Meddahın Kaleminden Kara Mizah: Papağan-ı Şerif Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı
Kitap İncelemeleri

Meddahın Kaleminden Kara Mizah: Papağan-ı Şerif Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı

Beyhan Keçeli

Bir meddahın ruhu Hüseyin Safa Ak’ın kalemine musallat olmuş.

 

“Papağan-ı Şerif Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı”na dair düşüncelerimi kaleme almak üzere giriştiğim bu yazıya öncelikle “modern meddah” diye nitelendirdiğim yazarı mercek altına alarak başlamam gerekiyor. Şahsen tanımadığım yazarın öykülerinden esinle falına bakmak gibi bir işe kalkışıyorum belki. Kitabın bende bıraktığı izleri teknik ifadelerle bir çırpıda anlatıp kenara çekilmek varken neden böyle bir girizgâh yaptığım malumunuzdur. Bazı kitaplar böyledir, yazarını merak ettirir. Anlatılanların ardındaki ruhu, tahayyülün membaını, özgün düşünüş biçiminin ve anlatımın gücünü nereden aldığını merak ederiz.

 

Yazar otantik bir insan. Farklı bir algı ve düşünme biçimine sahip. Eski edebiyata hâkim olduğu kadar çağdaş edebiyatın ve postmodern anlatının imkânlarını reddetmiyor. Mürekkebinde buram buram nostaljik-dijital, eski-yeni ahbaplığı kokuyor. Toplumun pek çok kesimini ama daha çok orta ve alt tabakayı iyi tanıyan yazar, dikkatli bir gözlemci. Genelgeçer kabullerin dışına çıkmayı başarmış, marjinal bir bakış açısı geliştirmiş. Bu algı-anlatım biçimine özgünlüğü dışlayan ve monoton bir ev-okul ortamıyla erişebilmek mümkün görünmüyor. Yazar, doğuştan bir ironi-isyan mayasıyla dünyaya merhaba demiş zannımca. Hayata amuda kalkarak bakmanın, olay-olgu-duyguları tersinden okuyabilmenin, mizahi bir algılama ve yorumlama biçimine sahip olmanın; biraz öyle doğmakla, biraz maruz kaldığımız bilge insanların rehberliğiyle, biraz sokakla ve yaşamakla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Hüseyin Safa Ak bu anlamda dikkate değer bir kalem. Bir taziye evinde göz göze gelmemeniz gereken bir muzip olarak karşımıza çıkan; hasta ziyaretinde, kahvehanede, okulda, düğünde, sokakta hayatın neşeli-kederli zamanlarında var olan duygunun aksini görebilen bir gözlük takmış. İroni-mizah gözlüğüyle bakıyor etrafına.

 

Ak’ı ilk öykü kitabı “Ölülerin Uğrak Mahallesi”nde absürt güldürü ile tanımıştık. Okurunu güldürme amacı güttüğü aşikârdı. Seçtiği konuları mizahi bir dille işliyor, absürtün sınırlarını zorluyor, yer yer kahkaha attırıyordu. Mahalle öyküleri diyebileceğimiz bir bütünlük içinde yer yer gerçeküstü unsurlara bulanmış keyifli metinlerdi.  İkinci öykü kitabı “Papağan-ı Şerif Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı”nda ise daha çok kara mizah diyebileceğimiz bir yerden göz kırpıyor okuruna. Aslında kaldığı yerden devam ediyor ama daha ustaca.

 

Kitabın “İçindekiler” bölümüne ek “Dışındakiler” bölümüyle karşılaştığımızda farklı bir evrene giriş yaptığımıza dair ilk işareti alıyoruz. Yazar, Edgar Alan Poe’dan yaptığı alıntıyla içeride olup bitenlerin ne denli trajikomik olduğunu hissettiriyor. Acıdan geçmeyen ruhun mizaha erişemeyeceğini; mizahın bir üst mertebe, bir çeşit baş etme yolu olduğunu düşünenlerimiz çoktur. Trajik olan güldürmüyorsa öldürür. İnsana ızdırap veren olayların bazen mizahi bir yanı vardır.

 

Öykülerin kurgusu oldukça farklı. Vatsap üzerinden yapılan mesajlaşmalar ile bu mesajlara kopyalanıp yapıştırılan ve muhatabına atılan öykülerden oluşuyor. Öykü içinde öykülerle karşılaştığımız yetmiyor, üst kurmacanın üstüne çıkıyoruz. Hatta yazarın yerine kayyım atanıyor; anlatıcı, yazar, öykü kahramanı ve ben anlatıcı bir kavgaya tutuşuyor, “Ben onun yazarı değilim.” diyen yazar, kahramanın sözünü kesiyor.

