Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
“Cynthia’ya ve güneşli, güzel günlere”
On dokuzuncu yüzyıl sonrası edebiyat ve felsefe geleneğinde (bunu pekâlâ daha gerilere götürme şansımız vardır) yaratılmış sanatsal anlatılar, varolma biçimleri bağlamında pek çok sorunsalı kendilerine dert edinmişlerdir. Bu sorunsalların en başında zaman, uzam ve biçim unsurları gelir. İlkçağ felsefesinden beri özellikle varlık felsefesinin cevaplar aradığı “Zaman nedir? Uzam nedir? İnsan zamanın içinde mi var olur yoksa zaman insanı mı var eder? Zaman insan zihninin kurguladığı bir yanılsama mıdır? Uzam ile zaman birbirini yaratır mı? Zaman uzamın içinde, uzam da zamanın içinde mi var olur?” gibi sorular bu anlamda önemlidir. On dokuzuncu yüzyıl ve sonrası edebî anlatılarının pek çoğu da bu sorular çerçevesinde yaratılmıştır.
1976 yılında yayımlanan ilk romanı İş Sürgünleri/Memeleri Büyüyen İşçi ile sosyal gerçekçi bir edebiyatı ve sosyalist dünya görüşünü benimseyen Güney Dal, bu romanında “ezilen, sömürülen insanı, bir konu bütünlüğü ve zamandizimsel anlatım içinde” öykülemiştir. (Ecevit, 2001b: 164) Ecevit, bunun sebebini yazarın birinci kuşağı temsil etmesine ve Almanya’daki Türk insanının “yaşadığı kültür şoku, farklı kültürlerle uyuşmazlığı, dışlanmışlığı, yabancılığı” (Ecevit, 2001b: 163) anlatma gereğini kendinde hissetmesine bağlar. Eser, 1974 yılında Ford fabrikalarında on bin Türk işçisinin katıldığı sendikaların denetimi dışındaki bir grevi anlatır. Buna karşın 1979 yılında yayımlanan E-5 romanı, Dal’ın edebî yaşamındaki radikal değişimin az da olsa sinyallerini verir. Yazarın kendi ifadesiyle “emeği peşinde, karnını doyurma uğraşı içindeki insanın dünya içindeki yalnızlığı”nı (Dal- Arolat, 1988: 65; Ecevit, 2001b: 164) anlatan bu roman, “geleneksel- gerçekçi anlatımın zamandizini; geriye dönüşlerle, anılarla, Çanakkale Savaşı öyküleri ve fantastik yatır söylenceleriyle” (Ecevit, 2001b: 165) delmeye başlamıştır aynı zamanda. Geleneksel gerçekçi anlatının zamandizininin kırılması, dilin gerçekçi boyutundan koparılarak yer yer Öztürkçe endişesiyle oluşturulması ve bu endişenin kimi yerlerde yerini masalsı, mitik, destansı bir dile bırakması önemlidir. Dal’ın 1976-1983 yılları arasında kaleme aldığı öyküleri Yanlış Cennetin Kuşları adı altında 1985 yılında yayımlanır. Yanlış Cennetin Kuşları, yazarın toplumcu gerçekçi söylem ve edebiyattan nasıl koptuğunu daha somut bir şekilde gözler önüne serecektir. Bunu Merhaba Berlin isimli öyküsünde görmek mümkündür. Merhaba Berlin’in anlatıcısı, bir yerde şöyle der:
“Onları artık düşündüğüm, dert ettiğim yok. ‘Onları’ dediğim: Buradan çalışmaya gelmişlerdi (…) Şimdi birazcık sanat yapmama izin verirseniz (…)” (Aktaran: Ecevit, 2001b: 166)
Tüm bu dirsek temasları Dal’ın farklı bir arayış içindeki yazar kimlik anlayışını oluşturmaya başladığını gösterir. 1988 yılında yayımlanan Kılları Yolunmuş Maymun romanında modernist ve postmodernist unsurları birbirine harmanlamasıyla Ecevit’in deyişiyle “modernist ögelerden yalıtıp postmodernist eğilim ve unsurları” (Ecevit, 2001: 92) anlatısına sokan ilk Türk yazar olarak anılmasına sebep olmuştur. Ecevit, Kılları Yolunmuş Maymun ile birlikte 1999 yılında yayımlanan Fabrikada Bir Saraylı’yı da bu avangardist eğilime dâhil eder.
