“Çankaya Cumhuriyet Roman ve Öykü Günleri Üzerine”
Çankaya roman ve öykü günleri denilince insanın gözünde sayısız yüz beliriyor. Sadece ismin kendisi bile satır ve dizelerin arasında gizlenen hatırlayışları beraberinde getiriyor. Sevgi Soysal’da ışıklanan Sakarya Caddesi’ni ve Yenişehir’i; Orhan Veli’nin kaçamak yolculuklarını, Yakup Kadri ve Falih Rıfkı’da göveren ilk Cumhuriyet yıllarını; Cemal Süreya’nın555K’sını, Ahmed Arif’in merhabasını ve daha nicelerini anımsıyoruz. İşte böylesi düşüncelerle geçmişten geleceğe bir yolculuk daveti gibiydi etkinliğin adı. Üç gün süren ve çeşitli oturumlardan oluşan bu etkinlikte zamanlar arası beklentilerimin birçok açıdan karşılık bulduğunu söyleyebilirim. Başkentin, böylesi nitelikli etkinliklerin artırılmasına ihtiyacı var. Geçmişte, Rüzgârlı Sokak’a yayılan yayınevlerinden, gazete bürolarından Gençlik Parkı’na ve Kızılay’a uzanan adımları sıklaştırmak, bu kentin kültür sanat alanındaki üretici kimliğini güçlendirecektir.
Genel girizgâhtan sonra şunu hemen belirtmekte fayda var. Oldukça kapsamlı ve doyurucu oturumlardan oluşan bu etkinlikteki her bir konuşmaya maalesef ki değinemeyeceğim. Bir defa, etkinliklerin çoğuna katılmakla birlikte arada kaçırdıklarım da oldu. Öte yandan bu yazı, etkinlik kapsamında ilk bakışta birbiriyle bağlantısız gibi görünen ya da çok çok dolaylı olarak bağlantılı olduğunu düşündürtenkimi başlıkları değerlendirmek amacıyla kaleme alındı. Söz konusu başlıkları kimi zaman bir araya getirerek kimi zamansa ayrıştırarak tasniflemeye çalışacağım. Şüphesiz ki, genel tartışma başlıklarının bende uyandırdığı çağrışımlar ve kendi çıkarsamalarım üzerinden ilerleyeceğim.
İlk günün “Yazın Bize Ne Söyler” başlıklı oturumunda Sevgi Özel, Ülkün Tansel ve Kemal Ateş’i dinleme fırsatı buldum. Yazının toplumsal içeriğini dil bilinciyle sentezleyen bu oturumda, yazarın dilbilimsel gelişimi için başvurulabilecek kimi kaynaklardan bahsedildi. Yazıya altlık oluşturacak başlıklardan birisi bu olacak. Bu konuyu, ikinci günün “Geleceğin Yazını” başlıklı oturumuyla karşılıklı tamamlayıcılık kapsamında değerlendireceğim. Tamamlayıcılık tezin kendi içerisinde olabileceği gibi tez ve anti-tez tamamlayıcılığı şeklinde de tezahür edebilir tabii ki. Bu kapsamda sentezi okuyucuya bırakırken daha ziyadesiyle de bahsi geçen ikinci oturumdan yola çıkabileceğimi söyleyebilirim. Oturum; Yalın Gündüz, Güven Baykan ve Tolga Aydoğan gibi genç isimlerin sunumlarıyla zenginleşen bir içeriğe sahipti. İnsanın yapay zekâyla, post-insan tasavvurlarıyla, makine öğrenmeyle ilişkisinin edebiyata yansımaları etrafında dolanırken geçmişe yönelik bir arka plan değerlendirmesini de içeriyordu. Sesli kitap, sanal kitap okuyucular gibi basılı kitap alternatiflerinin yanı sıra gelecekte bir alternatif olarak ortaya çıkabilecek sanal gerçeklik gözlükleri