Mehmet Binboğa’nın “Bir Uzun Ağlamak” Romanı Üzerine Düşünceler
Edebiyat

Mehmet Binboğa’nın “Bir Uzun Ağlamak” Romanı Üzerine Düşünceler

Samle Çağla

Mehmet Binboğa’nın, 2025 Nisan ayında “Kanguru Yayınları”ndan çıkan “Bir Uzun Ağlamak”  adlı yeni romanı, bir onulmazlığı, gözü pek bir Anadolu kadınının hayatla mücadelesini anlatıyor.

 

Yazar, tıpkı klasik romanlarda olduğu gibi, öncelikle kahramanın yaşadığı doğal mekânı betimliyor; Doğu’daki çetin köy yaşamını tüm renkleriyle metne aktarıyor. Bunları yaparken de anlatma tekniğinden ziyade, gösterme tekniği kullanıyor. Dolayısıyla mekân, başarılı betimlemelerle okurun gözünde oldukça albenili ve detaylı canlandırılıyor.

 

Ör. Yılanlı Dağı’nın silme çam ormanıyla kaplı yamaçlarında rengârenk çiçekler boy verir; yüzlerce hayvan, sayısız kuş türü yaşar. Dağın güneyi geniş bir ovaya açılır; ova, ta Üçkilise köyüne kadar yemyeşil tarlalarla ipek bir seccade olup serilir. Köyün ortasından geçen değirmen döndürür bir su, hem Kayaköy’e hem de ilçeye kadar uzayıp giden ovaya hayat verir. Çayın iki yanı devasa söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevrilidir. Bahar gelip sular coşunca ara sıra boz bulanık seller basar ovayı. Selin getirdiği dağların bereketli toprakları, tarlaların üzerini bakır bir örtü olup kaplar. Sular çekilip güneş vurdukça da milli toprak şerha şerha yarılıp sigara tablası büyüklüğünde binlerce parçaya ayrılır. (S. 7)

 

Kitap üç ana bölüm ve bu bölümlere serpiştirilmiş yirmi altı alt bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, başkahraman Narin’in köy yaşamı anlatılıyor: Narin, köyün önde gelen ailelerinden Gökçelerin gelinidir. Genç yaşta, sevdiceği Gökçe Ali’yle evlenen Narin, eşi ve üç çocuğuyla gayet mutlu bir hayat sürmektedir. Gökçe Ali, bu soğuk ve zor coğrafyada değirmen işleterek hayatını kazanmaktadır. Narin’in bütün hayali, çocuklarının iyi okullarda okuması, büyük adam olmasıdır. Bunun için de ne yapıp edip köyden büyük şehre taşınmak istemektedir. Bir gün kaza sonucu kocası ölür, bu ölüm Narin’i dağıtır; aylarca kocasının acısıyla yanıp tutuştuktan sonra, artık onları buraya bağlayan bir şeyin kalmadığını düşünüp büyük şehre taşınmaya karar verir.

 

İkinci Bölüm: Adana’ya giderken yolda heyelan olur ve tren iki gün yolda kalır. Bu yolculuk sırasında trende yaşananlar anlatılır.

 

Yazar, hemen hemen her bölüm başına konuya uygun beyit şeklinde şiirler koymuş. Bazen de bu şiirleri düzyazıya çevirmiş, bunlardan bazıları aşağıda işlenecek metne izlek görevinde, deneme tadında dolu dolu yazılardır. Binboğa, bu metinleri A.H. Tanpınar’ın, Huzur romanında yaptığı gibi bölüm başlarına girizgâh niyetiyle koymuş olmalı. Romanın tekdüzeliğini kırmak amacıyla, üçüncü kişi ağzıyla düzenlenmiş olan bu metinler, asıl hikâyeyle karışmaması için de italik yazılmış.

 

Üçüncü Bölüm: Adana’ya geliş, Narin ve çocuklarının Adana’da yaşadıkları zorluklar vs.

