Otuza İki Kala
Öykü

Otuza İki Kala

Usame Yördem

“Belirsizlik zalimse bunun sebebi,

Kesinlik ihtiyacının pek çok insan için

Mutlak ve vazgeçilmez olmasıdır.”

Clement Rosset

Hiçbir şeyin kıyısına gelebilecek gibi değilim. Hiçbir şeyin kıyısından geçebilecek gibi de değilim. Her şeyin ortasındayım sanki. Epey kaçırdığım bir baş, varmama daha çok mesafenin olduğu bir son arasındayım belli belirsiz. Bendeki, yaşamı anlama yahut yer kürede bir yer edinme çabası ve biliyorum ki bu, bütün maddelerden daha zehirli, bütün ilaçlardan daha tesirli ve elbette ki, yirmi yaşlardan uzaklaşmaktan çok otuzlu yaşlara yaklaşmak kadar da ürkütücü bir şey. Yine de bu ürkütücülük, işe gitmeme mâni değil ve varoluş sancıları, yeterli bir mazeret görülmüyor. Haliyle uyanıyor ve hazırlanıp dışarı çıkıyor, yokuştan aşağı gelince kornaya basan servise biniyor, içeridekilere kafa selamı veriyorum ve yerime oturduktan, derin derin soluduktan sonra neredeyse yolun yarısı bitmiş oluyor. Mezarlığın oraya geliyoruz ve eliyle işaret edip “Fehmi, bunlar da servise binmişler midir?” diye gülerek soruyor Cevat Abi

 

Dönüp mezarlara bakıyor, üzerlerinde yazılan yazıları okumaya, isimleri seçmeye çalışıyorum. Mezar taşlarındaki isimleri okumanın unutkanlık yaptığını unutup oracıkta, birbirinden başka mezar taşlarının, birbiri üzerine nasıl çöktüklerini, kimi rampada kimi düzlükte yer buluvermiş cesetlerin ve birbirlerinden hiçbir farkları olmayan bu toprakaltı insanlarının, ölünce herkesin bir diğerine benzemesine örnek iştigal ettiklerini, ahım şahım hayattan geriye, dünyanın ahengini hatırlatan hiçbir şeyin kalmadığını ve tantanaların ve debdebelerin, nasıl da uzun, keskin bir sessizliğe büründüğünü, yaşamak denen çetrefilin çok gereksiz bir detay gibi ayaklarımıza dolanıverdiğini, içinde bulunduğumuz durumlardan ibaret sandığımız ömürde, onca tökezlemenin mutlaklığını düşünüyorum.

 

Cevat Abi’ye dönüyorum sonra ve uzun uzadıya cevaplamıyorum onu, cevaplamak istemiyorum. Yalnızca “Belki…” diyorum. İstediği cevabı alamadığından suratı asılıyor onun. Gönlünü almak ve sırf bir şey daha demiş olmak için, “Abi,” diyorum “sen ölmekten korkuyor musun?”

 

Benden yana çevirmiyor yüzünü ama dikiz aynasından görebiliyorum onu. Kaybolan gülüşünün yerine geçivermiş asık suratına eşlik etmesi için kaşlarını çatıyor, o sırada direksiyonu sağa sola çevirmeye de devam ediyor. Arka koltuklardan Şefik ile Hafız’ın gülüşme sesleri geliyor. Gözümü kapayıp camın dibi sıra geçiveren ağaçların hışırdayışlarını tahayyül ediyorum, sanki başka bir yerde olmam gerekirmiş yahut bambaşka bir yerdeymişimcesine.

 

Işıklara geliyoruz. Homurdanarak duruyor araba. Mezarlıklar hemen sağımızda, boydan boya. Ürperiyorum ve yalnızlık denen o sefil, baş döndürücü etkiye kapılırken arabanın homurtusu da ürperişime alkış tutuyor resmen. Işıklarda beklemeye başlarken yanı başımızda bitiveren, bazısı duran, bazısıysa hızla geçiveren şoförlerin, tıpkı önceki şoförler gibi öleceklerini düşünüyorum. Toprakaltı şoförleri olacaklar. Sonra onların yanında geçen bir servisin içindeki tıpkı ben gibi başka birisi, “Acaba bunlardan şoför olanlar da var mıydı, şayet vardıysa onlar kaç yaşında ölmüşlerdi, o yaşları yolun ne kadarı etmişti, onlardan kaçı bir kere dahi olsa âşık olmuştu? Onların aralarında, terk edilen olmuş muydu hiç yahut intihara teşebbüs eden? Kaçı yaşamın dayanılması güç sahnelerine aldırış etmeden mesut bir şekilde nihayete ermişti?” diye sorgulayacaktı. Sonra kendini düşünecekti, kendinin de ölüme meydana okumayışını. “Peki ya ben?” diyecekti “Ben nasıl öleceğim?”

