Sabahın şafağında serin bir esintiyle kıpırdanacak meydan. Kadim şehrin koynunda, kirpiklerinde geceden kalmış rimel ve ipek bir gecelikle sere serpe uzanmış bir kadın gibi uyanacak. Ağırlığınca mahmur, iç gıcıklayacak kadar çıplak…
Geride bıraktığı kışın ayazından hevesle silkinir gibi tüm o heybeti ve vakur edasıyla verecek göğsünü güneşe. Çiçeğe durmuş ağaçları baharın tazeliğini hatırlatacak. Gümüşi bir parlaklıkla doğrularak Mayıs’ı selamlayacak bu meydan.
Yaşlı bir sokak köpeği dolanacak parkın kıyısında. Az evvel çöp kamyonuna savrulmuş bir torbadan düşen köfte artıklarına rastlayacak. Güne şanslı başlamanın memnuniyetiyle etrafta artan hareketliliğe aldırmadan yemeye koyulacak.
Güneşin feri kendini hissettirmeye başlamışken, alabildiğine geniş bir zincirle sarılacak meydanın etrafı. Onu besleyen her bir damar; bulvarlar, köprüler, koyu gri sokaklar ve geçitler tespih taneleri gibi dizilmiş üniformalı bedenlerle kuşatılacak.
Düğüne mi hazırlanır meydan, bayrama mı, savaşa mı? Bilemeden tedirgin bir bekleyişle yüzünü koyultacak. Zamana karşı eşsiz bir mukavemeti haiz meydan, kendine güvenen görmüş geçirmiş bir itiyatla sonrasında çok da oralı olmayacak o Pazar gününün gayritabii havasına.
Bu meydan neler yaşadı, daha neler görecek kim bilir… Zaferler, kavgalar, sancılı aşklar, zenginler, yoksullar, sarhoşlar, berduşlar, film artistleri, aylaklar… Kentin içinde kocaman bir aşure kazanı gibidir meydan. Karıştıkça içindekiler, renkleri, tatları geçer birbirine. Anın rengine göre değişir; zamanın dokusuna, gündüzle gecenin kokusuna uyar meydan.
Öğlen vakitleri, önce usul usul sonra giderek artan bir tazyikle akacak insanlar meydanın damarlarına. Gecekondulardan, kıyı mahallelerden, öğrenci evlerinden, köprü altlarından, tekinsiz sokaklardan, dergi bürolarından, memur bloklarından, işçi konutlarından, amele çadırlarından, hâllerden, mezatlardan, yılgın şehir otogarından, misafir evlerinden, sanatçı kahvelerinden kopup iştahla doldurmaya başlayacaklar meydanı.
Yorgun ama coşkulu bedenler, umutlu yüzler, uykulu yüzler, tutkulu yüzler, kortejlerle birbirine karışmaya başlayacak meydanda.
Zarif de olacak aralarında. Birçoğundan erken, neredeyse tümünden farklı gayeyle; eskimiş ayakkabısı, gayrı muntazam bıyıkları, sol omuzunda tepeleme doldurulmuş simit tablası, sağ elinde iki torba dolusu ekmek arası domates peynirle varacak canlanmaya başlayan meydanın civarına.
Aç bakalım ne var içlerinde diyecek kavruk tipli bir polis. Açıp gösterecek. Biri torbanın içindeki ekmekleri karıştırırken öteki yüksek bir silindir olmuş simit tepelerinin içini kontrol edecek. Açsanız buyurun memur abiler diyecek Zarif; kokmuştur, göz hakkıdır. Şöyle bir etraflarına bakıp birer simit alacaklar tabladan, sonra elleriyle geç yapacaklar.
Zarif, onca yükle yokuşu tırmanarak çıkmaya başlayacak meydana. Yokuşların şehrinde yamaç tırmanmaya alışkın Zarif. Lakin bunca yükle o da zorlanacak. Daha yokuşun ortalarındayken çevresi kalabalıklaşacak. Birer ikişer satmaya başlayacak, keyfi artacak. Bugün bayrammış diyecek, peki Zarif’e de mi? Yükünün hepsini satsa bayram elbet. Zarif, bayramın hayaliyle yokuşun sonundan meydana varacak.