Dolayısıyla bizim burada çözümlemesini yapacağımız Kılları Yolunmuş Maymun, deneysel bir romandır ve Türk edebiyatının ilk bilinçli postmodernist anlatılarından biridir. Bu büyük geleneğe kısa bir süre sonra Orhan Pamuk’un, Selim İleri’nin, Buket Uzuner’in, Ayla Kutlu’nun, Nedim Gürsel’in, Erhan Bener’in, Peride Celâl’in, Pınar Kür’ün, Hilmi Yavuz’un, Hasan Ali Toptaş’ın, Metin Kaçan’ın, Leylâ Erbil’in ve Bilge Karasu’nun bazı anlatıları da eklemlenir. Fakat Dal’ın Kılları Yolunmuş Maymun’u, biçimsel açıdan Türk edebiyatında eşi benzeri görülmemiş bir ilk romandır. Ecevit, “verilen sayfa numaralarının yeniden düzenlenmesiyle, kendisinden üç alternatif metin üretilebilmektedir. Alman Piper yayınevi, 1988 yılında yayımladığı bu romanın, sayfaların iki-öne-bir-geriye ritmik düzenlemesiyle oluşturulmuş alternatif okumasının Almanca çevirisini Janitscharenmusik (Yeniçeri Müziği)” (Ecevit, 2001: 92) adıyla 1999 yılında yayımladığını belirtir. Kılları Yolunmuş Maymun için aynı yerde Ecevit, dünya genelinde bir düz bir de alternatif okuması basılan ilk metindir, der. Buna karşın Ecevit’in bu iddiasının doğru olmadığını, bir düz bir de alternatif okuması basılan ilk metnin 1968 yılında yayımlanan Cortázar’ın Ruyuela (Seksek) isimli metni olduğunu burada belirtmekte fayda vardır.*
Kılları Yolunmuş Maymun seksen yedi bölümden ve üç yüz altmış sayfadan oluşan bir metindir. İlk sayfadaki Klavuz Söz başlığı altında yazar, okuru metni nasıl alternatif biçimde okuyabileceği konusunda yönlendirir:
“Bu kitap tek bir roman olarak okunabileceği gibi, iki ayrı roman olarak da okunabilir.
Okuyucu bu kitapta üçüncü bir roman okumak isterse, bölüm altlarındaki sayıları izlemesi gerekecek.
Okuyucuya yardım olur amacıyla bölüm sayılarını bir kez de topluca veriyoruz.” (Dal, 1988: 7- Bundan sonra eserden yapılacak alıntılar bu metinden olacaktır bu sebeple alıntılarda salt sayfa numaraları verilecektir. U.Ö.)
Peki, yazar bölüm sayılarını ve alternatif okumaları neye göre planlamıştır? Bu soru, karşılığını ilk olarak 43. bölümde (209- 212) bulmaya başlayacaktır. Burada, “mehter musikisinden” bahsedilmektedir. Mehter musikisinin ritimleri, 87. bölümde çözüme tam manasıyla kavuşur:
“Canı sıkılıp başka bir roman daha okumak isterse, bu kez de son okuduğu ‘Kılları Yolunmuş Maymun’u mehter vuruşları ile düzenler, verirsin eline (…) Aslolan ritim!.. Nasıl olsa bizim var artık!..” (360)
“Canı sıkılıp başka bir roman daha okumak” isteme ihtimali olan anlatıcı, yazar ve okur; kahramanın matruşka diye adlandırdığımız şekilde iç içe geçmesinden dolayı Ömer Kul isminde somutlaşan dişil okurdur. Kılavuz Söz’de yazar, bu ritimleri,
“1 – 46 – 2 – 3 – 4 – 47 – 5 – 48 – 49 – 50 – 6 – 51 – 7 – 8 – 9 – 52 – 10 – 53 – 54 – 55 – 11 – 56 – 12 – 13 – 14 – 57 – 15 – 58 – 59 – 60 – 16 – 61 – 17 – 18 – 19 – 62 – 20 – 63 – 64 – 65 – 21 – 66 – 22 – 23 – 24 – 67 – 25 – 68 – 69 – 70 – 26 – 71 – 27 – 28 – 29 – 72 – 30 – 73 – 74 – 75 – 31 – 76 – 32 – 33 – 34 – 77 – 35 – 78 – 79 – 80 – 36 – 81 – 37 – 38 – 39 – 82 – 40 – 83 – 84 – 85 – 41 – 86 – 42 – 43 – 44 – 87 – 45” (7) şeklinde topluca verir.
