Melike Pehlivan İşler ile “Leke” Kitabı ve Hayata Dair…
Söyleşi

Melike Pehlivan İşler ile “Leke” Kitabı ve Hayata Dair…

Yonca Yaşar

Yonca Yaşar : Melike Pehlivan İşler’in yazı serüveninden bahseder misiniz? Edebiyat ile ne zaman ve nasıl kesişti yolunuz?

Melike Pehlivan İşler: Cevaplarken çok zorlandığım soru. Aşk gibi bir tutku desem yeridir, edebiyatla ilişkim. Kelebekler ne zaman uçuşmaya başladı karnımda tam emin değilim ama ortaokul öğrencisiyken diyebilirim. O zaman bir tiyatro oyunu yazdığımı çok net biliyorum. O gün bugün de ne zaman içim bir karışsa kaleme sarılırım. Yazıyla ilişkim böyle başladı. Uzun zaman kendimi yazdım. Kızdığımda, üzüldüğümde, sevindiğimde… Değişen dünyada blog ve sosyal medya da bana yazmak için alanlar açtı, 2000’li yılların başında. Kendimden sıkılınca kurgu karakterler yazmaya evirildi yazı sürecim. Yol beni nereye götürüyorsa itiraz etmeden yürüdüm. Atölyelerdeki yazı çalışmalarına önce öğrenci olarak sonra da yürütücü olarak katıldım. Dosyalarım oldu. Aslında öykü dosyamdan önce roman yazdım. Hâlâ beni bekliyor hevesle o. Sonrasında da Leke çıktı ortaya. Şimdi de sıradakiler var.

 

 
Y. Yaşar : İlk öykü kitabınız Leke, 2023 yılında Amorf  Kitap’tan çıktı. On altı öyküden oluşuyor. Öykülerin kitaplaşma süreci hakkında bilgi verir misiniz? Ne kadar sürede yazıldılar?

M. P. İşler: Öykü atölyesinde sevgili hocam Nil Devletoğlu ile çalışırken bir gün bana, “Melike, öykü dosyan olmalı artık, bakalım kaç tane öykün olmuş?” deyince saydım. Altmış üçtü. İnanamadım. On altı öyküyü de ben seçtim, hepsi de dosyaya uygundu. Leke adını da tarzını da kendi enerjisiyle kendisi ortaya koydu. Kişiliği ve inadı vardı. Tüm öyküler için uzun uzun çalıştık hocamla. Kimisi daha fazla çalışmak istedi tabii ki. Şahane zevkli ve enerjik bir süreçti. Çok özledim o süreçte olmayı. Bir gün bitti.Dokuz ay dolunca doğurmak gibiydi, ağlaya ağlaya son okumayı yaptım.  Mail atılacak yayınevleri listesini yaptım ama bilgisayarı açıp açıp kapatıyordum. Lohusa sendromu gibi bir tür. Birine gönderirsem benden çıkacak çünkü biliyorum. Kendime güvenim gelip yayınevine maili atınca o gerginlik kendini sabırlı bir bekleyişe bıraktı. Epey bir bekledikten ve olumsuz cevaplardan sonra Amorf Kitap ile karşılaştım, biraz inceledim ve gönderdim. Olumlu mesajı aldığım andaki duygularım çok karışık. İlk sarıldığım ve haber verdiğim insanlar hastanede olduğum için hemşirelerdi. Ağlaya ağlaya sarıldım kadınlara. Leke’deki öyküler toplamda bir senede belki de daha az bir sürede yazıldı.

 

Y. Yaşar : Öykülerinize hayatın tezat halleri yansıyor. Değerler karmaşasında dengesini yitirme sınırında ve kimi zaman akli dengesini yitirmiş karakterlerin iç seslerinden yaşama dair mesajları almak mümkün. Adını kitaba veren ilk öyküyle; ‘Leke’ ile başlamak istiyorum. Hastanede kendisini ziyarete gelen kardeşiningömleğindeki lekeden yola çıkarak “ üç çeşit ümit vardır; inanca bağlı ümit, sana bağlı ümit ve zamana bağlı ümit; sabır,” diyor abla. Kardeşin kursağındaki tıkanmayı ve iç sıkıntısınıduyumsadığımız bu öyküyü yazdıran motivasyon neydi?

