Birazdan penceresiz bir ring otobüsüyle getirecekler seni. Belki de günler sonra göreceksin gökyüzünü ve saçlarının arasına girmekte zorlanacak rüzgâr. Belalı başında gezinirken yorulacak. Lepiska saçlım, cehennemi infilak ettirecek öfkenle bakacak mısın senden kaçıracağım gözlerime? Ya ben bakabilecek miyim, işkencenin acısı çökmüş uçuk pembe dudaklarındaki kentler yıkıp ordular dağıtan gülümsemene?
Bu sabah da her sabahki gibi gazete aldım. Senden bir haber veya fotoğraf bulur muyum diye. Ellerim titreyerek çevirdi sayfaları. Mahkemen vardı bugün. Bir umudun şarkısı kulaklarımda patladı: La Cumparsita!
Ne zaman seni düşünsem, yüreğimde infazını bekleyip dolaşan notalara çık git, diyorum; Çık, git! Ezgiyi, sözlerini, sıcaklığını kovmak ve özgür bırakıp unutmak istiyorum gittikçe karabasana dönüşen düşlerimdeki seni. Söz geçiremiyorum içimdeki zindanın muhafızlarına, açamıyorum unutuşun kapılarını. Biliyor musun, evlendim de ben. Korkak bir ihanet planladım sen içerideyken. Ne büyük yalanmış sol yanımdaki gergefe işli adın. Gözlerimdeki her damla sen olup kanadı ama La Cumparsita benim için asla çalmadı.
Birazdan geleceksin penceresiz bir ring otobüsüyle. Son kez kaybetmeden görebilecek miyim seni, muhafızların hoyrat çekiştirmeleri arasında? Mezarlıkta nasıl kaybolmuştun, anımsıyor musun?
Bir yoldaşımızın cenazesindeydik. Bize ölüm yok, diyen türkümüzle girdik mezarlığa. Bize ölüm yok! (mu?) Bize ölüm yok! Cumartesi Anneleri de bizimleydi, mağrur ve öfkeli bakışlarıyla! Otuz kişi kadar vardık. İkimiz en öndeydik. Mezar taşlarının arasında yasal silahlar gizlenmiş, namluları bizi gözlemekteydi. Sonrası trajik vaveylaydı: ayaklarımızın dibinde patlayan gaz kapsülleri ve toprağa ceset olup gömülen dokuz milimetre mermilerdi. Mezarların arasına attık kendimizi, silah sesleri yoldaş ölülerimizin isyan türküsüne çarpıyordu.
Bir mezarın gözyaşıyla yıkanmış toprağına sarılıp kapandım. Arkamdan geliyorsun sandım. Yoktun! Ne zaman koptuk birbirimizden? Tekmil sıkıntımla faili meçhul bir sonu bekledim. Barut kokularına karşı dik duran o müthiş cesaret, her birimizi farklı bir mezarın hikâyesine gömmüştü sanki. Ayrı ayrı nefesimiz kesilse de hep bir candık toprakta.
Ölümün soğukluğu sardı terimden ıslanan soluk soluğa bedenimi. Pıtraklar yapışmıştı saçlarıma. Kuruyan otların ve dikenlerin farkında değildim. Boylu boyunca uzandığım mezarın üstünden sıyrılıp yuvarlandım yan tarafıma. İşte o an birinin düştüğünü hissettim üstüme. Yerdeki ılık kanın kokusunu duydum önce. Tamam, dedim, vuruldum! Bir acıyı hissetmeyi inatla bekledim, hatta bir süre, saniyenin binde biri kadar bir süre geciken acıyı özledim. O an sen geçtin gözlerimden. Güneş tam tepede, dağınık ve parlak bir cehennem sarısıydı! Saçlarının pıtraklı karası, gölgelendiriyordu bu cehennemi. Bir yanın dağ, diğer yanın nehirdi. Bocaladın kısa bir an. Dağ mıydın nehir mi? Dağın zirvesinden silah sesleri geliyordu. Sen bilmiyordun bu aldatan taciz atışlarını. Nehre yönelip, koştun.
Orası uçurum. Düşeceksin, diye, bağırıyorum. Çalılıkların ve kayalıkların arasından kanatlanıp iniyorsun nehre. Nehir sessizce akıyor. Silah sesleri boğuyor nehrin şarkısını. Hangi yöne gideceğini kestiremeyen çaresiz ve ürkek bir maralsın. Sular aşağı akıyor, sen yukarı koşuyorsun. İleri de berbat ve kalleş bir pusu beklemekte. Bağırıyorum! Duymuyorsun.
Uzağındasın artık mezarlığın. Silah sesleriyse hâlâ kulaklarında. Soluklanamıyorsun. Çünkü bir nefes bir ölüm demektir. Yüreğini tutup iki büklüm çömeliyorsun terk edilmiş metruk bir evin karaltısına. Yüzün saçlarının arasında saklı. Kot pantolonunu görebiliyorum salt. O kadar ufak tefek ve teksin ki, sanki pantolonun içinde kırık bir saç telisin.
Bir polis geliyor yanına. Omuzlayıp almak istiyor seni oradan. Yüzünü görüyorum o zaman. Memelerin inip kalkıyor. Gülümsüyorsun kara kara aydınlık bir umutla. İyiyim, sen git, bir şey olmaz diyorsun. Sürüklenip yürüyorsun sonra. Saçlarındaki pıtrakları temizlemek tek sorununmuş gibi kelepçeli ellerini polisin pençelerinden kurtarıp, başına götürmeye çalışıyorsun.
