmir Dikili Bademli Köyü’nde çekimlerimiz oldu. Orhan Tekeoğlu Evgenia Tirdatova ile yönetmenliği üstlendi. Belgesel, festivallerde çok ilgi gördü. Beni en çok sevindiren bu belgeselin Rusya’da Windows to Europe in Vyborg Film Festivali’nde en iyi ortak yapım ödülü alması oldu.
Karadeniz insanının yaşamına dair çektiğiniz belgeseller ağırlıkta. Vargit Zamanı ve Fatma Kayacı’nın Bilinmeyen Hikayesi gibi.. Genelde trajik hikayeler. Sizin kişisel tarihiniz bu hikayelerden izler taşıyor mu, çocukluğunuzda büyüklerinizden dinlediğiniz ya da tanık olduğunuz benzer insan manzaraları var mı?
O.T: Çocukluğum dağlık, ormanlık bir yörede geçti. Arka yamacımızda Uzungöl. İlk bakışta güzel gibi duruyor. Fakirlik, yoksulluk dolu yıllar. Doğa güzel ama yaşam berbat. Hep çalışan kadınlar. Yağmur ve kar sularının her yıl aşağıya kaydırdığı toprağı her defasında sırtında sepetlerle yukarıya taşıyan kadınlar. Hayat şartları gerçekten çok zordu. Araba yolunun olmadığı yıllarda otunu, odununu sırtlarında taşıyan kadınlar. Bu yollar 6 saate varan yollar. Dünyada cehennemi yaşayan kadınlar. Bu hayattan İfakat belgeseli çıktı. İfakat, tanıdığım bir kadındı. Vargit Zamanı belgeselimizde , Almanya’da çalışan muhafazakar ve dindar bir adamın yıllar önce uyuşturucudan ölen oğluna karşı duyduğu vicdan azabını, her sonbaharda yayladan köye göçün habercisi olan vargit çiçeği üzerrinden anlattık. Fatma Kayacı’nın Bilinmeyen Hikayesi belgeselimizde de yıllarca dağ başında yaz kış tek başına yaşayan bir kadının yaşamına kameramızı çevirdik. İnsanın içini titreten hikayeler.
Belgesellerimizde ağırlıkı olarak yaşlı, yalnız ve yoksul kadınların hikayelerini çalıştık. Hayatın içinden hikayeler bunlar. Diğer yandan hayat devam ediyor. Belgesellerde çok fazla çalışılmayan zor bir alanı deneyelim dedik. Sıra Dışı İnsanlar belgeselinde, Karadeniz insanının sıra dışı işler yaparken pratik zekasını da ele aldık. Çok beğeni topladı. Çok sayıda ülkede gösterildi. Susy AB Sürdürülebilirlik ödülünü aldı ve BBC belgeselin ana kahramanı Metin Akıncı ile röportaj yaptı.
Mübadillerin yaşadığı zorlukları ve mücadeleyi anlatan Paramparça adlı ödüllü bir belgesel de çektiniz. Belgesellerin toplumsal belleği canlandırma, yenileme hatta yeniden inşa etme işlevleri olabiliyor. Siz ekip olarak hangisini daha çok önemsiyorsunuz?
N.T.T: Toplumsal belleği canlandırma sanırım en doğrusu. Bir başka deyişle kollektif hafıza, geçmişe ait bilginin ortak olmasına vurgu yapar ve dolayısıyla gruplar tarafından paylaşılır ve aktarılabilir olması önemli.. Türkiye ile Yunanistan arasında 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak imzalanan bir protokol çerçevesinde, her iki ülke, kendi vatandaşlarını din temelli olarak zorunlu olarak yer değiştirilmeye tabi tutmuştur. Bu süreçte, göç ettirilen kişilere “mübadil” denir. Bu zorunlu göç sonucunda, yaklaşık 1.200.000 Ortodoks Rum, Anadolu’dan Yunanistan’a; 500.000 kadar Müslüman ise Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştır. Ben de 3.kuşak Selanik mübadiliyim. İnsanlar bir gecede evlerini,sokaklarını,komşularını,evcil hayvanlarını,mezarlarını,tarlalarını her şeylerini bırakıp,köklerinden koparılıp, Türkiye’de ve Yunanistan’da farklı yerlere yerleştirildiler. Benim dedem de 13 yaşında anneanne ve teyzesi ile İzmir Karaburun’a yerleştirilmiş. Anne ve babasını Balkan Harbi sırasında kaybetmiş. Sıfırdan ve sil baştan bir hayat ve önyargılar. Kolay değilmiş. Dedem vefat ettiğinde ben 12-13 yaşlarındaydım. O çok özlediği Selanik’i bir daha göremedi. Yasaktı. Bendeki köklerim ile ilgili ilk bilinçlenme bir Selanik muhaciri olan anneannemin vefatından sonra 2011 yılında Lozan Mübadilleri Vakfı’nın Selanik gezisi ile başladı. Annem ile katıldık ve bizlere birçok mübadil köylerini bir rehber eşliğinde gezdirdiler. O köylerde Türkiye’den göç etmiş mübadillerin torunları ile kucaklaştık. Bahçelerinden kirazlar yedik. Yollarda otobüslerde Rumeli Türkülerini dinledik. Annem ağladı ve ben de ağladım. Selanik köylerinde bile mübadele müzeleri açmışlar. Sandıklarını, oradan getirebildikleri eşyaları sergiliyorlardı. Küçücük köy evlerinde kurdukları müzelerde. 2015 yılında ben mübadele ile ilgili bir kısa film çekeceğim dedim ve dedemin hayatından esinlenerek İstanbul ve İzmir Karaburun’da İKİ YAKA YARIM AŞK isimli kısa filmimi çektim. Başrollerinde duayen oyuncu Selda Alkor ile rahmetli Sezai Aydın vardı. Orhan Tekeoğlu de bana sahada yardım etti. Benim yönetmenlik yaptığım ilk kısa filmdi. 2017 yılında kısa filmim Türkiye ve yurt dışında birçok ülkede festivallerde gösterildi. Mübadele dernekleri ve vakıfları kanalıyla Türkiye’nin dört bir yanında gösterildi. Kısa filmimin Bodrum’da Bodrum Giritlileri Derneği Başkanı Zehra Denizaslanı tarafından davet edilmesi ve gösterim sonrası kendisinin Orhan ile hayat hikayesini dinlememiz ve PARAMPARÇA isimli belgeseli çekmeye karar vermemiz.hepsi bir şerit gibi gözümün önünden geçiyor.Zehra Denizaslanı 3.kuşak Girit mübadeli ve çok zorluklar yaşamış bir aileye mensup. Kendisinin ve tavsiye ettiği tanıkların ağzından mübadele kültürünü ve hayat hikayesini çektik. Orhan Tekeoğlu ile sahada birlikte çalıştığım ilk belgeseldi. Çok keyifli idi. Girit’te en önemli festivallere seçildi ve 19. Uluslararası Kıbrıs Film Festivali’nde en iyi belgesel ödülü aldı.Mübadele kültürünü gelecek nesillere aktarmak çok önemli.
