Öğretilemeyen Şeylerin Mimarı: Pelin Özer Söyleşisi
Söyleşi

Öğretilemeyen Şeylerin Mimarı: Pelin Özer Söyleşisi

Kader Menteş Bolat

Kader Menteş Bolat: Şiir, gezi yazısı, deneme, roman … Birçok farklı türde yazıyorsunuz. Yazma hevesiniz/heveslendirmeleriniz ve çalışkanlığınız hayranlık uyandırıcı! Enerjinizin kaynağını sormak isterim.

Pelin Özer: Çok teşekkür ederim; sorunuz pek çok açıdan yoruma açık. Öncelikle türler arasında mekik dokumayı ve bir türe kendimi mecbur kılmadan ya da böylesi bir zorunluluk varmış gibi hissetmeden çalışabilecek o bağımsız alanı yaratmayı çok önemsiyorum. Hiçbir çerçeveye sığmadan, belli kalıplara hapsolmadan yaratıcı alana kişinin bildiği gibi yayılması bana hayati geliyor. Yazan özne aslında daha en baştan, kendi yazınsal ortamındaki eylemliliğini kurarken bir anlaşma yapıyor. Kimi bunun farkında kimi değil ama mutlaka bir bakış açısı kendini görünür kılmaya başlıyor. Yazmak sadece bazı sözcükleri yan yana getirmekten ibaret olsaydı üzerine bunca düşünce üretemeyeceğimiz gibi yazıda derinlere de pek dalamazdık. Kendini sadece belirgin bir türe hapsetmeden yazınsal alandaki tüm yapıları sözün en inceltilmiş, en derinlikli haline varmak için birer araç olarak görünce keskin tanımlamalar, sınırlamalar, kurallar da kendiliğinden eriyip gider. İşte o boşlukta kaynayan bir damar var ki ben daima onun peşindeyim. O an yazmakta olduğuma en uygun türü, edayı o boşluk bana söylüyor.

 

Enerjinin kaynağı bizzat yazma arzusu ki burada Roland Barthes’a bağlanıp ondan el alabiliriz. “Yazmam İçin On Neden” metninde kendince sıraladığı maddelerden kopya çekmeyi değil de oturup daima kendi maddelerimizi yazmamız, güncellememiz gerektiğini hatırlatarak da yazının sonsuzluğuna bağlanmaktan dem vurabiliriz. İşte tam da oradan doğup her birimizi tek tek beslemekle kalmayıp ister istemez dışarıya da yayılan bir enerjiden söz edilebilir. Onun sahibi de bana göre o biçare yazar değil yazı evreninin kendisi. Dolayısıyla paylaşmak ya da sizde olan bir şeyi başkasına vermekten değil de o kaynağın içinde hep birlikte yaratarak devinmekten söz edilebilir olsa olsa. Yazdıkça, okudukça, sorular sorup beş duyumuzu uyanık tuttukça tükenmeyecek bir enerji kaynağı var hepimizde.

 

“Öğretilemeyen Şeyler” fikri nasıl ortaya çıktı? Çok çağrışımlı bir isim gerçekten. Çok güzel, ufuk açıcı bir podcast’ti aynı zamanda.  Geri dönüşler nasıl oldu, bizimle paylaşır mısınız?

Öğretilemeyen Şeyler Atölyeleri’nin tohumu aslında bana gelen bir editörlük atölyesi teklifiyle atıldı. Doğrusu aklımda hiç eğitmenlik yoktu; böyle bir hedef koymamışken bir anda kendimi yeni atölyeler planlarken, özel dersler verirken buldum. Yıllarca bana farklı mecralarda “Hocam” diye hitap edenlerin de bir katkısı olmuş olabilir bu yazgıya.  Bir yandan da “Öğretilemeyen Şeyler Atölyeleri”nin hiçbiri, adı üstünde, bildiğimiz anlamda eğitim vermiyor, kimseye bir şey “öğretmek-belletmek” peşinde değil ve ben hiç de klasik anlamda bir öğretmen değilim. Bu atölyelerde en büyük muradım kişinin temelde kendisinden öğreneceklerine odaklanması ve cevherini, o yaratıcı ve tükenmez damarı keşfetmesine, onunla buluşmasına bir çeşit aracılık etmek. O gün, o telefon sayesinde düşünmeye başladım. Editörlük de yazarlık gibi meslek olmamasının yanı sıra; bir bilirkişinin bir editör adayına aktarabileceği bir öğreti değil. Yazarlığın öğretilemeyeceğine ne kadar eminsem editörlüğün de dışarıdan alınan bilgiyle, sıra sıra dizilmiş diplomayla vb. kotarılabileceğini düşünmüyorum. Bunlar son derece öznel ve iletişime, sinerjiye, yaratıcılığın devingen doğasına, ruhsallığın dalgalarına, kimyaya, simyaya ve daha nelere nelere dayalı alanlar.

