Muharrem Taş’a, utançla ve hayıfla…
Bir Duruşun Romanı: Taş ve Gölge
- 14 Şubat 2025
Muharrem Taş’a, utançla ve hayıfla…
“Dünya dönüyor, evet,
Ama belki de burada,
Bu dağ başında,
Dönmemesini bilmek, daha doğrudur.”
Ferit Edgü
Çizgileri birleştirip harfler yapıyorum, bir araya gelen harfler önce hece, sonra sözcük oluyor, bu sözcüklerle cümleler kuruyorum, yazıyorum, konuşuyorum, kendimi anlatıyorum. Ama sonra, bilhassa kışları, acımı nasıl dile getireceğimi bilemediğim de oluyor, öylece duruyorum, susuyorum, sanıyorum ki susarsam, hiçbir harfi kullanmazsam hani, acım geçer gider. Susuyorum, kendimi anlatamıyorum. Geçer sanıyorum, bu da geçer gider.
Geçmiyor oysa, kalıyor; yalnızca aklım gidiyor, gidip de bir öksürük kışına tutunuyor. Hatmi çiçeği geliyor önce aklıma, türlü şuruplar sonra. Öksürüğe iyi gelebilecek şeyler.
Gidiveren çocuk aklımda, karın inatlı patırdayışlarına rüzgâr esintileri eşlik ederek geliyor. Ahırda duran hayvanların kendilerine özgü seslerini işitiyorum. “Vuhuuu!” eden rüzgâr, köyün ortasındaki cızırtılı hoparlör anonslarıyla atışıyor. Dışarıdaki canlılar bu atışmayla ilgilenmeyip içeriye, içeridekiler daha içe, en içlerde bir yerlere saklanıyorlar. Mevsimler öncesinden başlayan soğuk, kışı haber verirken köpekler ulurcasına havlıyor, kuşların sesleri çok uzaklardan duyuluyor, bir çırpıda okunup bitiriliyor ezanlar.
Bitişiğinde bir tandır odası olan toprak damlı, iki odalı evimizdeki küçük odayı yakmaya başlamadan evvel, kuru gıdaların, sebze meyvelerin, eşyaların, soğuğun olduğu öteki, büyük, odada; konserveleri, yastık kılıflarını, ayakkabıları, un çuvallarını, patates torbalarını, elmalarla portakalları özensizce istifliyor babam ve odanın kapısını kapatıyor. Kapı altına bir minder bırakıyor, soğuk oradan çıkıvermesin diye. Sağda solda duran bu eşyaların üzerine sinen rutubet kokusu, duvarlardan geçerek burnumuza kadar geliyor.
Kış günlerinde evde oturuyoruz maaile. Yaktığımız tek odada yaşıyor, orada uyuyup uyanıyoruz. Yemek yiyor, susuyoruz orada; bekliyor, sıkılıyoruz. Ara sıra sıkılmaktan da sıkıldığımız olunca birbirimizle konuşuyoruz. Bu konuşmalara, konuşmayı sökemeyen kardeşim Muharrem, öksürüğüyle eşlik ediyor. Ara sıra başını camdan dışarıya uzatıp da kışın daha yeni başladığını söylüyor babam; büyük ve küçük zemheriyi anlatıyor hatta, tavandan akan damlacıklara üflenip püflenerek dama çıkıyor, loğ çekiyor. Annemse Muharrem’e bir kazak yapmak için sobanın arkasına oturup örgü örüyor.
Köye sıkışıp kaldığımız yetmezmiş gibi köydeki evde, evdeki odada, tıpkı kavanozun içindeki bit yahut labirentteki fare gibi yaşıyoruz günlerce. Buna söyleniyorum. Kendi kendime konuşunca babam da işitiyor beni ve hep anlattığı hikâyeyi yeniden anlatma fırsatını bulmaktan ötürü memnun ancak yine de onca anlatmasına rağmen beni memnun edememekten de bıkkın bir halde bana bakıyor, bakışlarıyla Çıle[1]’yi yeniden hatırlatırcasına.
