“Maraş Maraş Derler De Bu Nasıl Maraş?..”
6 Şubat

“Maraş Maraş Derler De Bu Nasıl Maraş?..”

D. Mehmet Binboğa

On yıl var ki Maraş’a gitmemiştim. Memleketim olan Afşin, her ne kadar Maraş’a bağlı bir ilçe olsa da gerek yolun meşakkatli ve bozuk olması gerek Ankara yoluna sapa düşmesi gerekse buradan il merkezine üç, üç buçuk saatte ulaşılmasından dolayı ahali Maraş’a pek gitmez; hastalarına deva bulmak ve ticari işlerini görmek için daha çok Kayseri’ye giderdi. Kayseri’nin imkânları Maraş’a göre daha iyiydi tabii. Fakat resmi işlemler için kırk yılda bir de olsa Maraş’a yolumuz düşerdi.

 

Maraş, çocukluk-gençlik hafızamda yemyeşil bir dağın eteklerinde mazbut bir Osmanlı şehri olarak kalmıştı. (Hoş hâlâ da öyle ya…) Henüz Kuvayımilliye kurulmamışken halkın işgalcileri kovalayarak Antep’e düşürdüğü, lezzeti dillere destan yemekleri, özellikle de sabahın sırlı seherinde caddeler otomobil sesleriyle kirlenmeden kuşların cıvıltılı saltanatını sürdüğü vakitlerde, salaş bir çorbacıda pişen, tadına doyulmaz bol sarmısaklı, pul biberli ayak ve kelle paçalarını, cartlak kebaplarını, Roma dondurmasına bile pabuç bırakmayan, şehrin hemen üst başındaki dağlarda beslenen gürbüz keçilerin kenger sakızını andıran yağlı sütlerinden ve civelek yeşilinde bir muştu gibi açıp yaldır yaldır yanan sarı safran çiçekleri, yabani orkideler katılarak bin bir emekle dövüle dövüle artık yumuşamaya yemin etmiş gibi âdeta taşlaşıp yenmek için ancak bıçakla kesilen canım dondurmalarının tadını nasıl unuturum? Hele de ülkede bir numara olan ceviz oymacılığı, usta işi bakırcılığı, el kalınlığındaki altın bilezikleri ve onlara incelmiş zevkleriyle ruh veren mahir kuyumcularıyla memlekette semer ve yemeni ayakkabı yapan son üç beş ustanın kaldığı ah o kadim şehir…

 

Yıllar sonra babamın rahatsızlığından dolayı yeniden Maraş yollarındaydım. Akşamın sekizinde bindiğim otobüsle Eskişehir, Ankara, Kırıkkale, Kırşehir, Kayseri, Pınarbaşı’nı geçip   nihayet Göksun’a geldim. Göksun’dan sonra bir kıyamet yeşillik başlıyor dağlara doğru. Sağ yanıma bakamıyorum, zira tam Göksun Ovası’ndan Tahtalı dağlarına doğru bir imansız uçurum var ki nasıl olduğunu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim. Rahat bir, iki bin metre var uçurumun derinliği. Allah’tan, kazasız belasız tırmanıyoruz yokuşu. Sabahla birlikte dağ başları bulut bulut, kuşlar şakıyor olmalı şimdi bu kayalarda. Tanrı, yeşilin her tonuyla bir renk cümbüşü hâlinde cennetten bir anlık görüntü sunuyor olmalı. Ağaçlar bazen sıklaşıp bazen seyrekleşse de başka hiçbir yerde görmeyeceğiniz tablo gibi bir coğrafyada gözlerim dalıyor; ta ilk gençliğime, arkadaşlarla Maraş pavyonlarına para yemeye gittiğimiz deli dolu günlere gidiyorum. Ah Tanrım, ne olur bir de babam ölmese ve birazdan hastaneden çıkarsak onu,  ve o gülerek bana:

 

“Az kalsın öbür tarafa gidiyorduk Memed’im, şükür ki yine kefeni yırttık, oğlum sen de artık cuma namazlarına olsun git yahu!” dese. Ben yine umursamasam, “Tamam babacığım, bakarız.” deyip geçiştirsem. Hayır bu defa söz geçiştirmeyeceğim, Tanrım lütfen öldürme onu…

 

“Dağlar dağlar ulu dağlar imanım Yalnız sizde kaldı en son gümanım…”

 

demiştim bir şiirimde. Aklıma geliverdi birden, dizeler istemsiz döküldü dudaklarımdan. Ah babam, dağlar yiğidi babam, eller iyisi, Koç Köroğlu babam… Bir eli Alman Mavzerli, bir eli bağlamalı babam… Maraş, Antep illerinde namı söylenen ozan, Mahzuni’ye bile atışmalarda kök söktüren pervasız adam… Mahzuni Şerif’in yoldaşı babam… Ustam babam… Ben onun ilk ve tek çırağıydım âşıklık geleneğinde. Daha on, on iki yaşındayken bana bağlama öğretmiş; hangi düğüne gitse beni de yanında götürür olmuştu. Gün gelmiş halay başında oyalı mendillerle halaylar çekmiş, gün gelmiş çıkarıp belinden Rus malı Takarof tabancasını, on dört el ateş etmişti bulutlara. Babamın tabanca sesini herkes tanırdı: İkili atardı o, “tak tak… tak tak.. tak tak… Bu atış Dirgen İsa atışıydı…