 

Atölyelere başlarken, nasıl bir içerik oluşturabileceğimi düşünürken asıl gerçekleştirmek istediğimin “Kendinin Editörü Olmak” gibi bir deneyim aktarımı olduğunu fark ettim. İlk öyle doğdu benim çoğul çalışmalarım. Yazarların ve yazar adaylarının kendilerinden bir editör oluşturduklarını varsaydım; daima ihtiyacını duyduğumuz en faydalı rehber olurdu bu. Bir yandan da yaratıcı yazarlık atölyelerinin yapmaya çalıştığının tam zıddıydı benim tezgâhımda hayat bulan. “Yazarlık öğretilemez” diyordum ama kişi niyet ederse ve derine dalmaya yetecek gücü de içinden çıkartabilirse, o güçle sıkı bir temas kurarsa kendi cevherine, o tamamen kendine has biricik öze ulaşabilir. Kendinden bir editör yaratarak bu yetkinliğe erişebilir. Ve o zaman yazdığı da biricik olur; taklit edilmemiş ve taklit edilemez o özün peşinde olanlarla buluşmak istedim. “Kendinin Editörü Olmak” atölyesinin ismi değişti ve “Yazmanın 41+1 Hali”ne dönüştü; “Yazı Aynası: Derin Yazma ve Okuma”, “Yazmanın Şiir Hali”, “Yazmanın Haiku Hali”, “Söyleşi: Gözüm Kulağım Sende”, “Editörlükte İlk Adımlar” derken Öğretilemeyen Şeyler Atölyeleri ve özel dersler giderek gelişiyor. Deneyimlerimden süzdüklerimi paylaşarak o hayalini kurduğum bahçeyi genişlettiğimi duyumsuyorum. Podcast’i çok sevgili bir arkadaşımın pandemi dönemindeki desteğiyle gerçekleştirmiştik ve güzel tepkiler de almıştık. Ancak sonradan işler güçler, hayat gailesi derken bir araya gelemedik ve ben de teknik açıdan yetersiz kaldım. Dilerim yakında yine bu kanalı açarız. Zira atölyeler sağ olsun, konuşma konusunda kendimi eğitmek zorunda kaldım. Yazmaktan pek de ayrı tutamadığım düzeye geldi sanki konuşma eylemi. Ki konuşurken yaratmanın da coşkusu, dinamikleri ayrı.

 

“Haiku” lardan bahsedilince ilk akla gelen isimlerdensiniz. Haiku aşkınızdan bahseder misiniz bize?