Sonuncusunda, tipinin ardından burun kızartan, bıyık donduran soğukların nasıl geldiğini, o sırada dağların çığlığının mezraya iniverdiği ve kar yığınlarının altında kalan insanlarla atların ölüverdiğini anlatıyor. Ardından, bazılarının ölmesinden daha acı olan şeyin, çığın inmesinden hemen sonra, çığ altında kalanların ölmediklerini düşünenlerinin, yardım etmek maksadıyla çığın düşüverdiği yere gitmeleri ve çığın altında kalanları kurtarmaya çalıştıkları sırada, ikinci bir çığın başlaması ve yardım etmeye gelenlerin de bu ikinci çığın altında kalması olduğunu acı bir yüz ifadesiyle tekrarlıyor. Her defasında aynı ilgiyle onu dinlememi bekliyor ancak yüzümde, hal hareketlerimde aradığı bu ilgiyi bulamayınca “Cık cık” ediyor, iç çekiyor. Hayıflandığını anlıyorum ancak bana mı yoksa ölen insanlara yahut atlara mı hayıflanıyor, anlayamıyorum.
Defalarca kez aynı vurgu, aynı tonlama, aynı hareketlerle anlattığı hikayesinin bitivermesinden sonra, hep yaptığı gibi, iç içe geçiriyor parmaklarını; bir süre bekledikten sonra ceketinin cebinden tütün tabakasını çıkarıp da tütün sarıyor o kocaman parmaklarıyla.
Sus pus halde sigarasını somururken can sıkıntımın, bu anlatıyla büyü büyüverdiğini anlıyor ancak yine de anlatamıyorum.
Odanın içine sigara dumanı dolmaya başlayınca Muharrem daha çok, daha çok, daha çok öksürüyor. Annem, öksürükler şiddetlenince babama bakıyor imalı imalı. Sigarasını hızlıca söndürüyor babam.
Soğuk, odaların arasındaki holde dolanırken, sobalı odada, üst üste duran yorganlar, döşekler, palto, eski radyo, poşu, bere, bölmeli çelik soba; sobanın önünde yarım torba kadar kömür, kömürün üzerine atılan asimetrik kesilmiş, kimi küçük kimi büyük odun parçaları, özensizce poz veriyorlar, bu soğuktan nasiplerini alıyorlarmış gibi.
İçeride gümbürdeyen sobayla Muharrem’in öksürük seslerine, ara sıra cızırtıyla da olsa sesini yetiren radyo da katılıyor. Sesler, odadaki turuncu perdelere, içerideki kömür torbasına, odunlara, sobanın üstündeki çaydanlığa yapışıp kalıyor. Sesin varlığına alışmak, hem sessizlikte hem de kara kışta güç şey değil. Alışıyoruz. Muharrem’in öksürüklerine, tıslayan çaydanlıkla cızırdayan radyo sesine. Bir alışkanlıkla sanki yazılı bir rolün gereğiymiş gibi yapıyoruz yapmamız gerekenleri. Bir alışkanlıkla yaşıyoruz.
Muallimin, apar topar izne giderken verdiği ödevi, bir köşede, ufalan kurşun kalemimle jelatini sökük, yırtık pırtık defterime çizgiler çiziktirerek yapıyorum. Düz çizgiler. Eğri çizgiler. Çizgi çizgi çizgiler. Çizgisiz çizgiler.
“Bunlar harf olacak çocuklar.” demişti Muallim. “Zemheriden sonra, bunlar harf olacak.”
Çizgiler çiziktirmeye devam ettiğim sırada, elindeki iğneyle oyayı, minderin üstündeki ören bayan çantasının içine bırakıp ayağa kalkıyor annem, Muharrem’i kucağına alıyor, sırtına vuruyor pat pat. Ateşine bakıyor, bir anda yanmış gibi çekiveriyor sonra elini. Öksürüyor Muharrem. Telaşla babama sesleniyor annem: “Vahap!”
Babam, doğrulmadan hiç, gözlerini kısacık aralayıp bakıyor.