 

Yazar, görece bu küçük kitapta (185 sayfadır), onlarca olayı ve kahramanı bir orkestra ahengiyle birleştirmiş. Nereden baksanız, on kadar kahraman var romanda ve bunların hiçbiri de silik kahraman değil. Örneğin, Muhtar’la Battal Ağa âdeta oturup parodisi yazılabilecek oldukça renkli kişilerdir. Özellikle Çörçil Muhtar, tek başına bir fenomendir. Narin’in kayınpederi Gökçe Hasan ve karısı, belki karakter olarak birbirine benziyorlar ama bunlar bir bakıma kötü polisi işaret ediyor ve metin için gerekli. Hatta ortanca oğulları Veysel de kötü kahramanlardan biri. Bunlar kötülüğü temsil ederken, en büyük kardeş Gökçe Ali’yle en küçük kardeş Öğretmen Hüseyin; iyiliği, geleceği ve umudu işaret ediyor.

 

Binboğa, köyün panoramasını çizerken ve kahramanın ailesi Gökçeleri anlatırken aynı zamanda köyün toplumsal yaşayışı hakkında da detaylı bilgiler veriyor; Alevi toplumunun hümanist yaşamı, iyimser davranışları, köy imecelerinde yardımseverlikleri, hatta köyde bir zamanlar yaşamış olan Ermenilere karşı adaletli komşuluk örnekleri vermelerinden söz ediyor uzun uzun. Dolayısıyla yazar bu betimlemelerle okura sadece o mekânı tanıtmayı değil, o köye karakter hüviyeti kazandırmayı da amaçlıyor.

 

Roman, âdeta sıkı bir sinema filmi gibi başlayıp yine uzun metrajlı bir film gibi bitiyor. Tabii bu arada olay sadece Doğulu bir kadının çocuklarını okutma mücadelesiyle de sınırlı kalmıyor. Kitabın fon olarak yaslandığı olgulardan biri, tüm zamanlarda Doğu’daki yaşamın zorluğu ise, ikincisi 12 Eylül zulmünün ta köylere kadar nüfuz etmesidir. Yazar, asıl hikâyeye koşut olarak ufak ufak bu konuları da işliyor. Hatta kimi gerçek olaylardan esinlenilerek 12 Eylül günlerinde valiliklerce Alevi köylerine uygulanan, “cami yaptırma baskısı” ironik bir dille anlatılıyor. Köylüler, “Devlet bize ortaokul ve lise açmaya söz verirse, ancak o zaman cami yaparız.” diyorlar. Nitekim Kaymakam’ın sözüne karşılık, ibadetini bilmedikleri ve doğal olarak da yapmadıkları Sünni inancının mabedi olan camiyi yapıyorlar. Tabii ki yazar bu örnekle Alevi toplumunun okumaya verdiği öneme dikkat çekmek istiyor.

 

Binboğa bu romanda başkahramanı Narin’in taşındığı Adana’nın cadde ve sokaklarından uzun uzun söz etse de genç kadının geldiği, yani doğup büyüdüğü topraklar hakkında kesin bilgiler vermiyor. Kayaköy, Sivas’la Erzincan arası hayali bir yermiş gibi anlatılıyor. Fakat ne o köyün bağlı olduğu ilçeden ne de ilden söz ediliyor.  Bir başka müphem mekân da son Alevi katliamının yaşandığı Maraş… 1978 “Maraş Olayları” sırasında yaşananlardan bahsedilirken, şehrin adı özellikle zikredilmiyor. Binboğa burada neyi murat etmiş açıkçası anlaşılmıyor ama bu gizlilikte onun Maraşlı olmasının etkisi var gibi. Zira, malum olayları içi yana yana anlatsa da yazar, doğup büyüdüğü memleketinin bu kötü olayla anılmasını istemiyor sanki.