Bu aşk gençlikte beni sarmıştı. Lisede karşılaştığım Sami Akalın’ın Japon Şiiri antolojisinde keşfettiğim bu tür öylesine etkilemişti ki beni, kısa şiirler kılığında sızmıştı defterime. Ama otuzlu yaşlarımın başına dek haiku formunda bir şiir kaleme almamıştım. Otuzumda on yıllık bir aradan sonra yeniden başlayan yazınsal üretimime damga vuracağını doğrusu ben de bilmiyordum. Oruç Aruoba’nın, beklenen ve içten içe çağrılan ustanın Gümüşlük Akademisi’nde karşıma çıkmasıyla haiku yazmaya başladım. Hece ölçüsünü onun bana hatırlatmasını rica ettikten sonra bir gece otobüsünde başlayan haiku mesaisi yirmi yıldır sürüyor. Beş bini aşkın haiku… Ama tabii rakamların hiçbir önemi yok; haiku yazan biri olarak söz almanın ya da haiku yayımlamanın da öyle. Benim için en önemlisi haiku yazma-okuma-duyumsama halinin hayatıma, bana ve çevreme kattıkları. Haiku bir “hâl”dir ve hiç yazmadan, sadece okuyup duyumsayarak da o alana dahil olabilir kişi. Bu bir çeşit buluşma aynı zamanda. Sadece doğayla da değil üstelik. Hatta sadece insanla, ruhsallıkla, dünyayla da değil. Evrenle, adlandırılamayanla, boşlukla ya da boşluk sandığımızla buluşma… Daha ne çok şey söylenebilir ama şununla tamamlamaya çalışayım: Haiku yazınsal bedenimin kalbidir. Haiku egoyu siler, yazanı şair kılmaz. Okuru ve yazarı eşitler. Yazınsal alanda her şeyimi elimden alsalar, adımı da silseler; bir tek haiku kalsa, eminim hiç yoksunluk çekmezdim.

 

Şair/ şiir ve mülkiyet ilişkisi hakkında görüşlerinizi merak ediyorum. Neler söylersiniz?

Harika. Tam da doğru yerdeyiz. Ne isabetli bir soru ve nasıl güzel bir akış . İlk ve şimdilik tek haiku kitabımın adı Cam Kulübeler. O kulübenin tapusu yok doğal olarak. O kulübe doğaya açılıyor. Ve ben yazarlığı-şairliği, bütün yaratıcı alanları bir mülksüzlük manifestosu gibi görüp algılıyorum, böyle duyumsuyorum. Bir toprağı çitle çevirip oraya bir çatı konduran ve kapısını da sıkı sıkı kapatan-kilitleyen zihniyet yaratıcılığı da imtiyaza götüren yol olarak benimseyecektir. Paylaşıma açık bir evrende ise bunların hükmü olmaz. Kapısı kapanmayan evleri seviyorum; sahibi bulunmayan ya da içinde oturanların sahiplik taslamadığı diyelim… Bana göre evin kendisi bir karakter ve o da bizden bağımsız doğal olarak. Hem bakalım o bizi sahipleniyor mu? Ev bizi sahiplenmeye kalksa biz ona nasıl tepki gösteririz?

 

Bu yaşıma dek gerçek anlamda bir tapum olmadı ama bu barınamadığım anlamına da gelmiyor. “Beyaz Ev” kitabını yazdım ama bu beni o evin sahibi kılmadı. Böyle bir muradı da yoktu o kitabı yazan öznenin. Evle kurulan o çok özel diyalog kendini bir kitaba dönüştürürken tüm aidiyetleri de siler. Mülksüzlük bir bakıma anonim yazar olma düşü. Evet, kitaplarımın, yazılarımın, şiirlerimin üstünde adım yazıyor ama adım belirtilmeseydi de ben o kitapları yazacaktım. Özümde bir haiku şairi, saz şairi gibi köyden köye dolaşıyorum ve konakladığım evlere orada yazdığım haikuları, şiirleri, yazıları bırakıyorum. Ben aracıyım yazarken, hepsi bu. Benim aracılığımla okura ulaşan o sese, söze de sahip değilim. Onlar da bir bakıma benim gibi mülksüz.

 

Latife Tekin Kitabı hayatınızda önemli bir durak. Bu kitabı çok keyif alarak hazırladığınızı biliyorum. Biyografi/otobiyografi yazmanın sizin açınızdan zorlukları ya da keyifli tarafları nelerdi?