M. P. İşler: Babası tarafından tacize uğramış bir öğrencinin çatallı sesi geldi yazı çalışmasında kulağıma. Ne oldu da geldi, bilmiyorum, zihnim onu çıkarıp kucağıma koydu ve ablası ile sohbet ettirmeye başladı kalemim.  İlk yazımı öyledir o öykünün. Nerdeyse ilk çalışmada da son haline yakın olarak bitirmişimdir, diyebilirim. Bu bağlamda insan yaşamadığını yazamaz mı yazar mı ikircikliğiyle ilgili şunu söyleyebilirim. İnsan anladığını yazabilir, yazar dediğin insanın empati duygusunun iyi çalışıyor olması gerek. Yazar anladığını yazar. Öykülerdeki tezatlık tıpkı hayattaki her şey zıttıyla mamul düsturu gibi. Yaşamdaki tüm mutluluk mutsuzluğu anladığınız sürece var olacak. Yitenin kıymetini bildiğimiz sürece yaşatabileceğiz. Yokluk da bir var olma biçimi aslında, akıl sağlığı biraz bunun kanıtı. Yok olmak değil hiçbiri. Başka bir şekilde var olma, direnme hali.

 

Y. Yaşar : Kalbim Küt Küt Hiç İyi Değil Bu’ isimli öykü metropolün, çalışma hayatının insanın anlam dünyasında meydana getirdiği iç çatışmalarına, takıntılı hallerine, aile ilişkilerindeki kopukluğa ve yabancılaşmaya mercek tutan öykülerin en çarpıcı olanlarından biri. Zorlanan günümüz insanı hakkında ne söylemek istersiniz?

M. P. İşler: Nedret ve Nadir birbirlerine yabancı kardeşler. Aynı karından dünyaya gelmek aynı dünyaya gelmek değil çoğu zaman. Atalar boşa demez. “Kardeşi kerdeş yarattın, rızkını ayrı yarattın,” diye. Aile ise; insanın en büyük sınavı bence. Bir üst sınıfa geçmek mümkün değil, hep bir ikmal, hep bir sınıf tekrarı. O öykü üzerinde çok çalışılanlardan, ilk öykülerimdendir. Duygusu biraz kapalıdır. Okuldan ambulansla yanlış ebeveynle çıkan bir öğrencimizin ardından düşüncelerimin beni götürdüğü yerde karşılaştım Nedret ile. Onu aldım Ankara’ya yerleştirdim. Gergindir ve hep  tetiktedir. Yanlış zamandan yanlış yerde olmaktan aşırı korkar. İtinalı ve titizdir. Ürker aslında hayattan. Hastalıklı derecede bağlıdır bu fikrîne. Nadir de Nedret’in olmadığı ne varsa odur. Kardeş olmak aynı tornadan bile çıkmak olmayabilir ve bu kardeşler onun hikayesini anlatır bize. Zorlanan günümüz insanının uyaranı çok, kalkamıyoruz bazen altından. Ben, “hayat beni kovalıyor” diyorum bu işe. Bir de duruma bir isim verdim; ‘doldur boşalt’ dünyası. Her şeyi, her yeri sürekli dolduruyoruz ve boşaltıyoruz, boşalıyor dolduruyoruz. Makineler, dolaplar, mideler, tencereler, kafalar, ruhlar… Biz zorlansak da alışırız, bizim nesilden bahsediyorum. Soba da gördü bu nesil, telefondan görüntülü konuşma da. Sonrakiler düşünsün, bir gün teknolojisiz kaldığımızda biz de isyan ederiz de eninde sonunda o sobalı günlere döneriz, dönebiliriz gerekirse. Telef olanlarımız olmaz mı? Olur tabii… Nedret artık rutini bozmak zorunda kalacaktır ve bununla nasıl başa çıkacağı zihnindeki en büyük sorundur. Ancak hepimiz gibi yeni bir rutin düzenleyecektir diye düşünüyorum onu az biraz tanıyorsam.