Matematikteki serileri, biyolojideki genetik algoritmaları ansıtan bu ritimler, aynı zamanda mehter ritimlerini çağrıştırır. Fakat metindeki en önemli işlevi, alternatif ve en az üç farklı şekilde bir okumaya olanak sağlamasıdır. Buradan, eserin ilk olarak biçimi kendine dert edindiği sonucu çıkarsanabilir.
Kılavuz Söz’den ve bu karmaşık algoritmadan sonra yazar, Turgut Uyar’ın Gazete Günleri adlı bir şiirinin tefrika başlıklı bir bölümüne yer verir. Şiir, şu şekildedir:
Tefrika
Öyle şeyler gördük ki
unutmam artık
unutmayalım artık
Tefrika, ilk baskısı 1974 yılında yapılan ve Toplandılar (70- 73 Notları) başlığı altında yayımlanan kitabın, Gazete I- II- III[1] başlıkları altında yayımlanan uzun şiirinin kısa bir bölümüdür. Bu bölümde Uyar, şiirini hayalî bir gazete olarak tasarlamış ve Dal’ın alıntı yaptığı dışında dört tefrika yayımlamıştır. Tefrika, “gazete ve dergilerde çıkan, birbirini tamamlayan yazılardan oluşan dizi; bu biçimde yayımlanan ve ikilik” anlamlarına gelmektedir. Dal, algoritmik, mehter ritimlerine göre düzenlenmiş Kılavuz’undan sonra, Uyar’ın bu şiirini alıntılayarak okuru bir oyuna davet eder. Okur, “öyle şeyler gördük ki” tümcesiyle, karmaşık bir romanının içerisine dâhil olacağını sezmeye başlamış ve tekrarlanan “artık” sözcüğüyle de bir zamansallığa, üstelik “tefrika” bir zamansallığa, bir gazeteye eklemleneceğinin az da olsa farkına varmıştır. “Unutmam” fiili, [Biz] “Unutmayalım” şeklinde birinci çoğul şahsa evrilince bir çokluk ifadesi anlamını yüklenir ve Güncel Türkçe Sözlük’te tanımlanan üçüncü anlamını (“ikilik”) benimser. Bu düalite, romanın ilerleyen bölümlerinde yerini Ömer Kul- İbrahim Yaprak düalitesine bırakacak fakat hep var olacaktır.
İki ana bölümden oluşan birinci bölüm, 1 ile 45. kısımları kapsar. (11- 218) İkinci bölüm, anlatıcı- yazar ve kahraman olan (aynı Ömer Kul gibi) İbrahim Yaprak’ın “zaman” ve “mekân”ın ne’liğini sorgulayan, kurgu içindeki yazar ve buna ek olarak casus notlarıyla başlamaktadır. İbrahim Yaprak’ın romanında başkahraman olan ve bizim okuduğumuz Kılları Yolunmuş Maymun’un da başkahramanı olan Ömer Kul’a göre Yaprak bir casustur. Çünkü Ömer Kul’un yerine geçebiliyor, düşüncelerini biliyor ve notlarına ulaşabiliyordur. İkinci bölüme geçmeden önce bir “ara metin” olarak nitelendirebileceğimiz Bir Casusun Notlarından’da İbrahim Yaprak’ın yaratıcısı Güney Dal ve romanda bir yazar karakter olarak var olan İbrahim Yaprak, şu metinlere yer verirler (219):
“Zamanı ve mekânı kaldırdık mı, zaman ve mekânı kaldırdığımızı nasıl anlayacağız? İbrahim Yaprak
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Âşık Veysel”
Görüldüğü üzere yazar, ikinci bölümü “zamansallık” üzerine kurduğunu açıkça okura ilan etmektedir. Kimdir casus? Ömer Kul nasıl bu şizoid duruma gelmiş ve Foucault’nun “hastane”sinde İbrahim Yaprak’la iç içe girmiştir? Yazar buraya kadar neler yapmıştır?