Tabii çok önemli, ilk kitap üstelik. Sadece bu bile çok şey anlatır. Keyif aldım tabii ama aynı zamanda çok da zorlayıcı bir deneyimdi. Sadece kitap yazmak değil; bir hayata tanıklık etmek, ortak bir yaşantı inşası. Ki o ilk gün başlayan dostluğumuz gelişerek sürüyorsa bunu ilişkimizin ilk anından itibaren gösterdiğimiz karşılıklı özene borçluyuz. İlk kitapta yolunu bulmak, açmak; kendi yazarlığına bakmak, onu sınamak, olanaklarını ve tıkanıklıklarını netlikle görebilmek, sınırlarını aşmak, türleri duyumsamak, denemeler yapmak vb. derken öyle çok mesele vardı ki. Bir de tabii Latife Tekin Kitabı’nın yapısı, ruhu, dili, kurgusu, tonu vb… Üstelik bunları çok sevdiğiniz, yaratıcılığını takdir edip hayranlık duyduğunuz bir yazarla; onun özel hayatına da temas ederek, habitatında yaşayarak, olabildiğince ona yakın durarak gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz. Hiç kolay değil. Hak etmeniz gerekiyor. Bu konuda kitap yazılsa yeridir. Zaten her kitabın bir de yazılmamış başka bir kitabı var. O kitaplar yazılsaydı yazarları çok daha farklı yönleriyle tanıma şansına erişirdik. Şu an yaptığımız söyleşi gibi alanlar işte bu eksikliği tamamlamaya çalışıyor bir bakıma.

 

Otobiyografi ve biyografi çok sevdiğim, değer verdiğim ve daima gelişmeye açık bulduğum türler. Kendi yazınsal evrenimi de otobiyografik bir yerden kurup geliştirmeye çalışıyorum. Latife Tekin yazarlığı bu açıdan çok önemlidir. Onun yapıtına yansıyan otobiyografik unsurlar da Latife Tekin Kitabı’nın kurgusunda, aurasında önemli yer tutuyor. Öyle bir izlekle oluşturdum yapıyı. Bu bilinçle okunduğunda daha çok katmanını açacaktır okuyucusuna.

 

Şiir fazla sözcük kaldırmayan bir tür. Şiirle bu kadar haşır neşirken romanla yani çok söz isteyen bir türle yollarınız nasıl kesişti?

Sanki bunlar üzerine sizinle daha önce konuşmuşuz gibi hissettim şu an. Hep söylediğim bir şey vardır: Şiir gevezeliği kaldırmaz. İşte bu nedenle roman yazmaya mecbur kaldım. Şiirimi fazla sözden korumak için. Bazen çok sevdiğim şairlerde bile rastlarım tekrarlara; şiir sürekli kendini yinelemeye meyillidir. İyi şair bana göre buna da uyanmış biri. Kendinin editörü olabilmişse o tekrarlara da söz yummuyor aslında. Her sanat dalında böyle; örneğin bir sergiye gidersiniz ve bir de bakarsınız, neredeyse bütün eserler birbirinin aynı. Elbette kasıtlı olarak da böyle bir üretim mümkün ama farkında olmadan bir kör yinelemeye gidilmişse yollar tıkanmış demektir bana göre. Şuursuz tekrar, yaratıcılığın tıkanmasıyla aynı anlama geliyor. Ben de şiiri çoğaltamamak için yazınsal menzilimi geliştirmeye karar vermiş olmalıyım. Bunu planlayarak, bilinçli biçimde yapmadım. Bilinç akışıyla yazmak gibi düşünün, insan gayriihtiyari bazı açılımlar yaratıyor. Bunun eser yaratmaktan çok da farkı yok.

 

Romana gelince: Resmen tatlı bela!  Şiir ne kadar aylaksa, başına buyruksa roman da o kadar planlı-programlı-masa başında oturan-çalışkan-düzenli vb. biri. Benim gibi yürümeye, aylaklığa, bağımsızlığına vurgun biri için bir bakıma ceza. Ama bir nokta geldi ve düzenli olarak romana çekiliyorsam, dedim, eh, o zaman vardır bunun da bir anlamı. Roman resmen gelip bildiğini okuyor ve beni de kendine göre yontuyor. Böyle şeyler söylediğime bakmayın, âşığım bir yandan kendisine. O düzlemi yaratabildiğimde, başına oturup çalışmaya başladığımda gözüm başka hiçbir şey görmüyor doğrusu. Dünya bir yana roman bir yana. Şiir arada kapıyı çaldığında ise kendimce bazı çareler geliştirdim; romana ara veremediğimde onu da pışpışlar gibi romanda ağırladığım oluyor. Bu bir çeşit düzenleme. Hoşuma gidiyor doğrusu. Şu an üçüncü romanımla bu gelgitli ilişkinin içindeyim. Sanki bana şöyle diyor: “Bütün hayatını değiştir, her şeyi bırak, gel bana yerleş. Gül gibi geçinip gideriz.” Bilmem anlatabildim mi .