 

Y. Yaşar : Kitaptaki en ilginç öykülerden biri ‘Bölünen’. Cinsel kimlik konusunda bölünmüşlük yaşayan Çınar’ı, ‘BuradanGitmeliydik’ öyküsünün Mustafa’sı, Kül öyküsünün Naciye’si. Bu karakterler toplumsal cinsiyetçi rollerin katı dayatmalarından nasibini alan karakterler. Çınar’dan ve öykülerinize konu olan cinsiyetçilik konusundan bahseder misiniz?

M. P. İşler: Çok kıymetli hepsi benim için. Çınar belki de yazdığım ilk öykülerden, son haline ben bile inanamadım. O kadar içime sinerek çalıştım ki, çok da okuma ve seyretme yaptım hata yapmamak için. Akıl ince bir çizginin üzerinde yerleşik, o kadar ince ki pamuk ipliği halt etmiş. Arada yer değiştiriyorum. Gidip geldiğim, bazen kaldığım oluyor o incecik hattın ötesinde. Yazarken Çınar’ın olduğu yerde çok kalabiliyorum. Bu ülkede yaşamak zor da kendin gibi yaşamak daha zor galiba. Susturuluyoruz, korkutuluyoruz, mış gibi yaptırılıyoruz, paralı kölelik yapıyoruz istemeden ve sevmeden, hep de birilerini kırmamak için çaba sarf ediyoruz. Kötülük yapıyoruz. Bizim gibi olduğuna inandığımız herkesi gereksiz baş tacı edip, bizim gibiolmayanı sokaklarda anasına babasına bile öldürtüyoruz. Hamile genç kızlar kendini asıyor bu ülkede, babası katil olmasın diye. Evlenmeden sevişti diye kızlarımızı öldürüyoruz da oğlanlarımızın evlenip sevişsin diye sırtını yumrukluyoruz. Riyakârız. Çınar, Mustafa, Naciye işte bize bizi anlatıyor. İki yüzlülüğümüzün çok da aşikâr olduğunu söylüyorlar bize. Yeni nesilden beklentim Çınar’ı, Mustafa’yı, Naciye’yi daha erken anlaması ve kabul etmesi; bizim gibi mesela “zıpla zıpla zıplamayan …..,” diye tezahurat etmemeleri. Bu denli yaralayıcı olmaz içinden çıktığıntoplum sana karşı! İnsanın kendinin gerçekleştirmesi diye ahkam kesiyoruz ya, kabul edin kim kendini neden ve nasıl gerçekleştirdiyse. Lütfen kimse sokaklarda babaları tarafından öldürülmesin bu ülkede. Vicdan hatırlamaktır; lütfen yaşam hakkı baş tacı edilsin, insan yangında ilk kurtarılacak olsun. Çok zor gibi geliyor bunlar bu ülkede artık bana. Ümit etmenin dahi zorlaştığı topraklarda bunun edebiyatını yapmaya uğraşmak elbette daha zor. Kırıp dökmeden yazabilmek çok kıymetli bu gerçekleri.

 

Y. Yaşar : Yaşamın katı gerçekliği karşısında insanın bilinç altından yükselen sese, mizah katarak özgün bir anlatım dili yakaladığınız  öykülerden biri ‘Mezar  Üstü’. Babasını toprağaveren bir evladın sitem, yabancılaşma, bezmişlik gibi duygularını barındıran öykü, yer yer gülümseterek okutuyor kendini. Yaşanmış gerçek bir olay mı, kurgu mu? Nasıl bir izleği izledi bu öykü?