Kılları Yolunmuş Maymun bir yer altı treniyle başlar. Henüz ismi verilmemiş olan Ömer Kul, arabası olmasına rağmen “Berlin gibi dört yanı kapalı bir kentte” (11) özel arabasını kullanmayı bir lüks olarak görür. Bu sebeple şehir içi banliyö trenini kullanır. Banliyö trenleri rahat, ucuz ve dakiktir. Roman birincil okumada henüz başlamışken, çarpıcı bir sahneyle karşılaşılır. Çocuklu bir kadın, çocuk arabasıyla yer altı treninin merdivenlerinden inmekte zorlanmaktadır. Kul, kadına yardım eder. Mart ayında kırk sekiz yaşına basacaktır ve bu yaşına kadar “ne bir kimseyle alay et(miş) ne de (bir kimseyi) küçüksemiştir.” (11) Yardım ettiği insanlardan hiçbir şey beklememiştir. Bebek arabasını indirirken “Buyurun, bitte schön (önemli değil, buyurun)” (12) der. Kadın onun suratına bakmadan gülümseyerek uzaklaşır. Bunun üzerine Ömer Kul, Almanların hâlâ Türklerden korktuğu duygusuna kapılır; “Almanlar biz yabancılardan, özellikle Türklerden hâlâ çekiniyorlar sanırım. Oysa yirmibeş yıldan fazla oldu onlarla iç içe oluşumuz.” (12) Bunu da, ironik bir şekilde Mehmet Ali Ağca’nın Papa’ya yaptığı suikast girişimine bağlar: “Düşünüyorum da bazan, hakları da yok değil hani. Sen durup dururken adamların Papa’sını öldürmeye bak!” (12)
Ötekileştirilen ve “yabancı” olduğu, “başka” olduğu hissettirilen Kul, trene biner binmez birçoklarının yaptığı gibi hemen koşturarak boş yer bulup da oturayım diye tutturmaz (s.12). Bunun yerine, elinden geldiğince az ilgi çekmeye çalışır. Ömer Kul, sürekli psikolojik ve kültürel saldırıya uğrayan, farklı kültürden gelen ve azınlığı temsil eden bir ötekidir. Freire, ezilenlerin kültürel boyun eğdirmeye de maruz bırakıldıklarını belirterek ekler: “(…) boyun eğdirme, saldırıya uğrayanların kültürel özgünlüğünü yitirmesine yol açar; saldırıya uğrayanlar zamanla istilacıların değerlerini, normlarını ve hedeflerini benimserler. Egemen olma, diğerlerini kendi görünüşlerine, yaşama tarzlarına göre biçimlendirme tutkusu içindeki istilacılar, saldırdıkları insanların gerçekliği nasıl kavradıklarını bilmek isterler; çünkü ancak bu şekilde daha etkin biçimde egemen olabilirler.” (Freire, 2014: 145) Kültürel özgünlüğünü saldırı altında hisseden Ömer Kul, “gazetelerdeki haberlerle artık ilişki…” (13) sini keser. Gazetelerdeki salt düşünce yazılarını okur ve kendini küçük aydın, zavallı dünyasına kapatır. Bu, aynı zamanda işçi Ömer Kul’un bir sınıf atlama mücadelesidir. İşlikten arkadaşı “gizli” şair, Türk göçmen Çetin’den daktilosunu ödünç almayı düşünür. Daktiloyu istemesinin sebebi Benim Gerçeklerim adı altında bir kitap yazmak istemesidir (13-14). Böyle bir kitap yazma gereksemesini de “günümüzde artık iyice giriftleşmiş olan ‘gerçek’ kavramına bir yalınlık, bir aydınlık da olsa” (14) getirebilmek olarak özetler. Kendisi gibi küçük küçük gerçek arayıcıları, insanlığı özlenen total gerçeğe kavuşturacaklardır. İnsanlığın tüm bireyleri tarafından aynı biçimde görülecek olan, yalın ve yalanlardan arınmış “gerçek”, gerçek tüccarlarının, gerçeği kendilerine göre yok edip ceplerini dolduranların, tarihin küflü labirentlerinde sonsuza değin yitip gitmesine sebep olacaktır. Burada okurun aklına, pasif bir karakter olarak tipolojisi çizilmiş olan Ömer Kul’un bu işi başarıp