Siyasi tarihimizden bir dönem belgeseli çekmek isteseniz bu hangi dönem olurdu?
O.T: 12 Eylül
Belgeselcilikte uzmanlık ne anlama geliyor? Başka bir deyişle başarılı doğa belgeselleri çeken biri aynı derecede iyi siyasi belgesel de çekebilir mi?
O.T: Dünya ve Türkiye belgesel tarihinde bunu başarabilmiş çok az belgeselci var. Doğa belgesellerinde çok başarılı olanlar siyasi belgeselde başarılı olabilir mi . Bilmiyorum. 12 Eylül’ü çeksem ne kadar başarılı olabilirim, bilmiyorum. Bu biraz da, kendini en iyi ifade edebileceğin konuya bağlı.
Tüm projelerinizi eşiniz Nurdan Tümbek ile birlikte yürütüyorsunuz. Siz gazeteci kökenlisiniz, eşiniz ise iş dünyasından gelmekte. Zaman içinde farklı mesleki deneyimlerinizin sizi birleştirdiği ya da ayrıştırdığı noktalar oldu mu?
O.T: İki farklı bakış açısına sahibiz. Aslında bu bize bir anlamda zenginlik katıyor. Sonuçta en doğru yolda birleşiyor ve o yolda yürüyoruz.
Yapıtlarınız sayısız festivale davet edildi ve hem yurt içinde hem de yurtdışında ödüller aldı. Deneyimli bir belgeselci olarak bu alanda ürün vermek isteyen gençlere ne söylemek istersiniz? Başarılı bir belgeselin şifreleri nelerdir?
O.T: Bunun matematiksel bir tarifi yoktur. Ama sanırım her şey merakla başlar. Lokal bir hikayeden evrensel bir mesaj çıkartmak gerekir diye düşünüyorum. Dünyanın herhangi bir belgesel film festivalinde giderseniz belgesel yapımcılarının ve yönetmenlerinin çoğunun alçak gönüllü ve içten davrandığını hissedersiniz. Belgesellerinde derinliği olan konuları anlattıkları halde alçakgönüllü ve doğal kalmayı başarabiliyorlar. Belgeselleriyle sizi büyülü yolculuklara çıkararak gizli kalmış beklenmedik dünyalara götürürler. Sanırım işin sırrı burada yatıyor.
N.T.T: Eğer belgeseli çekmeyi hayal ettiyseniz gidin çekin. Hayal etmek işin yarısı. Ayrıca kitlesel fonlama gibi finansal araçlar size hayallerinizi gerçekleştirmeyi sağlıyor. Bir tür imece. Çevreniz sizi destekliyor. İFAKAT belgeselimiz Zadar’da bir festivale seçilmişti ve üzenlenen bir tekne turunda diğer yapımcı ve yönetmenlerle bir araya gelmiştik. Yaşlı bir adam köşede oturuyordu. Kim diye sorduğumda Schindler’s List yapımcılarından olduğu söylendi. Hemen yanına gittim. İfakat’ın yeni bir yapımcı olarak zorlu yapım süreçlerinden geçmiştim. Kendisine film üretmenin zor olduğunu söylediğimde bana şöyle dedi: “Film üretmek değil, hayal etmek zordur. ” dedi. Ben de gençlere bunu tekrarlıyorum sık sık. Aklınıza geleni hemen yapın diyorum.
Bir belgesel çekildikten sonra bu belgeselin konusuna uygun festivallere göndermeniz gerekmektedir. Dağ kültürü belgeseli ise dağ belgeselleri festivallerine, çevre ve sürdürülebilirlik ile ilgili belgeseller ise çevre belgesel film festivallerine, kadın konusu işlenmiş ise kadın film festivallerine, insan hakları ile ilgili ise insan hakları festivallerine göndereceksiniz. Bu tematik festivallerde dikkat çekmeniz çok daha kolay. Bizim yönetmenlerimiz başarılı olmayı sadece Berlin,Cannes ve Venedik festivallerine seçilmekten ibaret zannediyor. Bu yanlıştır. Belgesellerinizi konusuna göre tematik festivallere göndermelisiniz. Ben açıkcası yapımcı olarak bu stratejiyi izliyorum ve 15 yıldır davet edildiğimiz festivallere giderek kendi ağımı genişletiyorum. Şimdilerde festivallerden jüri üyeliği davetleri alıyorum ve keyifle filmleri seyrederek değerlendiriyorum.