ile desteklenebilecek yeni görsel okuma ortamlarına ilişkin olasılıklara değinildi. İki oturum arasındaki bağlantıyı tesis ettiğim nokta da tam burada ortaya çıkıyor. İlk oturumda dilin olanaklarını genişletmeye ve yazının bize ne söyleyeceğini gerek dilbilimsel gerek toplumsal gerekse psikolojik olarak değerlendiren sunuşlar, yazarın sorumluluğu tartışmalarını beraberinde getiriyordu. Dilin yerele indirgenen değil ama yereldeki farklılaşmaların dahi izini süren serüvenine değinildi. Yolculuk denilince buradaki kılavuz ve pek tabii ki sorumlu kişi de bizatihi toplumsal bir birey olarak yazarın kendisiydi. Dağarcığın ritim itibariyle hem eşzamanlı hem de artzamanlı genişletilmesinin yanı sıra mekânsal olarak da farklı coğrafi söyleyişleri damıtıp merkezileştirme eğilimleri değerlendirildi. Tam bu noktada, yapay zekânın yatay ve dikey olarak dili ve tarihi bilgi birikimini kapsayıcı, sentezleyici ve filtreleyici rollerini hatıra getirmek gerekiyor. Biz bugün, 1950’lerden beri önce görsel sanatlarda, sonraysa yavaş yavaş dilsel sanatlarda etkisini gösteren, yaygınlığını artıran bir yapay zekâ ilerleyişinden bahsediyoruz. İlk başta basit komut ve kontrol mekanizmaları ile mimariye ve proje çizimlerine destek niteliğinde kullanılan bu dijital yapı, zaman içerisinde süper zekâ algoritmaları ile birleşerek kendi metinsel üretimini ortaya koymaya başlamıştır. Dijitaldeki kelime ve üretimsel sanat araçları karşısında sanatçının konumlanışı nasıl olacaktır ve sorumluluğu yeniden tanımlanacak mıdır? Bu başlıklar iki oturumun sentez sorusu olarak ortaya çıkmakta. İnsanın belirli zaman ve uzamdaki aklı yatay ve dikey olarak ne kadar çeşitlenme eğilimi taşısa da devasa veri ortamlarından beslenen yapay zekâya karşı bir varlık gösterebilir mi? Üstelik dijital yapılar duygu örüntülerini yansıtmada (henüz) insan kadar başarılı olmasa da kendilerine ait bir biçem oluşturma yolunda adımlar atıyor. Bu noktada makine öğrenme, nöral ağlar ve birbirleriyle konuşan toplulaştırılmış veri kümeleriyle iletişim hâlindeki yapay zekâ,insanın önüne kendi biricikliği ile çıkabilir mi? Peki çıkarsa bu topyekûn yadsınabilir mi? Ortaya çıkacak ve bir ölçüde kolektif ama ortalama insan bilgisine dayanacak bu süper zekâbirimleri verili ortalamalara mı eklemlenecek yoksa yeni sıçramalar mı gerçekleştirecek? Bu ve benzeri çoğaltabileceğimiz birçok soru var oturumlardan kendi adıma çıkarttığım. Yapay zekâ kendi sentaksı ve mantığı ile edebîeser örüntülerini önümüze sürdükçe okurun estetik algısı da buna uyumlanır mı ya da şimdi insanın kodladığı yapılar, ileride insanı kodlar mı gibi başlıklar başka başka ufuklar açıyor. Tam da bu ufuktan hareketle gerçeklik, hatta hakikat kavramlarına doğru yol alabiliriz. Çünkü insanın olduğu kadar, hatta ondan çok da fazlasıyla bir biriciklik sınavı olacak yapay zekânın da.