başaramayacağı sorusu gelir. Salt düşünce yazılarını okuyan, onları biriktiren ve kendine göre yorumlayan, haber yazılarını bir yalan olarak gören ve kendini gerçekliğin savunucusu bir şövalye olarak gören Kul, çağdaş bir Don Quijote olmaya kararlı bir şekilde, bu fikri arkadaşlarına açar. Fikrini açtığı arkadaşları gizli şair Çetin ve çocukluk arkadaşı Behçet’tir. Behçet ve Çetin’le bir yıl önce gazete ve haberleri konuştuğunda (onlar Ömer Kul’un gazetecilik ve habercilikten bir şey anlamadığını düşünürler) kabul görmez. Üç ay, iki haftalık bir sürenin sonunda arkadaşlarını evine davet ederek bu fikrini onlara açar (18). Bu, Kul için verili düzene, dayatmaya ve sınırlamaya bir başkaldırıdır. Temiz gerçekler, ülkü değer olarak Kul tarafından kutsanır. Hemen her gün, gazetelerde okudukları haberleri Ömer Kul’a anlatan Behçet ve Çetin, bu geceden sonra haftalarca onunla gazeteler ve haberler konusunda konuşmazlar. Romanın, özellikle ilk bölümde ana çatışmasını oluşturan Benim Gerçeklerim adlı, hiç yazıl(a)mayacak kitap, kısa bir zaman sonra bir gazeteye evrilecek, sonunda da duvar gazetesi olarak çıkarılabilecektir. Romanın buraya kadar olan bölümü, simgesel görüntü düzeyleri ve entrik kurgu bağlamında KORA şemasına göre şu şekilde yerleştirilebilir:
Ülkü değer
(Tematik güç) |
Karşıdeğer
(Karşı Güç) |
|
Kişi |
– Ömer Kul
|
– Behçet
– Çetin – Fabrika işçileri – Almanya’da yaşayan diğer Türkler – Gerçek tüccarları – Gerçeği dönüştürerek çarpıtan, pazarlayanlar – Yabancıları yok sayan ve onlardan korkan Almanlar |
Kavram |
– Varolmaya çalışma
– Kendilik bilinci – Öznenin “kendi” gerçekleri |
– Ötekileşme
– Yok sayılma – Umursanmama – Özneye karşı beslenen “göçmen” önyargısı
|
Simge |
– Benim Gerçeklerim isimli kitap
– Gazetelerden, ansiklopedi ve kitaplardan toplanan bilgiler
|
– 05. 22 treni ve işçileri taşıyan diğer trenler
– “Öteki” gazeteler – Tarihin küflü labirentleri – Berlin – Gazete ve televizyon haberleri |
Tablo 1 – Ramazan Korkmaz’ın KORA şemasına göre entrik kurgu (Korkmaz, 2015: 103, 106, 111)
KORA şemasından da görülebileceği üzere, bu bölümdeki entrik kurguyu Ömer Kul’un bir kitap yazma planı ve yıllardır yaşadığı ülkede yok sayılması oluşturur. Yok sayılan özne, o toplum ve kültüre karşı, o topluma ait olduğunu düşündüğü ve “yalan” olarak nitelendirdiği haberlere karşı bir tepki geliştirir. Bu tepkiyi, ülkü değerin kişiler bağlamında tek başına kalan Ömer Kul temsil eder. Altı yıldır Berlin’den ayrılmayan ve Türkiye’ye, çocukluğunun kenti Çanakkale’ye gitmeyen Kul, “vücudum/n/un bir parçası…” (22) olarak gördüğü Behçet’in, her yıl çocukları ve karısını memlekete gönderirken kendinin neden gitmediği sorusunu duyar. Hatta Behçet ve Çetin, Almanya’da, gizli bir sevgilisi olup olmadığını sorarak ondan şüphelerini dile getirirler. Kul, simgesel bir şekilde, altıncı bölüme tam başlarken altı yıldır Türkiye’ye gitmediğini ansır. Çocukluk arkadaşı ve memleketlisi Behçet, Çanakkale’nin bu yıllar içerisinde ne kadar geliştiğini ve değiştiğini söylese de (25) Ömer Kul’u ikna edemez. Çanakkale, artık onun için “eski, çocukluk günleri/m/ndeki tadı yok” (26) olan yerdir. Ömer Kul, bu anlamda ülkesine ve şehrine de yabancılaşmış, bilinçaltının çocukluk günlerine yönelmiştir.