 

Binboğa bu romanda çok fazla detaya dikkat etmiş. Örneğin, Narin’in kocası Gökçe Ali değirmencidir. Bir su değirmeni nasıl çalışır, buğdayı nasıl öğütür erinip üşenmeden -belli ki yazarın çocukluğunda gördüğü bir işletmedir değirmen- buğdaylar, hayvanların sırtından ya da römorktan nasıl alınır da değirmen taşının üzerindeki ters konik hazneye nasıl dökülür, oradan akan buğday hangi koşullarda daha ince ya da kalın öğütülür, bu ayar nasıl yapılır?.. gibi onlarca ince ayrıntıyı usulünce açıklayarak anlatıyor yazar. Burada okurun aklına, bunca detay roman için gerekli midir, sorusu gelebilir tabii. Esasen roman, yazarın kitaplardan ve özellikle yaşamından tecrübe ettiği detaylar bütünü bir kurmacadır. Bence hoş olmuş bu detaylar. En azından, bundan elli yıl önceki bir teknoloji hakkında yeni nesle bilgiler veriliyor. Nesneyi kullanma ya da bir başka deyişle kurmaca metinlerde “işlevsel nesne” hakkında önemli anekdotlardır bunlar. Hatta metnin ilerleyen sayfalarında Narin’in kocası Gökçe Ali, malum değirmenin “domuzluk” adı verilen, suyun çarka basınçla aktığı o boruya düştüğünden bahsedilir. Bunu da her okur bilemeyebilir; mutlaka o köylerde, o değirmeni gören, yukarıdan suyun birtakım fıçılar birbirine bağlanarak ya da büyük bir boruyla taşın altındaki çarka, o suyun şiddetle akışını gören bir okur ancak anlayabilir söz konusu düzeneği.

 

1.Binboğa’nın halk müziğiyle, halk kültürüyle çok fazla içli dışlı oluşu, romanlarına da yansıyor. Bundan önceki romanlarında da olduğu gibi, aslında bir şair olan Binboğa, nesir yazarken de kendisini tutamayıp metnin uygun yerlerine mutlaka bir şiir koyuyor ama bu bir köy romanıysa ve metne modern şiir koymak uygun düşmüyorsa, bu defa oraya bir türkü ya da deyiş yerleştiriyor. Hikâye, bir Alevi köyünde geçtiğine göre, doğal olarak Alevilerin ibadetlerinde kullandıkları türküler, deyişler bu romanda da sık sık karşımıza çıkıyor.

 

“Ey şahin bakışlım, bülbül avazlım

Bir eli kadehlim, bir eli sazlım

İşte ben gidiyom, kal ahu gözlüm

Ne sen beni unut, ne de ben seni” (S. 30)

 

***

 

“Kendine ne sanırsan

Ayruğa da onu san

Dört kitabın manası

Budur eğer var ise”

Y.Emre (S. 14)

 

 

Bu şiirler ve deyişler metinde uygun yerlerde kullanılıyor. Mesela bu dörtlüğü Gökçe Ali, değirmenin kapısına yazıyor. Ayrıca, çocuklara o günün modası türküleri söyletiyor yazar:

 

“Dam üstüne çul serer

Leyli de yâr, loylu da yâr

Bilmem bu kimi sever

A leylim nenni de kınalım nenni de…” (S. 10)

 

 

Yine, özellikle tren sahnelerinde yazar, bağrı yanık bir âşık yaratıyor ve o âşık’a özelikle Turan Engin türküleri söyletiyor ki o coğrafyanın çığlığı gibidir Turan Engin.

 

Yazarla yaptığımız görüşmeden edindiğimiz bilgilere göre, Aleviler, Binboğa’nın hiç de yabancısı olmadığı bir toplum kesimidir. O, doğup büyüdüğü K. Maraş / Afşin ve yakın köylerinde -ki bunların başında Ozan Mahzuni Şerif’in köyü Berçenek gelir- o toplumu tanımış bir kişidir. Erenlerin düğünlerine gitmiş, semahlar izlemiş, türküler dinlemiş, hatta bağlamasıyla onlarla beraber deyişler söylemiştir. Okullarda, o çocuklarla beraber okumuş yazar.