 

17 Haziran romanınızla 2012’de Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazandınız. Bu ödül, yazın sürecinizi nasıl etkiledi? Ödüllere bakışınızı sorsam…

Ödül aldığımda çok şaşırdım. Tabii her yazar-şair her kitabıyla ödüle hak kazandığını düşünür. Öyle olmasa zaten yazmazdı o kitabı. Bana göre böyle bu. Ama bir yandan da tabii bir ödülde değerlendirilmek, görülmek, beğenilmek, seçilmek harika. Edebiyat ortamımızda öyle çok yıldırıcı hikâye var ki beni ödül aldığımda şaşırtan da adeta o edebiyat ortamında kim bilir kimler tarafından hevesle yazılmış bir “değer bulamama masalına” teslim olmaktı muhtemelen. Her kitabım benim için bir ölüm kalım meselesi. Bunun harika bir hal olduğunu savunmasam da yapabileceğim bir şey yok. Mecbur kalmadan hiç kitap yazmadım. Bu basınçtan çıkan bir yaratının hafife alınması da dış dünyadan onay beklemesi de bir bakıma düşünülemez. Elbette herkes gibi ben de takdir kazanmak, sevilmek, okunmak istiyorum ama bir yandan da biliyorum ki yazarın başardığını düşündüğü bir yapıt, o yapıtın kendisi en büyük ödüldür. O bir şekilde mutlaka yolunu bulur; okuruna da ulaşır, alkışını toplar. Ödülü kazandığımda en başta jüri üyelerinin kitabı okumasına, beğenmesine çok sevinmiştim. Kitabın sıkı okurlarıydı onlar ve kendileriyle temas kurabiliyordum. Ve sonra ödül sayesinde kitap bir baskı daha yapmıştı. Sadece ödül aldığı için kitabınızı okuyanlar var; bu da ödülün kitap ile okur arasında bir köprü olabildiğinin kanıtı. Dolayısıyla ödüllerin olumlu taraflarına odaklanarak ama ödülü nihai bir nokta gibi görmeden yola devam…

 

Son olarak yazınınıza ve gelecek düşlerinize dair söylemek istediklerinizi okuyucularımızla paylaşır mısınız?

Şu an romanımla baş başayız. Bu sefer son derece kararlı roman, bitirmem gerekiyor. Yazınsal üretimin belirli kodları yok ne yazık ki hem kişiye özel hem de her rüzgâra, her etkiye açık. Bir yanıyla çok sağlam ama bir yanıyla da kırılgan. Hayat izin verdiği sürece kapanarak, içimdeki odada kendimi tüm dünya hallerinden soyutlayarak; şiiri bile zaman zaman durdurmaya çalışarak 2020’de başladığım bu romana son noktasını koymak en büyük hayalim şu an. Ve dergilerde yayımladığım şiirler birikti. Romandan kaçarken geçen sene şiire tutulmuştum çünkü.  Liya Lu kadar geciktirmeden bu şiir kitabını yayımlamak istiyorum. Ve tabii hiç durmadan zihnimi kurcalayan yeni kitap fikirleri var. Onları da sakinleştirmeye çalışıyorum şimdilik, derinlerde olgunlaşıyorlar. Sinerji alanları yarattığımız, şiirin performatif olanaklarını araştırdığımız gruplarımız var; ortak çalışmalarımız sürüyor. Öğretilemeyen Şeyler Atölyeleri’nin yeni sezonu başlamak üzere. Çok heyecanlı, hareketli ve dolu dolu bir başlangıç. Her mevsimi, hatta her anı bir başlangıç gibi yaşıyorum.

 

Karnaval Dergi’ye katkınız için sonsuz teşekkürlerimle…

İnceliğiniz, davetiniz, isabetli ve sevgi dolu sorularınız için ben de size ve Karnaval Dergi’ye teşekkür ederim.

 

Pelin Özer

1-7 Ekim 2024, Büyükada