İnsanların kuş tedirginliğiyle yaşadığı bir toplumda, herkes kafasında bir kafesle dolaşır. Ama bu kafes Kafka’nın sözünü ettiği biçimiyle kuş avlamak için değil, içinde belki de hiçbir zaman yaşamadığı, nasıl bir şey olduğunu bile bilmediği, yaşadığı o toplumda gerçekleşmesi imkânsız görünen rehin alınmış özgürlüğünü taşımak için. Kişiler bu kafes içinde bile binlerce görünmez bağla bağlanmış halde yaşar. Özgürlüğü hayal etmek bile tehlikelidir.
Aslında görünürde her şey yasalar çerçevesinde olup biter. Hiçbir şey yasadışı değildir. Yasaları uygulayan sıradan memurlar bile, bu yasaları ihlal edecek davranışlar içine girmezler. Kullandıkları gündelik kelimelerin bile yasal bir çerçevesi vardır. Yasa kelimesi herkesin kafasında tanrı kelamı gibi yer edinmiştir çünkü. Ama zaten bu katastrofiyi yaratan sorun da tam olarak budur. Kişiler yasa ve nizam kılıfıyla kıskıvrak halde tutulur. Bu yasaların ve onun öngördüğü düzenin arkasında ise insanı hiçe sayan bir keyfilik yuvalanmıştır. ‘Baskıcı’ kelimesi böyle bir toplumu açıklamanın yanından bile geçmez. Çünkü sözünü ettiğimiz sadece kişilerin veya toplumun davranışlarını denetim altında tutmak değil, rüyalarını dahi bilme hakkını kendinde görme hoyratlığıdır. Bunu da ancak totaliter ideolojinin hâkim olduğu bir toplumda görmek mümkündür. Totalitarizm toplumu bir kadavra gibi görür. Üzerinde her türlü deneyi yapacağı bir malzemeler yığını gibi ya da. Karl Popper totalitarizmi şu iki cümleyle özetler: “Tüm toplumsalın yapısını kökten dönüştürecek kıyamete benzer bir devrim rüyası. Taş üstünde taş bırakmadan toplumu bir bütün olarak ele alma.”
Totaliterlik sadece bir iktidar davranışı değil aslında. Henüz iktidar olamamış katı örgüt ve gruplarda totaliterlik çok daha ilkel ve zalimane haliyle yaşanır. İktidar olmak için duyulan sabırsızlık, bünyesindeki bireyleri bir kasırga gibi yutma eğiliminde olur her zaman. Kendi içindeki en iyi üye, sorgusuz sualsiz itaat eden üyedir. Bir bakıma ayaktaki ölü… Musollini bireyle amaçladığı totaliter devletin nasıl bir ilişkisinin olması gerektiğini şu cümleyle açıklar: “Birey devletle uyumlu olduğu ölçüde önemlidir.” Ardından şunu ekler: “İnan, itaat et ve dövüş.”
Totaliterlik yaygın bir paranoya demektir aslında. Korku herkesi esir alır. Totaliter devlet, kendi yurttaşını başka devletlerin ajanı gibi görür. Totaliter örgütler, bünyesindeki herkese potansiyel iç düşman gözüyle bakar. İkili ilişkilere eşlik eden paranoya, çoğu zaman bir cinayetle sonuçlanır. Eşleri veya sevgilileri tarafından öldürülen kadınlar, erkeklerin içinde yaşadıkları politik düzenden cesaret alan katı bireysel iktidar olma arzularına eşlik eden bu paranoyanın kurbanı olurlar. Aşırı denetleme hali bir iktidar hastalığıdır ve toplu veya bireysel cinnetlerin de ateşleyicisidir. Bu ilişkiler ağı içinde ölmemek de belki bir ayrıcalık sayılmalıdır.
Heinrich Böll’ün Cüce ile Bebek kitabındaki “Üzgün Yüzüm” öyküsü erken dönem bir totaliterlik eleştirisidir. İkinci Dünya Savaşı’na katılıp, birkaç kez de yaralanan Heinrich Böll, savaştan sonra kendini tamamen yazmaya ve edebiyata veren Nobel ödüllü bir yazar. Totaliter kelimesinin çok da yaygın bilinip tartışılmadığı bir dönemde kaleme alınan “Üzgün Yüzüm”, totaliter topluma ve devlete tutulmuş çarpıcı bir mercek niteliğindedir. Kısa olmasına rağmen, Orwel’in 1984 romanında anlattıklarından daha sahici ve doyurucu bir tat bırakır okurun ağzında.
“Liman ıpıssız, su yeşilimtıraktı, pis ve kalın yağ tabakası kaplamıştı üzerini. Kabuk bağlamış yüzünde kaldırılıp atılmış çeşit çeşit öteberiler yüzüyordu. Vinçler pas tutmuş, depolar haraptı. Fareler bile, rıhtımdaki bu kara yıkıntılarda eğleşmiyordu anlaşılan; ortalıkta ses seda duyulmuyordu. Dışarıyla her türlü bağlantı kesileli yıllar olmuştu.”