M. P. İşler: O öykü mezar başında eğilmiş, çatalı ve silahı görünen iri yarı bir adam fotoğrafından geldi kalemime. Ben ölüm temasını çok işliyorum öykülerimde. Acayip bir yerde ölüm bizim gerçeklik düzlemimizde. Hem ölüp kayboluyoruz ortadan ama o kadar da kibirliyiz ki yeniden dirileceğiz. Evet işte bu yüzden de komik ölüm aslında. Neler vesile oluyor da ölüyoruz. Sonrasında neler neler yapıyoruz. Yaşamın en büyük ve herkeste aynı olan amacı ölüm. Her toplumun da ölümle ilgili tuhaf gerçeklikleri var. Hepsicenazede yemek yiyor mesela. Hepimiz elim ayağım tutmuyor deriz ama ne çok iş yaparız yakınımızı gömerken. Ölümle bizim insanımızın ilişkisi çok teatral bence. Ağlayarak birbirine sarılıp, “Akşama pide hazırlatıyor muyuz?” diye soran kardeşler gördü bu gözler, en iyi mevlüt yemeği diye sosyal medyada sayfalar gördü. Ölümün komedisi de trajedisi de, bitmez. Bu konuda çok fazla düşünüp öykü de yazınca ikinci dosyamın teması da kendiliğinden oluştu. Ölümün sıradanlığı beni aldı oradan buraya, türlü türlü karakterlere, ölüme ulaşmak için yaşamaya gayret eden insanoğlunun ne ipe sapa gelmez nedenlerle emeline ulaşma gerçeğinin buz gibi soğukluğu ikinci öykü dosyamı oluşturdu desem eksik bile anlatmış olurum. Harika bir dosya çalıştım, bu kez rehberim Hakan Sarıpolat oldu. Hocamla çok keyifli, enerjik, bol okumalı bir çalışma süreci geçirdik. Sonuçtan çok memnunumben, haber bekliyorum.

 

Y. Yaşar : Pavyon Dünya isimli öykü; “Ben sadece dünyaya değil bu semte bile fazlaydım… Kim var beni tanıyan? Bir tek Nadir; ben nasıl biliyorsam o da beni biliyor. Ona Semiramis’i kaptırdım kendimi kaptırmayacağım. Mutsuzluğumdan beslenemeyecek…”şeklinde bitiyor. Mikail’den söz eder misiniz bize? Neden yazdırdı kendini Mikail?

M. P. İşler: “Mikal’in Kalbi Durdu” ustamız Ayfer Tunç’un öyküsü. O kadar güzel bir anlatıma sahip ki, okuduktan sonra çalışmak istedik. Mikail anlatsa bu olayı, ne derdi diye başlayan bir çalışma ürünü Pavyon Dünya. Uzun süre çalıştım o öyküyü, Ayfer Tunç’un öyküsünün olay örgüsünden bir sapma olsun istemedim. Oya gibi işledim diyebilirim Pavyon Dünya’yı. Üzerine uyudum, soğuk gözle bir daha bir daha okudum, hata yapmamak ve körlüğümü kırmak adına çok kez. Tüm öykülerimde yaparım bunu ama bunda daha fazla yapmış olabilirim. Tam bitti dediğimde lineer kurguyu kırmaya karar verdim ve bundan sonrası benim imzam olacaktı öyküye işte. Çok zor bir karardı bu. İyi olur mu acaba diye endişeli bir sürece soktum kendimi ama korktuğum kadar dertli bir çalışma olmadı. Çarçabuk tamamladım. Sonra tabii ki kendisinden dosyaya koyabilmek adına izin istedim. Var olsun, esirgemedi benden onayını. Ayfer Tunç’a gönderdim Leke’yi. Bir gün ondan ufacık bir geri dönüş duymayı çok isterim. Ne kadar şahane olur…

 

Y. Yaşar : Öykülerinizde yöresel ağız ve argo sözcükler de sıkça yer alıyor.  İnsanın ne yediği çöpünden anlaşılır denir.  Buradan hareketle toplum yaşamına ilişkin  izlerin de küfürlü konuşmalarından sürülebildiğini kabul edersek öyküleriniz içinde yaşadığımız toplumun yaşam gerçeğine bir ayna tutuyor diyebiliriz. Bu yoruma katılır mısınız?