 

Romanda enteresan detaylar ve oldukça özgün tasvirler var.  Kitap genel olarak senaryo tekniğine yakın bir teknikle yazıldığı için, mekânın genel panoramasını kadraja almak ister gibi, romanın girişinde çok güzel bir betimleme yapmış yazar; ardından, köyün coğrafi betimlemesinden sonra âdeta kamerayla zoom yaparak metne heyecanlı bir sahneyle girmeyi düşünmüş olmalı. Zira, köyün çocuklarının bir yılkı atı yakalama sahnesi var ki film yapılsa müthiş kareler olur. Çocuklar yılkı atı yakalayıp yarışlar yaparlar. O atların kış gelince dağa gönderilmesi, daha doğrusu güz gelip köylülerin hayvanlarla işleri bitince onları özgür bırakmaları, kar çok yağıp da hayvanların dağlarda yiyecek bir şey bulamayınca tekrar köylere dönüşü, o dönüşteki hüzünlü teslimiyet çok güzel işlenmiş metinde. Natüralist bir roman gibi dağları etkili anlatmış Binboğa.  Belli ki özellikle Çukurova betimlemelerinde, Yaşar Kemal’den çok etkilenip neredeyse ona benzer betimlemeler yapmış. Yazar, bir köylü çocuğu olarak hayvanları da yakından tanıdığı için, onların davranışlarını, yaşayışlarını oldukça gerçekçi vermiş. Hatta orada bir incelik olarak, atı betimlerken Dadaloğlu’nun bir dörtlüğünden alıntı da yapıyor yazar:

 

“Çekiç başlı, kalkan döşlü, kalem kulaklı, seteneği geniş…”(S. 32)

 

Binboğa, Dadaloğlu’nun yaptığı benzetmeleri -olması gerektiği gibi- tırnak içinde gösteriyor. At betimlemelerinin dışında, bahar geldiğinde sığırtmaç çocukların hayvan otlatmaları, ovadaki bir hışım yeşillik ya da ince bir detay olarak Narin ve kocasının çocuklarıyla ilçeye giderken, sığırtmaç çocukların jiptekilere imrenip el sallamaları, onlar el sallarken yüz iki yüz metre yukarıdaki kartalların, aşağıdaki koyun sürüsünden en zayıf kuzuyu kapıp kaçmak için onların tepelerinde saatlerce ağır hareketlerle dönenip durmaları oldukça canlı anlatılmış.

 

Romanda, köyle ilgili kimi mevzularda âdeta küçük bir Türkiye resmi çizilmiş gibi. Yazar, muhtarın, ağanın kontrolündeki durumunu, hükümetlerin iş adamlarının kontrolünde olmasına teşmil ederek inceden bir metafor yapmış.

 

Romanda Alevilik, dinî ya da felsefi bir kavram olarak ortaya konulmaktan ziyade, folklorik bir hüviyet kazanmış gibi görünüyor. Yazarın Aleviliğe bakışını şöyle özetleyebiliriz: “Bu insanlar güzel insanlardır; Türk kültürünü, Türkçeyi en iyi yansıtan, yaşatan insanlar Türkmenlerdir. Her şeye rağmen devletine bağlıdır onlar, her şeye rağmen barışçıldırlar.”

 

Bu romanda anlatılanlar, kurgudan ziyade gerçek bir hayat hikâyesinden alınmış olduğu hissi uyandırıyor bizde. Çünkü romanda öyle bilgiler var ki kurgu olamayacak kadar gerçek. Kaldı ki M. Binboğa -sanılanın aksine- toplumcu-gerçekçi bir yazar değil bizce. O, daha çok Tanpınar gibi sanatlı nesrin, şiirsel söylemin, güzel yazmanın peşinde bir yazar. Bu romanı enteresan; konu, daha önce işlediği konulara benzemediği gibi, bu kitap bir belgesel roman da değil. O, Aleviliğe ait ritüelleri, unsurları, o insanları yargılamadan kullanıyor; diğer mezhebi öncelemiyor, ikisinden birini karalamıyor, bu mezhepleri birbiriyle yarıştırmıyor. Sadece bireysel olarak her iki grupta da iyiler ve kötüler olabileceğinden söz ediyor. Nitekim trenin heyelan sebebiyle durduğu dere kenarında, Orhan Bey’in anlattığı Maraş olaylarında; caniler, insanları öldüren katiller olduğu gibi, o ev basılmadan önce Alevi komşusunun çocuklarını saklamak isteyen Sünni komşu Hediye Teyze de vardır. Yani yazarın burada vermek istediği mesaj, hangi görüşten, dinden, inançtan olursak olalım; öncelikle erdem sahibi ve vicdanlı olmalıyız, görüşüdür.