Son cümle, içine kapalı, dünyayla bağları koparılmış, bir korku fanusu içinde titreşen bir toplumu çağrıştırma amacı güder gibidir. Öykünün iç bunaltan havası okura çabucak bulaşır. Çevre ve nesnelerin tasviri örtük metaforlarla bezelidir. Korku atmosferi, totalitarizmin yaşaması için solumak zorunda olduğu oksijendir. Korkunun çürütücü etkisi altında benliğini yitiren bireylerin ve toplumun kendini kanıtlama yöntemi, örgütlü bir halde gerçek dışılığı yüceltme ve zulme körü körüne ortaklıktır. Jurnalcilik bir yurttaşlık görevidir. Devletin düzenli aralıklarla gerçekleştirdiği toplu çıldırma ayinlerine katılmak da öyle. Kişiler sadece buyurulmuş olanları yapmaktan sorumlu tutulmazlar, yapmadıklarının da sorumlusudurlar. Lideri ve onun sözlerini anmadan geçen tek bir gün yok gibidir. Özeleştiri, kişileri hiçleştirme fabrikası gibi çalışır. Herkes devletin veya örgütün insanlığın gerçek kurtarıcısı olduğuna inandırılır. Her şey kendileriyle başlamıştır. Yeni bir tarih uydurmak için geçmiş toptan reddedilir. Lider ve ideoloji ebedi ilan edilir. İdeolojik hezeyanlarla yaratılan tarihin içinde ne insan ne toplum ne de insanın binlerce yılda yarattığı değerler vardır. Bu düzende insanın değeri bir nesnenin değerinden öteye geçmez.
Öykünün kahramanı hikâyesine şu gerilim cümlesiyle başlar:
“Martılara bakmak için rıhtımda durup dururken, üzgün yüzüm bu semtte devriye gezen bir polisin dikkatine çarptı.”
Polis, anlatıcı kahramanın koluna girmek ister. Aralarında kısa bir diyalog geçer ve öykünün kahramanı tutuklanacağını anlayınca polise bunun nedenini sorar. “Yeter neden var” der polis, “Üzgün yüzünüz. Yasa var, mutlu olmanız gerekiyor.”
Anlatıcı kahraman o anda açlığını hisseder. Hava soğuk ve sırtında bir paltosu da yoktur. Pisliğe bulanmış, tıraşsızdır üstelik. Oysa pak, tıraşlı, mutlu ve karnı tok olmasını buyuran yasalar var. Mutsuzluk suçtur. Üzgün görünmek yasalara aykırıdır. Yasalar ondan, üzgün olsa da, mutlu görünme numarasını yapmasını ister. Kirli ve paspal görünmek bir hoşnutsuzluğun belirtisidir. Bu hoşnutsuzluğun hedefi de tabi ki yasalar ve o yasaların gözettiği düzendir. Bu düzende her şey politiktir. O yıl tarlanın verimsiz olduğunu söylemek bile doğrudan eleştiri ve düzeni kötüleme olarak anlaşılır. Hayat mutlak bir düzen içinde sürdürülmelidir. Hal böyle olunca cinselliğin de bundan payını almaması düşünülemez.
“Önlerinden geçerken, kimi sevgi kışlalarında (Randevuevi) bu çarşamba sırası gelip beden sağlığı ile ilgili zevklerini giderecekler için resmi başlama işareti bulunan tabelaların asılmakta olduğu çarptı gözüme.”
Sokağa çıkan herkes neşe ve sevinçten ölecek kadar mutlu görünmek zorundadır. Mutluluk maskesini evde unutanları ağır hapis cezaları bekler. Sokakta polisin kelepçeleyip götürdüğü bir kişiyi, önce topluluk yasal zorunluluk olarak cezalandırmalıdır.
“Şöyle göz ucuyla bakınca, üzerindeki işaretlerden adamın öğretmen olduğunu çıkardım. Önce yönetmeliğe uyup polisi mecburen selamladı. Sonra görevinin gereğini yerine getirip, üç kez yüzüme tükürdü ve üç kez de ‘Hain domuz’ diye bağırdı.”
Anlatıcı kahramanın bir önceki suçunun nedeni, şimdikinin aksine, gülmektir.
“O zamanki suçunuz?”
“Mutlu bir yüz.”
“Nasıl?” dedi ilk sorgu yargıcı.
“O zaman” dedim “Başkan’ın ölüm günüydü, herkesin yas tutması buyurulmuştu, yüzümdeki mutluluk bir polisin dikkatini çekmişti.”
Beş yıl önce yüzündeki mutluluktan beş yıl ceza aldığını anlatan öykünün kahramanı, bu kez yüzündeki üzüntü ifadesi nedeniyle on yıl hüküm giyer.
Bireyin felaketi olan totaliter düzenlerin ve örgütlerin neredeyse hepsi, başlangıçta bütün topluma özgürlük vaat ederek ortaya çıkarlar. Dünyevi bir eşitliği bile kutsallık halesinin ardına gizlerler. Sonu totalitarizm ile biten bütün hareketlerin başında, genellikle içindeki hırsı dünyayı ateşe vermeye yetecek büyüklükte olan megaloman liderlerin olması hiç de şaşırtıcı değildir. Onlar için insan da toplum da amaçlarına ulaşmada kullandıkları birer araçtır sadece.
Bünyesinde bir toplu iğne başı kadar bile tahakküm ve zorbalık fikri barındıran hiçbir hareket ve mücadele özgürlükle sonuçlanmaz. Olsa olsa içinden sadece zincir ve kölelik ilişkileri filizlenir.