M. P. İşler: Ben toplumsal gerçekçi yazıyorum. Yazı çalışmalarında hep çok gerçek yazdıkların diye övgüler aldığımı biliyorum. “Diyaloglar gerçek gibi” de çok söylenenlerdendir bana. Küfür de bu gerçeğin en galiz damarı aslında. Biz hepimiz küfrediyoruz. Ben ediyorum, en kestirme ve en gerçek duygu ifadesi kimi zaman, belki de çoğu zaman, küfür gibi geliyor. Değil mi? Devir zamanla yarışma zamanı ve uzun uzun kime neyi anlatacaksın? Kimse de dinlemiyor kimseyi. Küfret! Bak hemen herkes kulak kesiliyor. Karakterlerimde kim bilir fark edilme arzusuyla küfür ediyor olabilir. Yaşanan her şey kaleme yansır, küfür de bu dilin gerçeği her dilde olduğu gibi var ve var oldukçayazacağım ben. Edebiyat iki yüzlü değildir ve sen, ben, biz ne isek odur yazdığım.

 

Y. Yaşar : Ülkemiz edebiyat geçmişinde kadın yazarlara baktığımızda; kadınların erkek dilinden yazmak zorunda kaldıkları, kimi zaman yazılarının eşleri tarafından sobada yakıldığı, kimi zaman da editörler tarafından görmezden gelindiği gerçeği ile karşılaşıyoruz.  Kadınlar geçmişten bugüne kadar kendisine dayatılana karşı mücadele vermeye devam ediyor. Yazı dilinizdeki  eril dilin sahiplendiği argo kullanımındaki cesur tavır ile bu mücadelede görevini yerine getiriyor gibi. Ne dersiniz? Kadın yazar olarak eleştiri aldınız mı? Bunu da yazarsam ayıplanır mıyım diye düşündüğünüz oldu mu?

M. P. İşler: İnşallah ve umarım getiriyordur. Bu beni çok mutlu eder. Bir iki soru haricinde eleştiri almadım da daha çok nasıl yazabildiğim soruldu. Leke’de tüm karakterler nezaket yoksunu taşlara takılıp düşmüşler ve onlara gösterilemeyen sevgi ve saygıyı bize göstermeleri mümkün değil. Dilleri yaşadıkları gibi keskin, eğip bükmüyorlar. Riyakâr değiller. Benim kalemim de değil. Orada o duyduğu en güzel o ifade ediyorsa arkasını düşünmeden yazıyoruz. Bu konuda en büyük destekçim eşim. Küfrü iyi kullanan ya da amiyane tabirle küfür ağzına oturan insanların en önemli özelliği nerede edip nerede edemeyecekleri konusunda kendilerini çok iyi eğitmiş olmalarıdır. Karakterlerimde de en çok dikkat ettiğim budur. Hiç düşünmedim yazarken ayıplanır mıyım diye, ama ayıkladığım oldu. Ayarı kaçmış, azaltayım dediğim vakitleryani. Küfrün öyle bir büyüme hali vardır. Birbirlerinin mayasıdır. Eğer benim yazı dilinde eril dilin sahiplendiği argo kullanım konusunda cesur tavırda öncü olma görevim varsa dediğiniz gibi bu görevi mutlulukla kabul eder ve layıkıyla taşımak için de elimden geleni yaparım.

 

Y. Yaşar : Eğitimci olmanın yazar kimliğinize etkisinden bahsedermisiniz? Çalışan bir kadın, anne ve bir yazar olmanın kolay olmadığı açık. Dengeleri kurmak konusunda nasıl bir yol izliyorsunuz? Günlük yaşamın karmaşası içinde yazar Melike’yi nasıl besliyorsunuz?