Meydanın bağrını kum saatinden süzülür gibi insanlar kaplayacak birkaç saate. Davul zurna sesleri başlayacak derken. Kadını, erkeği, genci, yaşlısı halaya duracak. Babalarının kucaklarında çocuklar şaşkın ve mutlu gözlerle izleyecek o renkli cümbüşü. İmanıma bayrammış diyerek keyif ve hayretle etrafa bakınacak Zarif; tablası meydanın hepten kalabalıklaşmış köşesinde.
Rengârenk afişler, pankartlar, bayraklar, dövizlerle donanacak meydan; bahara, doğaya nazire yapar gibi süslenecek.
Meydan, hep bir ağızdan, yüksek sesle, şaşmaz bir ritimle çınlamaya başlayacak. Göğü doldurur gibi, öfkeli, kederli, coşkulu, umutlu, düşmüş gibi, kalkar gibi, ağlar gibi, kahkahaya kapılmış gibi yankılanacak bu meydan.
Gözlerinin içi ışıldayacak Zarif’in. Simit kulesi hızla eriyecek, ekmekler kapış kapış gidecek. Meydanda herkes mutlu gibi ama kendinden mutlusu yok gibi gelecek Zarif’e.
Yanına gelen kırmızı yelekli pos bıyıklı gençten biri gelsene abi diyecek. Bugün senin de bayramın. Bak tezgâhı satmışsın, kutla artık, halaya katıl. Zarif, mahcup gülümseyecek. İçi de gidiyordu hani. Ne vakittir böyle cümbüş görmemiş, yaşamamıştı, hatırlamayacak. Tablayı duvara dayayacak, para demetini karısının diktiği gömleğin iç cebine tıkacak. Nehre düşen yağmur damlası gibi karışacak meydana Zarif.
Kentin o rengârenk yüzünü görmemiş daha evvel. Böyle yan yana, kol kola, ayrımsız coşkuya hasret kaldığını fark edecek. Seneye hanımla çocuklarla da gelmeli diye geçirecek içinden. Öyle ya, hepimizin bayramıymış bu bayram. Yüreği sıcak bir hisle kamaşacak.
Meydan artık akşamüstünün ılık esintisiyle tavını bulmuş, demini tutmuş gibi üstündekileri sarmalayacak. Zarif’in ayak tabanları inceden sızlamaya başlayacak. Allah böyle bereketli günler ihsan eylesin deyip tablayı toparlamaya koyulacak. İnsanlar pür dikkat otobüsün üstünde konuşan kabarık saçlı, bıyıklı adama kulak kesilirken eve doğru yollanmaya başlayacak; yolu uzun.
Ansızın bir silah patlayacak. Silah sesi mi o? Afallamış halde insanların yüzlerinde arayacak sorusunun cevabını. Kimini kendi gibi şaşkın, kimini yere kapaklanmış, kimini ise kalabalığı yara yara belli bir istikamete ulaşmak ister gibi koşarken bulacak. Derken başka yönden bir silah sesi, arka tarafındaki otelden kesik kesik yankılanacak. Meydandakiler buğday başakları gibi sallanacak.
Bir kâbus mu bu? Bir kâbusta mı Zarif? Biri dürtse de uyansam keşke diye düşünecek sadece bir an. O saniyelik düşünceyi üzerine domino taşı misali düşen insanlar yaracak. Yere kapaklanacak Zarif. Tabla öte yana savrulacak. Üstünden hızla geçmeye başlayacak koşuşturan insanlar. Erkek, kadın, çocuk… Yorgun ayaklar, telaşlı ayaklar, can havlinde ayaklar…
Azgın bir sele karşı çırpınır gibi doğrulmaya çalışıp tekrar yığılacak. Elverir ki kendini soluk alabileceği bir köşeye atsın. Zihni, bedeni, duyuları o kopkoyu anaforun içinde bir yol arayacak. Sağ tarafında görece daha tenha bir alan; dört ayak sağ yanına yönelecek. Olanca çığlık arasından bir kemik sesi; parmak uçlarından boynuna uzanan şiddetli ağrıyla sesin kendinden geldiğini anlayacak.