 

Bekleme süresi uzuyor. Derin bir karanlığın içimde buğulanışı, bir nöbet şeklinde sürüyor ve ben, otuzuna iki kalmış biri olarak ölümün zamansız ve ani bir şekilde insanı buluverdiğine dair zerre kadar şüphe duymayan ben, ölüm denen mutlak sondan olabildiğince kaçmak ve hayatın akıcı damarları arasında dolanmak istencinin de bulunduğuna inanıyor, bunun yanında yaşama içgüdüsü veya mana arayışı denen içi dolmaz birçok belirsizliğin de bu inancı törpülercesine insanı delirmekten koruduğunu düşünüyorum. Zira sabah uyandığında, gün içinde öleceğini bilen biri için nasıl yaşanılabilirdi son birkaç saat? Burun buruna kalınan anda, o acıdan, o duygu patlamasından kendini, son dakikalarını nasıl koruyabilirdi ki insan?

 

Onu ölümle karşı karşıya bıraktığım için ürküyor olmalı ki, mezarlıkların oradan geçene kadar hiç konuşmuyor Cevat Abi. Mezarlığın giriş kapısını ardımızda bırakırken onca zamana dek yaptığım yanlışları, tıpkı demin Cevat Abi’ye sorduğum gibi, öylesine sorduğum soruları getiriyorum aklıma ve anlıyorum ki, herhangi bir yanlışı yaparken, olmadık soruları sorarken kendimdim, bendim. Ama bu yine de beni, ötekilerden herhangi biri olmaktan alıkoyamazdı ve ben de tıpkı ötekiler, herkes gibi ölecektim. Mezarların içinde yatıveren, tıpkı ben gibi, seneler evvelinde doğan, acı çeken, büyüyen, hayata anlamlar yükleyen, türlü karşılıklar arayan ve yüklediği anlamların kof olduğunu fark eden ve ölümle burun buruna gelen ve sonunda ölüveren insanlar gibi olacaktım. Korkunç bir başınalık, böyle bir şey olsa gerekti.

 

Bir süre konuşmuyoruz Cevat Abi’yle. Arkadan, Şefik’le Hafız’ın tartışma sesleri geliyor. Hararetli bir şekilde borsadan konuşuyorlar. O an, yaşamdaki her şeyin benimle olan ilgisini yitirdiğini, üstelik keşfediverdiğim bu şeyin, bayağı bir histeri nöbeti olduğunu ancak ve ancak yavan duygulara bürünüp de onların ardına gizlenerek mesut olabileceğimi, böylece hayatı sürdürebileceğimi düşünerek birden irkiliyorum. Belki de ölmekten asıl korkan bendim ve aklımda yer ediniveren onlarca anın hücumuna uğramış olmaktan, esasında mağlubiyeti tatmaktan ötürü derin bir inkisarın kollarına atılı halde buluyordum kendimi. Kim bilir…

 

Seyir halimiz sürüyorken, yaşadığım her şeyi yaşayanın ben olduğunu biliyorum. Pişman değilim ama belki de başka türlü, başka çeşit de olabilirdi. Milyarlarca ihtimalden herhangi birinin gerçekleşerek beni var ettiğini, yaşamımı şekillendirdiğini biliyorum fakat başka türlü bir hayatın içinde de kendimi düşünmeden edemiyorum.

 

Mezarlığın sonu geliyor ve bitiminde, sağda duruvermiş bir belediye otobüsünü görüyoruz. Cevat Abi, “Ekrem bu,” diyor. Gördüğümüz, yolda denk geldiğimiz herkesi tanıyor olduğundan artık garipsemiyorum bu huyunu. Ona, bu konuda herhangi bir soru da sormuyorum. Kendisi, bir soru sormamı da beklemiyor zaten. Çünkü biliyorum ki, bir şey sorayım ya da sormayayım, onun için fark etmeyecek, o her türlü anlatacaktır olanı biteni. Yaşam da böyledir ya, ben olayım olmayayım, hiç fark etmez, hep sürer gider.