M. P. İşler: Eğitimci olmak çok iyi kulak gerektirir. Her an, her daim, her yeri ve herkesi dinleyeceksin ve anlayacaksın.  Yazarın da en büyük enstrümanı kulaktır bana göre. Her an herkesi dinlemek ve alt metni çarçabuk kavramak eğitimcilikten gelme bana kalırsa. Hızlı dinlemek diye bir olgu vardır öğretmenlikte. Çoğul dinleme, hızlı anlama ve çare olma. İşte bunların hepsi kalemime yansıyor benim. Benim öykülerim yolda kurgusunu tamamlar tıpkı hayat gibi. Bir dakika sonrasını nasıl bilmiyorsam hayatta, yazarken de öyle hiç bilmem. Koşuyorum. Atletizmde gibiyim. Bazı günler o en sonda gözyaşları içindeki kıvırcık, kısa boylu, çelimsiz atletim. Bazı günler de yüz metreyi falanca saniyede koşuyorum. Denge olmuyor, belki de olsun istemiyorum. Kimi günler çok okuyorum, kimi zamansa sürekli seyrediyorum, tabii ki yazıyorum. Bunların arasında da ev, mutfak, yemek, çamaşır, bulaşık, çay, kahve, yemek, sorumluluklar, o gelecek bu gidecek. Dersler, atölyeler, hasta olanlar, notlar, sınavlar…Yaşamın tur bindirdiği de oluyor bana, tabii. Ama beni en çok zorlayanı sorarsanız; Akşama ne yiyeceğiz, sorusunun cevabıdır derim. Değişik ve enteresan cevaplarım var. En sevdiğim: ekose etekli somon balığı. Babam böyle derdi rahmetli.

 

Y. Yaşar : Marguerite Duras; ‘İnsan içinde bir yabancıyı barındırır, yazmak işte o yabancıya ulaşmak. Budur ya da hiçbir şey değildir’ der. Yazma eylemi üzerine siz ne dersiniz?

M. P. İşler: Yazmak zahir olmayan kefi gösterme ve temizleme sanatıdır. Kef köpüktür ve onu  almadan et yemeği yaparsan tadı kaçar yemeğin. Kefi bilirsiniz, et ve ürünlerinin pişince, özellikle haşlanınca çıkan köpüğü. Kevgir – kefgir de bu köpüğü almakla mahir mutfak aracı. Kelimelerle yaptığım dans benim için hayatın kefini almak. Hayatın parlak, tertemiz görünmesi ve anlaşılması için ince bir sanat yazmak. Yazmak benim kevgirim yani. Hayatın kefini alıyorum. Yazmak eylemi okumak eylemi ile paralel büyüyen bir olgu. Yazılanı okumak zorundasınız ama artık düz okuma yapamıyorsunuz. Yazar kalbiyle okuyorsunuz. Bunu neden üç kere yazdı acaba? Evet bu metafor güzel çalıştı hikâyede gibi çıkarımlarınız oluyor. Tıpkı bir film ya da dizi seyrederken yaptığınız gibi. Ben onları da artık analitik gözle seyrediyorum. Karakter oluşumuna ve değişimine odaklanıyorum. Öykülemeyi nasıl açtı ve nasıl kapadığına dikkat ediyorum. Okuyucu tarafını da beslemek gerekiyor yazarın ve bu yolculuğa çıkanların. Bu kaygılarla bir okuma kulübü yürütücülerinden bir oldum en sonunda. Baktım Ankara beni hep unutuyor. Ben de bir dostumla kendi okuma kulübümü kurdum. Exlibris Ankara  okuma kulübü. Kendi kendine işini çeviren, amatör ruhlu profesyonellerdenmürekkep güzel bir okuma kulübü. Yolu açık olsun diliyorum.

 

Y. Yaşar : Sanal yazı evinde sinema okumaları konusunda atölye çalışmasını sürdürüyorsunuz. Sinema ile ilişkinizden bahseder misiniz?