Annem, eliyle Muharrem’i gösteriyor, “Ateşi çoktur!” diyor.
Babam, öksürüklere alıştığından olduğu yerde uyuklamaya devam ediyor. Annem hemencecik ağlamaya başlıyor, Muharrem birkaç defa öksürüyor üst üste. Ben, çizgiler çiziktirmeye devam ediyorum. Düz çizgiler. Eğri çizgiler. Çizgi çizgi çizgiler. Çizgisiz çizgiler.
Annemin ağlayışı, zırıl zırıl bir kıvama gelince homurdanarak ayaklanıyor babam, öylesine dokunmak için Muharrem’e dokunuyor, “Bir şeyi yoktur.” diyor.
Cık ediyor annem, “Bu başka…” diyor, babama yalvarmaya başlıyor, Muharrem’i şehre götürsün diye. Babam, önce direniyor, kara kıştan, soğuktan, zemheriden bahsediyor ama ikna olmuyor annem, diretiyor o da. Atışıyorlar bir mühlet.
Sonunda yenilginin tadı, babamın ağzına bulaşıyor. Razı oluyor babam. Annem hızla giydirmeye başlıyor Muharrem’i. O sırada, çekmediğini bilmesine rağmen telefonu kulağına alıyor babam son bir çabayla ancak nafile: Şebeke yok. Birkaç defa “Alo, alo?” diyor, karşıdan bir ses bekliyor ancak ses alamadığına bir anda ikna olmuş gibi gerisingeri yerine bırakıyor telefonu.
Hızlıca duvar dibine itiverdiği paltosunu atıyor üstüne babam, beresini takıyor, poşusunu bağlıyor. Ben, çizgiler çiziktirmeyi bırakıyorum o sırada. Muharrem birkaç defa daha öksürüyor. Sonra öteki odamıza gidiyor babam, biraz sonra elinde bir torbayla geri geliyor. Kafasıyla Muharrem’i gösterip “Dışarı soğuktur, üstüne kar yağmasın!” diyor anneme. Annem başını sallıyor, torbanın içine bırakıveriyor Muharrem’i. Birkaç yerinden deliyorlar torbayı, Muharrem nefes alabilsin diye. Benim aklıma, evvelsi, annemin “Uyuyan üstüne kar yağar.” dediği zamanlar geliyor. Bir nefes de ben alıyorum, alabiliyorum.
Babam, torbayı sırtlanıyor sonra, annemle kapıya kadar geçiriyoruz onları. Kapıyı açınca gözlerimizi alıyor ışıma. Yüzümüze soğuk ve rüzgâr, aynı anda vuruyor. Üstelik beyaza, bembeyaza dönüvermiş her yer. Gözlerimi kısıyorum. Torbanın içinden Muharrem’in öksürüğünü duyuyorum.
Babam önden, karlara basa basa ilerliyorken ezilen kar sesleriyle Muharrem’in öksürüğü arkadan gidiveriyor, uzaklaşıyor, kısık gözlerimin aralığında ufalı ufalıveriyorlar.
Odaya dönüyoruz annemle. Saatler geçmiyor.
Çizgiler çiziktirirken uyuyakalıyorum. Saatler geçiyor.
Kapı sesine uyanıyorum sonra: tak ve tak!
Önce kapının açılış sesini duyuyorum, ardından annemin sesini:
“Torba nerde Vahap?” Gelenin babam olduğunu anlıyorum. Babamdan bir ses yok.
Yeniden annemin sesi sonra:
“Muharrem nerde Vahap?” Babamdan yine ses yok.
Aklım başıma geldiğinde, birleştirdiğim çizgileri bozuyor, cümleleri, sözcükleri, hecelerle harfleri yıkıyorum. Öksürük kışını düşünüyorum önce. Sonra hatmi çiçeğini, türlü şurupları. Öksürüğe iyi gelebilecek şeyleri.
Yıllar oldu hâlâ babamdan bir ses yok. Oysa içimde kaskatı, donuk bir acı durup duruyor olduğu yerde.
[1] Çıle: Zemheri