Üçüncü gün “Yazarlara Yol Açıcı Yazarlar” oturumunda Sevgican Yağcı, Gürsel Korat ve İsa Küçük yer alıyordu. Bu noktada Gürsel Korat’ın edebiyat açısından çizdiği genel çerçeve de söz konusu soruları tarihsel perspektifte başka türlü değerlendirme olanaklarını ortaya çıkarttı. Korat, akıl ve esriklikle yazan edebiyatçı ayrımını Aristo ve Sofokles ayrımı ile temellendirdi. Benzer ayrıma başka edebî kaynaklarda Apollon ve Dyonissos ayrımı olarak da rastlamak mümkün.Toplumculuk ve gerçekçilik etkisindeki yazın ister istemez ilkini esas alsa da ustalıklı bir yazar her ikisi arasında bir denge oluşturma çabasını gütmektedir. Buradaki çabanın kendisi bile ilk gruptakiler için akıl yoluyla belirlenen bir kurmacadan ibarettir. Tahmin edildiğinin aksine gerçekçi sanatta akım ve eğilimlerinin bu esasa göre yapılandırılması yaratıcı evreni daraltmaz aksine uçsuz bucaksız bir yapıya büründürür. Yaşar Kemal’in ve Orhan Kemal’in Çukurova’yı ustalıkla anlattığı eserlerinden yola çıkarak Korat, kendisinin Kapadokya’nın romanına açılan penceresinden örnekler verdi. Gerçekçilik hayatın kendisi gibidir ve her daim bir savaşı, yıkımı ve yeniden yaratımı bünyesinde barındırır. Dolayısıyla insan yaratısı gücünü maddenin analizinden de alsa öznel zenginliği ile hayata katkıda da bulunur. Yani Orhan Kemal eserlerinde Çukurova’nın maddi koşullarından yola çıkmıştır ve ondan beslenmiştir. Ancak, Çukurova da Orhan Kemal’den, Bereketli Topraklar Üzerinde romanından beslenmiştir. İflahsızın Yusuf, Pehlivan Ali ve diğer kahramanlar olmadan Çukurova artık eksik kalacaktır. İşte yapay zekâ ve insan yaratıcılığı arasındaki denklemde yanıtlanması gereken sorulardan birisi de bu olacaktır. Yapay zekâ verili olandan yola çıktığı kadar, verili olana etkide bulunabilecek midir?Lukacs’ın gerçekliği olduğu gibi değil müdahaleci olarak analiz eden gerçekçi sanatçı tanımından yola çıkarak Yoksulluk ve Yoksunluk oturumunu ele alabiliriz.
Yoksulluk ve Yoksunluk oturumunun konuşmacıları Özcan Karabulut, Erdal Atıcı ve Alper Akçam’dı. Özcan Karabulut edebiyat alanına temel oluşturan sosyolojik etmenlere değinirken çocuk işçiliği, sosyal dışlanma, ötekileştirme gibi kavramları ön plana çıkarttı. Alper Akçam sunusunda daha çok edebî ve estetik bir çerçeve çizdi. Erdal Atıcı’nın sunumu da yoksulluğun edebiyata yansımalarını Köy Enstitülü yazarlar ve dönemin bugüne de altlık oluşturan aydınlanmacı mirasıyla bağlantılı bir şekilde ele aldı. Bu noktada, yapay zekâya dönecek olursak organik ve örgütlü aydın arasında salınan yazarın üstlendiği sorumluluk ve müdahaleci bilinç ve edim ne olacaktır? Toplumun kılcal damarları açısından böylesi bir boşluk başka nasıl doldurulabilir? Eren Aysan, Orhan Tüleylioğlu ve Sadık Aslankara’nın katıldığı ve etkinliğin onur konuğu Öner Yağcı’nın merkezinde olduğuoturumda bu konu farklı açılardan dinleyiciyle paylaşıldı. Özellikle, Eren Aysan’ın dile getirdiği ve sonra Öner Yağcı’nın kendisinden de dinlediğim darbe yıllarında cezaevinde bir mücadeleye dönüşen yazı masası hikâyesi de burada son düğümü oluşturabilir. Cezaevinde mücadeleyle kazanılan bir yazı masasının insanın varoluşuna sağladığı katkıyı düşünelim. Sonuca ulaşmak zor olmayacaktır sanıyorum. Adı kimseyi yanıltmasın; yazar, işi sadece yazmak olan kişi değildir. Dijitalin çeşitli adlarla anılan serüveninde de mücadelenin içerisinde soluk alıp veren yazarın biricikliğini taklit edecek bir algoritma, bir post-insan ya da cyborg söz konusu olabilir mi? İnsan mücadele ettikçe insandır ve edebiyatçılar insanlığın en zor teslim alınan gruplarından birisidir. Baştan teslim olanlarla yapay zekâ arasındaki mücadeleyse zaten bizim cenahın ilgisi dışındadır. Yazarın varlığı mücadelenin ışığında anlam kazanır. Böylesi bir yazarın masasıysa en dar zamanlarda dahi dimdik ayaktadır.