M. P. İşler: Kelimenin tam karşılığıyla aşk, böyle bir tür bağımlılık gibi. Hani yoksunluk hissedersin ya elin ayağın sinire keser, sigarada -eski içicilerdenim – işte öyle hissediyorum uzun süre bir film seyretmeyince. Aslen diğer sanat tüketimlerine göre nisbeten pasiftir sinemada alıcı, seyirci. Sadece seyretmiyorumben. Hikâye anlatıcısının derdi nedir? Nasıl anlatmış bunu? Sanatı nasıl araç yapmış? Yönetmenin duruşu nedir? Bize anlatmak istediği nedir? Bu karakter neden cart mavi elbise giymiş? diye onlarca sorunun cevabını aradığınız zaman ciddi yorucu bir iş sinema. Sonrasında da fazlaca okuma yapmanız gerek. Teknikten de anlamalısınız, mitolojiden de siyasetten de… Leke’ninokuyucularından “film tadında” ya da “şu şu öykü senaryolaşmaya çok müsait,” diye yorumlar alıyorum.  Birini beyaz camda ya datiyatro sahnesinde izlemeyi istemek gibi büyük hayallerim var, kim bilir? Hayal etmekle başlamaz mı başarmak?

 

Y. Yaşar : Özellikle pandemi döneminden sonra sayıları artan yazı atölyeleri hakkındaki düşüncenizi öğrenebilir miyiz? Öykü/şiir yazmak öğretilebilir mi? Nasıl buluyorsunuz yazarlık atölyelerini?

M. P. İşler: Sanal yazı evi çatısı altında bir diyalog kurma sanatını çalıştığımız bir atölyenin bir de öykü yazma sanatının öğretildiği bir atölyenin yürütücüsüyüm, Bir Film Bir Öykü seminerimin yanı sıra. Atölyeler birkaç hususta çok faydalı buluyorum. İlki yazara yazma disiplini ve yazdığını temrin etme disiplini kazandırmak. Hayat sizi nereye savurursa savursun yazma tutkusu o atölyeye icabet etme ve gerekeni yapma sorumluluğu kazandırır. Bu icabetde yazıda kalmanızı ve çalışmanızı sağlar. Teknikleri uygulama konusunda elinizi ve zihninizi hızlandırır. Kendinize ve yazdıklarınıza körleştiğinizde ki bu sandığınızdan çok daha sık olur, gözünüzü açmanızı sağlar. Yazı arkadaşlıkları edinmenizi sağlar ve bu da birbirimizi beslemeyi öğretir. Bunun bir yarış değilde beraber gidilen bir yol olduğunu anlamanızı ve özümsemenizi sağlar. Yazmak konusunda inadınızı perçinler. Müzik kulağı işi gibidir bu “yazmak öğretilebilir mi işi” bir yerlerde bir cevher olacak mutlaka. Çalışarak kömürü elmas yapabiliriz tabii.

 

Y. Yaşar : Son olarak yazmaya okumaya merak salmış okurlarına mesajınız var mı?

M. P. İşler: Yazmak zordur. Yazmamak daha zor. Bunu bilerek kalkışın bu işe. Aslında yalnız yapılan bir eylemdir. Biz ne kadar da sosyal hale getirsek de tek başına kalmış bir zihne ihtiyaç duyar kalem işçiliği. Bir kere bir yazayım bakalım ne olacak diye sakın başlamayın, yazarken kalbiniz büyüyor mu, tutkuya dönüşüyor musizde? Bir ölçün biçin kendinizi. Sesinizi bulun ve sahip çıkın ona. Neyi yazdığınız değil nasıl yazdığınız önemli. Hikâye anlatıcılığını basit bir uğraş olmadığını ve bir iz bıraktığınızı sakın aklınızdan çıkarmayın. Okuyacaksınız tabii. Onu artık söylemeye gerek yok. Yazın. Yazın. Yazın… Sakın oldum demeyin. Ve mutlaka ama mutlaka sabredin, önce kendinize sonra da zamana.

 

 

Bize zaman ayırdığınız çok teşekkür ederiz.