 

Yazar iyi bir hikâye anlatıcısı. Öyküleri okurken alttan alta meddah anlatıcı olduğunu düşündürdü ki üçüncü öykü olan “Babaanne İşte Aşk Gemisi”nde meddahlığını ilan etti. Eski Türkçe ifadelerin, Osmanlıca terkiplerin sıkça kullanıldığı öykülerde toplumun pek çok kesimince unutulmuş bokluca bülbülü, yürek Selanik gibi deyimlerin kullanımı dikkat çekiyor. Bu kullanımları daha ilginç kılan ise aralara serpiştirilen “Eski kejıl tarzının, cool duruşunun, o fresh feza hâli…” gibi yeni nesil ifadeler. Eski sözcüklerle yenilerin bu denli birbirine yakınlaştırıldığı “Elinde yeni nesil fukara taamı olan noodleı vardı.” gibi cümleler okurda tezatlıktan mütevellit bir şaşkınlık ve ardından biteviye gülümseme etkisi yaratıyor. Benim anlatımım da eskiye doğru kaymaya başladığına göre eserin etkisi uzun süreceğe benziyor.

 

“Papağan-ı Şerif Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı”nda bir araya gelen öykülerde dil ve üslup kadar önemli diğer unsurlar ise karakter kadrosu ve ele alınan konular. Karakterler aslında konunun ortaya konulma biçimini de şekillendiriyor. İnsanın çağlar boyunca değişmeyen din, siyaset ve para karşısında küçülen, ezilen, eksilen, çürük taraflarına ince göndermeler barındıran öykülerde okurun tutumunda bir değişiklik beklenebilir. Şu ki: Din, siyaset ve parayı sömürene duyduğumuz ezelî öfke bu defa sömürülene yöneliyor. Ahmaklık ve aymazlık eden insanların gülünç hâllerine derin bir öfke kabarıyor içimizde.  Mensubu olduğu tarikat sayesinde bünyeye gereğinden fazla gıdayı takviye edip aşırı şişmanlamadan önce arkadaşlarına “Müslüman sopa gibi zayıf olmalı kardeşim. Hepimiz kâfirin sırtında kırılacak şeriat sopalarıyız.” diyen Ercan’ın riyakârlığını, “Edebiyat dünyasında ahbabın varsa kimi insanlarla girdiğin çıkar ilişikleri sayesinde kitabın elbette basılır.” diyen Veysel Mikail Büyükçekiç’in yayın dünyasına eleştirisini, “Şefçiğimize söyle onu Mehdi ilan ettik.” diyen hikmetli(!) kedi Pisiddin’in menfaat ve statü meraklısı insanın ipliğini pazara çıkarmakta maharetini öyle ince işliyor ki toplumsal-bireysel eleştiriye mizahi bir boyut kazandırıyor. Öfkeli gülümsüyoruz.

 

Dilinin kemiği olmayan yazar, bazı geleneksel uygulamalara ironik bir bakış açısı geliştiriyor. Sözleşmeli taziye memurlarını, ölü övücüleri, Anadolu irfanını kavurma pilava bağlayan zihniyeti hem haklı hem gülümseten bir yerden anlatıyor. Edebiyat dünyasına dair eleştirilerini öyle ustaca yapıyor ki misal “vesikalı yazar” ifadesiyle dünyanın sözünü iki sözcükle özetliyor. Öyküler kimi cümlelerde bir anlam şölenine dönüşüyor.

 

Yazarın mekân unsuruna odaklandığını söylemem pek mümkün değil. Daha çok kahvehane, taziye evi, tiny house gibi kapalı mekânlarda geziyoruz ama o yere dair bilgi sahibi olamıyoruz. Yazar bildiğimizi düşünüyor sanırım. Bu durum öyküye girmekte zorlanmamıza sebep olmadığındandır ki mekân tasvirlerinin eksikliğinde bir beis görmüyorum. Kimi öykülerde zaman unsurunda katmanlar oluşturmak için üst kurmacanın olanaklarından yararlanılmış. Yazarın kendi zamanı ile öykü zamanı arasındaki geçişler ustalıkla gerçekleştirilmiş. Mesajlaşmalar bölümü günümüzde geçmekte iken editör Nida Ayla Bereketliova’ya gönderilen öyküler ise yine yakın geçmişte gerçekleşiyor.

 

Gelelim Fehime’nin intikamına. Ayfer Tunç’un “Taş, Kâğıt, Makas” adlı kitabındaki “Fehime” öyküsünde kardeşiyle birlikte tacize uğrayan Fehime’miz bir anda karşımızda beliriyor. “Babaanne İşte Aşk Gemisi” öyküsünde yazar, Fehime’ye öyle içten sahip çıkıyor ki Fehimelerin mutlu sonunu yazıyor. Tam bu noktada edebiyat yeniden yaratmak ve baştan düzenlemek işleviyle imdadımıza yetişiyor, çiçekleniyoruz.

 

Fehime demişken Hüseyin Safa öykülerinde kadın karakterlerin azlığı dikkat çekici. Erkekli öyküler dersek hiç de mübalağalı bir tespit olmaz.  Elbette tüm unsurlar gibi karakter kadrosu ve anlatıcı da yazarın tercihi fakat acaba günün birinde meddah yazarımız, kadın anlatıcıyla öyküler yazar mı? Zira böyle bir kalemden her türlü sürprizi beklemek okurun hakkıdır.

 

Beyhan Keçeli 2025 Ankara