 

“Bu Ekrem’ler dört erkek kardeştiler.” diyor. İçimden “Şu an değiller mi, şu an kaç kardeşler?” diye sormak istiyorsam da araya girmiyorum. Devam ediyor. “Biri polis, biri asker, öteki kaymakamdı.” “Ekrem niçin şoför olmuş?” diye sormuyorum ve o da “Okumak istemedi zaar.” demiyor. “Bunlar bizim köylülerdi.” diyor. “Babaları büyük adamdı hatta. Bunlar, tatillerde köye geldiklerinde, babalarının göğsü kabarırdı. Ne kazandıysa çocuklarının eğitimine harcadı. Kendi de tacir miydi neydi, öyle bir şey işte…”

 

Direksiyonu sallamaya devam ediyor. Işıklara özen gösteriyor ve sarı ışıkta geçmemeye çalışıyor, önceki hafta sarı ışıkta geçtikten sonra kendisine ceza yazıldığından.

 

İş yerine giden dönemece geldiğimizde, kısacık öksürüp “Babaları, bütün çocuklarına E harfiyle başlayan isimler verdi.” diyor. Bir an, E harfindense çocukların hepsinin erkek oluşu gidiyorsa da tuhafıma, muhabbeti dallandırmak istemiyorum. Ne anlatırsa anlatsın, bir şey sormayacağım diye zorluyorum kendimi. “Biri ihraç oldu.” diyor. “Hangisi?” diye sormuyorum. “Biri emekli oldu.” diyor. “Hangisi?” diye sormuyorum. Dikiz aynasından, yüzüme dalgın dalgın baktıktan sonra “Biri de intihar etti geçen aylarda.” diyor. Dayanamıyorum artık, merakımdan çatlıyorum çünkü.

 

“Hangisi?” diyorum. “Ne hangisi?” diyor. “İntihar eden,” diyorum “hangisiydi?” Gülüyor, “Sence?” diye soruyor. Durmadan gülmesi sinirimi bozuyor. Ölümün şakası olurmuş gibi davranıyor sanki. Korkmuyor mu acaba ölümden?

 

Çocukları düşünüyorum. İsimlerinin neler olabileceğini, babalarının onları nasıl karıştırmadığını, hangisinin intihar etmiş olabileceğini düşünüyorum. Polis ve askerin, silahlı olmalarından, intihara daha çok yakışacaklarını düşünüyorum. İkisinden biridir kesin, diye geçiriyorum içimden. İntihara yakışmak diye bir şey vardır belki.

 

İş yerine varmak üzereyken, camdan dışarı bakıyor ve orman ağzındaki kaldırım taşlarının üzerinde, sakat ayağıyla seke seke ilerleyen birini görüyorum. Yanından hızla geçiveriyoruz onun ve onu öylece kaderine terk ediyormuşuz gibi geliyor. İçimde, mezarlıktan beri beni takip eden korkunç ayak sesleri pat pat pat yürüyorlar. O toprakaltında, sakatlara da yer yapılmıştır kesin. Yeriymiş gibi, bunu düşünüyorum. Bir korna sesi geliyor o sırada. Ardımızdaki, yol isteyen araca yol veriyor Cevat Abi. Her şey böyle kolay olsa keşke.

 

Dakikalar sonra iş yerine varıyoruz. Şefik’le Hafız atlıyorlar aşağı arka arkaya. İçeride Cevat Abi’yle ben kalıyoruz ve tam ineceğim sıra, dönüp Cevat Abi’ye bakıyorum, yine gülümsüyor.

 

Bir şey demeden iniyorum aşağı. Ardımdan kapı kapanıyor gürültüyle ve aşağıdayken, iş yerinin kapısına doğru, ötekilerden birkaç adım arkadan giderken, öylece olduğum yerde durup dururken neyi kanıksamam gerektiği dahi belli olan bir yaşam içinde, şaşırma refleksimi diri tutmanın onlarca yolunu denemiş olmanın bana hiçbir netice vermediğini kavrıyor ve düşünüyorum ki, tüm bunların müsebbibi bendim ancak yine de kendim dışındaki her şeyi sorumlu tutmayı çok isterdim. Çünkü kendimle savaşım, ötekilerle olandan daha uzun sürüyor.

 

Birkaç adım atıyorum. Hangisiydi acaba intihar eden, bunu düşünüyorum. Birkaç adım daha. Hangisiydi? Birkaç adım daha. Dayanamıyorum.

 

Cevat Abi, iş yerinin önünden dönüş alırken geri dönüp koşturuyorum. Ayaklarım birbirine dolanacak sanki. Tam geri dönüp gideceği sıra, önüne atlıyorum servisin. Gülümseyerek kapıyı açıyor Cevat Abi, beni bekliyormuş gibi. İçeri hiç girmeden, nefes nefese “Cevat Abi,” diyorum “kaymakam mıydı intihar eden?”

 

Etrafa bakıyor, gülüyor sadece. Bir şey demeden kapıyı kapatıyor sonra. Homurdanarak uzaklaşıyor araba. Aramızda birkaç metrelik mesafe açılınca kısacık kornaya basıyor.