 

Yukarıda da söylediğimiz gibi, Binboğa detaya önem veren, olay anlatmaktan ziyade, karakter yaratmaya çalışan bir yazar. Biz bunu daha önceki romanlarından biliyoruz. Binboğa’nın, “Efelya” romanı ve Efelya’nın devamı olan “Şiirkent’in Narçiçeği”nde yarattığı kahramanları sevmiştik. Yani neredeyse hiç olay olmasa bile, o büyülü kalemin yarattığı durum hikâyeleri, kitapları okutturuyordu. Çünkü insanların psikolojisini anlatıyor bize Binboğa. Bu romanda da sık sık özgün psikolojik tahliller yapıyor, her karakterin beklentilerine giriyor, en önemlisi de tüm kahramanlarına tarafsız davranıyor. Maceranın en belalı adamı olan Battal Ağa bile yapacağı her türlü haksız hukuksuz işlerde yazar tarafından lanetlenmiyor. Bir de Cemil adlı bir şoför karakteri var. Yardımcı kahramanlardan Şoför Cemil, başlı başına “oturup romanı yazılacak” türden derinlikli bir karakterdir.

 

Adana’ya gelişlerinde Narin ve çocuklarına kalmaları için evini açar gibi, sinemasını açan Ziya Bey de romanın iyi karakterlerinden. Sinemada çalışanlar; patavatsız müstahdem ve makinist Sabri Bey birbirine benzemeyen karakterlerdir. Narin’in köydeki arkadaşları; kapı komşusu Gülseren, Adana’ya yıllar önce gidip yerleşen Sanem, farklı farklı kişiliklerdir.

 

Çocuk Esirgeme Kurumu Müdürü karakterden ziyade henüz tip aşamasında bir yardımcı kahramandır. Tipik bir Karadenizli olan, sinirli, zayıf, prensip sahibi müdürün, soğuk devlet bakış açısıyla Narin’i kurumdan kibarca kovma sahnesi, kitaptaki kısa ama etkili sahnelerden biri. Cezaevindeki Sanem’in yaşadıkları bir yana, kadın gardiyanlar; belli ki filmlerden, romanlardan esinlenilmiş klasik tiplerdir ama onların erkeksi tavırlarını ve yüreklerinin nasır tutmuş olmasını, mesleklerin insan üzerindeki etkileriyle açıklıyor yazar.

 

1.Binboğa karakter yaratmayı biliyor. Daha önce yaptığımız bir görüşmede, bu karakterlerin neden bu kadar canlı olduğunu sorduğumuzda yazar bize şöyle bir cevap vermişti: “Ben romanlarımda, hikâyelerimde çevremdeki insanları yazıyorum. Yani bu insanlar, benim köyümdeki, şehrimdeki insanlardır. Onlar romanlarımda, öykülerimde bir denizci, Almancı da olsa; bir dağ başında da yaşasa, bir müdür ya da yönetici de olsa önemli değil; önemli olan o insanların karakterini benim çok iyi tanımam ve onları metinlerimde canlı bir şekilde anlatmamdır.” Dolayısıyla Binboğa’nın karakterlerinin çoğu kanlı canlı, etrafımızdaki insanlar gibi doğaldır, yani hiçbiri de yapay değildir. Belki de M. Binboğa’nın roman ve hikâyecilikteki en önemli özelliği budur. Bizce yazar karakter yaratmayı, onların aralarındaki farklılıkları, üç beş cümlelik küçük fırça darbeleriyle o karakterlerin kişiliklerini birbirinden ayırmayı biliyor.