Bense bir mezarın üstündeyim hâlâ. Kurşun yarasının vereceği bir acıyı beklemekteyim. Nasıl olduysa annem mezarından çıkıp gelmiş o ara. Ağlıyor. Söyleniyor bir de: Sen neyin kavgasındasın, ekmek peşinde olsan, evlensen, iki de torun… Yazık günah değil mi? Annem bir masal kahramanına dönüşerek kayboluyor birdenbire. Sürünmeye başlıyorum yine. Pıtraklar, kurumuş otlar, çalılar ve isimsiz yoldaşların ölülerinin üzerinden.
İşte geldin. Ellerinde telsizleriyle oradan oraya koşuyor siviller. Otobüsün çevresini sardılar; mavi üniformalarıyla, coplarıyla, kasklarıyla, postallarıyla! Ring aracından iniyorsun. Bir tutam mağrur saçın görünüp kayboluyor muhafızların arasından. Patlayan flaşlar, mikrofon kordonları arasında görünenin ötesine bakıyorsun. Sevgilim, çok hırpaladılar mı seni? Hangi okyanusun derinlerine çekildi gözlerindeki umut? Açlık grevinde misin? Zayıflamışsın, kaşık kadar kalmış yüzün. Ama hâlâ dimdik yürüyebiliyorsun ya! Hüzünlü ve kelepçeli bir La Cumparsita yine kulaklarımda.
Neden böyle oldu? Neden ikimiz için çalmadı La Cumparsita? Neden mutluluğumuzu alkışlamadı dostlarımız? Dünyayı güzele dönüştürme kavgası, sömürüsüz bir toplum, paylaşım, herkesin emeğine göre, herkesin ihtiyacına göre… Hepsi, hepsi gençlik heyecanı değil miydi? Dünya değişti artık! Emek değişti! Paylaşmak yok, pay kapmak var! Yarışacaksın. Geride kalmayacaksın. Ah sevgilim. Küçük bir evimiz olacaktı, bir odası saçlarının, salonu gözlerinin renginde, senin kokunda. Bahçede tek bir ceviz ağacı olacaktı. İkimizin el ele verip kucaklayabileceği bir kalınlıkta. Dal dal, yeşil yeşil, yaprak yaprak maviye uzanan. Nasıl anlatsam? Özgürlük gibi. O zamanlar düş gelmişti sana. Öyle bile olsa güzel değil miydi? Dedim ya: Yarış bu, yarış! Dönüp bakmayacaksın arkana. Ah sevgilim, uzak durabilseydin şu kavgadan. Hep bir adım öndeydin benden. Ben durdukça sen koştun! Bir dokunuşun, bir öpüşün yeterdi gökten düşen üç kırmızı elmayı paylaşmamıza.
Polis kalabalığını aştım şimdi. İki kere üstüm arandı. Ağır Cezanın kapısındayım, Kapıda dikilen iki silahlı askerle birkaç görevliyi de geçtiğimde açılıverecek bu kapı ve seni görebileceğim. Fena vuruyor yüreğim. Üçüncü kez arandı üzerim. Görevlilerin buraya neden geldiğimi merak eden bakışlarından uzaklaşacağım şimdi. Kimlik, diyor, görevlilerden biri. Çıkarıp gösteriyorum. Alıyor, çıkışta alırsın, diyor, terslenerek, kuşkulu. Fişlenme korkusu duyuyorum sinsi ve kuduz bir ısırık gibi. Kapı açıldı. Yapacak bir şey yok artık. İçerisi sıcak. Pişmanlık ve utanç terleri döküyorum. Arada bir gazetecilerin flaşları patlıyor. Seyircilerin arasından mahkeme heyetinin oturduğu kürsüye doğru yaklaşıp oturuyorum. Sen, mahkeme heyetinin karşısında küskün bir çocuk! Kokunu duyuyorum.
Solgunsun. Burnun biraz daha sivrilmiş sanki. Gözlerini görmek istiyorum, kendimi sana göstermeden gözlerini görmek istiyorum! Ya sen görürsen gözlerimi, diye, bir mıh çakılıyor korkak düşüncelerime. Korkuyorum. Senin adın bir korku! Görürsen beni daha çok ezeceksin belki. Belki de benimle birlikte neden kavgayı bırakmadığını düşüneceksin ve pişmanlık duyacaksın! Bilemezsin. Bir o kadar da kin doluyum sana! Her şeyin sorumlusu sensin aslında. Düşlerim öksüz kaldı. Sessizce söyleyebilir misin şimdi, La Cumparsita’yı?
Kavga da bitti, sen de bittin. Tıpkı benim gibi. Hadi mırıldan La Cumparsita’yı. En son nerede dinlemiştik bu şarkıyı? Bir karakolda. İkimizde gözaltındayken, yan hücrede düğünlerinde kavga çıkan damat ve gelin bağıra bağıra söyleyip, dans ediyorlardı. Bizse açlık grevine yatma arifesindeydik.
Mahkeme salonu sıcak! Terliyorum. Saçlarım yapış yapış. Sen ayağa kalktın sorgucu adını tükürünce ve tek bir sorunun yanıtı olarak La Cumparsita’yı söylemeye başladın. Önce titrek kısık sesinle, sonra bir tokat gibi haykırarak! O sıska bedeninden mi çıkıyordu bu ses? Saçların dalgalanıyor mu ne? Yargılanan değil, bir düğünün yargılayan gelinisin! Şarkın devam ettikçe güzelleşiyorsun. Sol yumruğun havaya kalkıyor sonra!
Sus! Sus ne olur. Sen şarkıyı söyledikçe küçülüyor dünyam. Biliyorum, ikimiz için değil bu La Cumparsita!
Şimdi anlıyorum: Asla damadı olamayacağım bir halkın gelinisin sen!