 

Şimdi dağlara doğru, ona doğru, doğduğu topraklara ölüme giden fillerin hüznüyle gidiyordum. Maraş cennetten bir köşeydi. Şehre doğru yaklaştıkça hayalimdeki Maraş’ın yerle bir olması için sol yanıma bakmam yetmişti. Dağların yamacında on beş, yirmi katlı apartmanlar mantar gibi türemiş; o güzelim yeşilliği berbat etmişti. Hemen hemen her şehrin batıya doğru genişlemesindeki sebebe aklım ermese de büyük kentlerin yaşadığı aynı makus kaderi Maraş’ın da yaşamış olmasına ciğerlerim yanmıştı. Bu hükümetler de iyi ki bir devasa apartman dikmeyi öğrenmişti. Güzelim şehrin ruhu yok olmuş.

 

Allah’tan, şehrin içine girince o kötümser duygular yerini umuda bıraktı. Eski Maraş yerinde duruyordu, bir de babamdan güzel haberler alırsam değmeyin keyfimeydi. Öyle de oldu: Geldiği güne oranla babam daha iyiymiş, duran kalbi tekrar çalıştırılmış, makineye bağlanmış rahat nefes alması için, şimdi de uyutulup dinlenmesi, güç depolanması sağlanıyormuş. Şimdilik başkaca yapılacak bir şey yokmuş. Uzun uzun ağlayıp yorulduktan sonra, tekrar vurdum kendimi şehre. Ancak bir şehir dinlerdi adamı, uslandırırdı. Osmanlı sokaklarından geçtim Maraş’ın, temiz ve düzenli caddelerinde buram buram dondurma kokuyordu hava. Kapalı çarşıda birkaç yüzyıl ötesine gitmiş, Ulu Cami’de iliklerime kadar imanla doldum. Kaleye, malum Fransız bayrağının indirilip yerine gelincik güzeli al bayrağımızın çekildiği mukaddes burçlara tırmandım. Kaleye sığınmış Arap çocuklarıyla İngilizce konuşmanın ironisini yaşadım. Şimdi buradan neredeyse tüm Maraş, ta Gâvur dağlarına kadar görünüyor; bir yeşil cennetin ortasında kalbim kanayan bir gül gibi ağlıyordu. Can babam gözümün önünde ölüyordu. Dilimde bir uzun hava hem ağlayıp hem söylüyordum.

 

“Maraş Maraş derler de uy amman amman

Bu nasıl Maraş bu nasıl Maraş

Kızıl kan içinde can veren gardaş

Gardaş kalk gidelim, yoldaş kalk gidelim oy oy

 

Bizim eller çamurludur geçilmez

Yollar çamur kurusun da gidelim

Lale sümbül bürüsün de gidelim oy oy…”

***

 

Babamı kaybettikten on yıl sonra, bu defa da o korkunç depremin vurduğu topraklarıma yedi sekiz kuzeni toprağa vermek üzere geldim. Ah Maraş!.. Seni böyle parça parça olmuş bir hâlde görmek de mi vardı kaderde! Kuzenlere mi yanayım, yüzbinlere mi? Ortalık savaş alanı…Binboğa yaylalarına doru kısraklarla yarışlar yaparak gittiğimiz can amca oğlu, İskenderun Demir Çelik Tesislerinde Baş Mühendis olarak çalışan Kâmil Ağabey’im, eşi, otuz yaşındaki kızı ve damadı ne yazık ki altı aylık bebekleri melek olmuşlardı. Kader mi dersiniz şans mı bilmem, o gece Kâmil Ağabey’in oğlu Gaziantep Hastanesi Başhekimi Doktor Burak Binboğa evden ayrılıp İngiltere’ye uçmuş, eşi de Gaziantep’e dönmüş, onlar kurtulmuşlar.

 

Günlerce enkazı tırnaklarıyla kazımış akrabalar, yardım gelmemiş. Üç gün sonra cesetler tanınmayacak halde çıkınca Kamil Ağabey’i düztaban ayağından bilmiş oğlu.

 

Pürtelaş cenazeler gömüldü, sanki tüm bölge “Kabristan” adında bir ülkeye dönüşmüş, ağlamaktan göz pınarları kuruyanlar, bırakınız devleti, Tanrı’dan bile umudu kesen yüzbinler acılarını kalplerine gömüp ekmek derdine düşmüşlerdi. Duramadım o yerlerde, sürdüm arabayı Eskişehir’e, açık unuttuğum radyoda yine o ağıt çalınıyordu:

“Maraş Maraş derler de bu nasıl Maraş Kızıl kan içinde can veren gardaş…”