 

2.Binboğa Türkçeye hâkim bir yazar, cümlesini çok sık kullandım ama hakikaten öyle. Belki bunu daha önce de anlatmıştım: Babasının yöresel ozan, masal, destan ve hikâye anlatıcısıdır. Mehmet Bey de yıllarca babasına çıraklık edip onunla beraber köy köy, şehir şehir o düğünlere gitmiştir. Böylece, babasının anlattığı destanları ezberleyerek bir bakıma ileride yazacağı metinler için özgün üslubunu belirlemiştir.

 

Özellikle Avşar destanlarını, Avşarların Osmanlıyla mücadelelerini anlatır İsa Dirgenoğlu. Mehmet Binboğa, o hikâyelerden ziyade babasının anlatım tarzını kapmış. Çünkü çok rahat bir kalemi var. Biz, sanalağdan babasının canlı videolarını da izledik; Dirgenoğlu’nun anlattığı hikâyeleri de dinledik. Dememiz o ki Dirgenoğlu İsa nasıl konuşuyorsa, oğlu M. Binboğa da babası gibi gayet rahat yazıyor.

 

Köy romanında fark edilmeyen halk söyleyişleri, deyimler ve atasözlerini çok sık kullanıyor yazar ama bu halk ürünleri, kent romanında biraz sırıtıyor. Hâlbuki daha önceki romanları âdeta sembolistlerin yaptığı gibi gayet sanatlı ve şiirsel cümlelerle örülüyken, arada bir kullandığı halk söylemleri o ahengi bozuyordu. Fakat bu romana yakışmış eski söylemler, köylü söylemleri… Yine de yerel söyleyişe girmemiş Binboğa. Çok nadir, bir iki yerde “anam-bacım” türünden basit köylü jargonunu kullanmış ama fiillerin yapısını bozmamış. Malum, Yaşar Kemal de fiil çekimlerini bozmaz ama yöresel kelimeleri fazlaca kullanır. Binboğa yöresel kelimeler kullanmaktan vazgeçmiş görünüyor. Bu romanda yöresel ağız pek kullanmamış. Gerçi bir köylü kadınına İstanbul Türkçesi çok da yakışmıyor ama neticede gidişat bu yönde.

 

Bazı edebî yarışmalarda Örneğin, Fakir Baykurt ya da Orhan Kemal ödüllerinde belki biraz yöresel ağız aranıyor. Fakat önünde sonunda modern Türkçe, İstanbul Türkçesi edebiyatımıza galip geleceği için, bizce bu yerel söyleyişin bir geleceği yok. Bu anlamda yazarın doğru yolda olduğunu düşünüyoruz. Binboğa, musikiye de hâkim olduğu için, dili şiirsel bir dil. Cümlelerinin çoğunda asonans, aliterasyon ya da ulama sanatları var. Hatta kitabın adından başlayarak (Bi-rU-zu-nAğ-la-mak) ulama sanatını çok kullanıyor yazar. Sonu ünsüz harfle biten bir sözcükten sonra ünlüyle başlayan bir sözcük getiriyor cümlelerinde. Yazar bunu bilinçli yapmıyor. Yılların tecrübesiyle edinilmiş bir meleke bu. Okur, kitabı bitirdikten sonra, bu kitap neden böyle hızlı okunuyor, diye soruyor kendi kendine. Okurun kitabı elinden bırakamamasının nedeni budur.

 

Dediğimiz gibi, şart değil belki ama edebiyat eğitiminden geçtiği için Binboğa’nın dili sağlamdır. O, cümlelerinde, paragraflarında kolay kolay anlatım yanlışları yapmıyor. Yazım-noktalama gayet başarılı, şiirsel Türkçesi de cabası.

 

Kısacası “Bir Uzun Ağlamak” romanı son dönemin acılı bir manifestosu gibidir. Elli yıl önce yaşadıklarımızı hatırlatan, insanların nerelerden nerelere geldiğini, okumak için insanların neleri göze aldığını, kimlerin savrulduğunu, kimlerin başarılı olduğunu anlatan bir roman, her nitelikli okurun kitaplığında bulunması gereken bir roman olduğunu düşünüyoruz.