Kafasını bir kaldırabilse Zarif, bir kalksa ayağa, birkaç dakika evvelki yer de o meydan mıydı önce ona bakacak. İnanmayacak çünkü. Anın böylesine büyük bir hızla dönüşmesini hayretle yadırgayacak.
Sağlam kalmış sol eliyle, sanki kalan son gücüyle destek alıp sıçrayacak yukarı. Tekrar gökyüzü, tekrar ayaklarının üstünde, tekrar bu meydan. Sıçradığında kafasının gerisi, ardında olan birinin yüzüne çarpacak. Acı bir “ah” duyacak. Dönüp bakamayacak bile. İnsan seli öbürünü yere çalarken, Zarif’i öteye sürüklemeye başlayacak. Kendi ayakları değil, kendini içine katan sel belirleyecek nereye gittiğini. Artık ayakları yok Zarif’in boşlukta uçar gibi sürüklenecek.
Sol tarafta sırtını duvara yaslanmış yüzü kanlı bir kadın… Dakikalardır onu bekler gibi, yalnız o yardım edebilir gibi doğrudan Zarif’e elini uzatmış yardım etmesini fısıldayacak. Takatsiz sesi onca gürültünün içinde çınlayacak Zarif’in kulaklarında; kendi de şaşıracak. Koşulsuz bir vicdanla uzatacak komut verebildiği tek elini Zarif. Parmakları ucu ucuna değdiği an insan selinin hızıyla birbirlerinden ayrılacaklar.
Yokuş aşağı, hızını arttırarak sürüklenecek insanlar. Meydan, genzinden çıkan bir balgam gibi savuracak insanları yokuşa. Yokuşun ucunda bir kamyon, bir duvar gibi beliriverecek karşılarında. Ötesi yok, gerisi yok. Arkalarından iten güce karşı koyamadan yapışacaklar; önce kamyona sonra birbirlerinin vücuduna. Sıkışacaklar. Üst üste yığılacaklar. Nefes almak ne güç… Kaburgaları ciğerlerine batacak kiminin. Boşluk… Biraz da olsa boşluk dilenecek Zarif. Bir nefes kadar. O kadar olsa yetecek Zarif’e. Ne kırılan dişleri yüzünden ağzından süzülen kan ne de boşlukta sallanan parmakları gözünde olmayacak Zarif’in. Bir nefes boşluk… Bu yeter de artar bile diyecek meydandan sürüklendiği yokuşta yüzükoyun.
Meydan içli içli boyun bükecek o uzun güne. Utançla kahrolacak. Dağılmış bir Pazar kalacak geriye.
Şimdi o sabahın ilk saatleri. Zarif, acele yoldan sabah çayını içiyor. Gözü saatte, son yudumu çekip ayaklanıyor. Az biraz daha yeseydin diyor karısı, bugün ayakta olacaksın takatsiz kalma. İş çok diyor Zarif, ekmekler hazır mı? Hazır. Doğruca yollanmalı o zaman, gün uzun, yükü çok. Fırına uğranacak, simitler alınacak. Sadi’ye söylese bırakır mı meydanın yakınına taksisiyle? Hemşehrisi olur ama dini imanı para. Taksi benim olsa dükkân senin Zarif abi der ama patron kızıyor sonra. Sana mı kaldık diyor içinden, dinlene dinlene yürürüm meydana. Davranıyor torbalara.
Tam çıkacak ki Fatma uyanmış ona bakıyor kapı aralığında. Gözleri uykulu hâlâ. Baba nereye? Söyledim ya dün kızım, bugün bayram var meydanda. Beni de götürsene o bayrama. Gülümsüyor Zarif. Bayram yapmaya gitmiyorum ki kızım; simit, ekmek satmaya. Sonra içi elvermiyor. Ama sözüm olsun, hepsini satarsam o istediğin bebekten alacağım sana. Gülümsüyor Fatma. O zaman hepsini sat gel baba.