Yedi, sekiz, dokuz ve onuncu kısımlar; varolma acıları çeken Kul’un on yıllık aile doktoru Dr. Gert’e uğradığı ve dertlerini anlattığı kısımlardır. Muayenehanenin bekleme salonunda, “ömrümde hiçbir zaman anlaşılamadığım düşüncesi…” (30)ne kapılan Kul, psikosomatik göçmen hastalıklarına tutulmadığını düşünür ve bunu doktora bildirir. Göçmen hastalığı olarak nitelendirdiği ruhsal hastalıkları dıştalayan ve diğer göçmenleri, “ülkelerine bir türlü dönmeyen, dönemeyen emigrantlar, (…) hastalık hastaları, halüsinasyonlar gören sağlıksız, yersiz korkular duyan kişiler…” (40) olarak gören Kul, onlarla aynı kaba konulmak istemez. Onlardan farklıdır. Kendini var etmeye çalışıyordur çünkü; aydın olmaya çalışmanın o dayanılmaz ve zavallı yalnızlığını yaşasa da, onlardan daha iyi Almanca biliyor, okuyor ve kendini gerçekleştiriyordur. Buna karşın vücudunun türlü yerlerinde, ağrımıyormuş gibi ağrıyan ve sürekli yer değiştiren acılar (35-38) duyuyordur. Doktor, Kul’un kaygılarını gidermek için ona ilaçlar yazar, on günlük dinlenme verir. Yılların yorgunluğu altında ezilen Kul, derin ve kocaman bir nefes alarak muayenehaneden ayrılır: Böylece kahramanın varolma ve özbenliğini gerçekleştirim alanı işlikten ev’e doğru değişecektir. Dr. Gert’in yazdığı bu on günlük istirahat, doktorun düşündüğü şekilde hasta olduğunu kabullenemeyen Kul’un ilaçları almaması ve istirahat kararını çalıştığı yere ulaştırmasıyla başlar. Artık özne evde çıkaracağı Benim Gerçeklerim isimli duvar gazetesinde var olacaktır. Bunu yıllardır planlayıp emeklilik günlerine ertelese de artık gerçekleştirme zamanı gelmiştir. Dr. Gert’in yazdığı reçete eczaneye gitmesini gerektirse de Kul bu reçeteyi yıllardır şizofrenik bir şekilde topladığı “kişilik” dosyasına kaldırırır. Bu kişilik dosya(lar)ında, “aile üyeleri(mizin) her türlü hal ve gidişleri” (42) bulunmaktadır. Bölünmüş özne benliği, kendini var etme biçimi olarak kişilik dosyalarını seçmiş, kanıt olarak insanın yaşadığına ilişkin her türlü belgeye sahip çıkılması ve dosyalanması gerektiğine saplantılı bir biçimde inanmıştır (43). Ömer Kul’un yarattığı bu kişilik dosyaları, bir anlamda Pandora’nın kutusudur.
Ömer Kul ve aile bireylerinin (oğul Can Kul, büyük kız Leyla Kul, eş Altın Kul ve küçük kız Burcu Kul) (45-51) kişilik dosyalarının tutulmasındaki şizofrenik titizlik, planlanan kitabın / gazetenin yayımlanması için de gösterilir. Bu şizofrenik tutum on ikinci bölümden itibaren yerini zamansal saplantılara bırakır. Okur, on ikinci bölümden itibaren duvar gazetesinin yaratılma sürecinde Ömer Kul’un nasıl tek tek kişilik dosyalarından haberlerin, yorumların ve küpürlerin ayıklandığını; yazmaya nereden başlanacağını takip eder. Özne, o kadar uzun bir süre bu işlemlerle uğraşır ki, bir ara sıkıntıdan sağ bacağında, dizinin hemen altında, kurdeşene benzer bir kabartının belirdiğini ve bu kabartının, lekeye dönüşerek, yayılarak büyüdüğünü, dehşetle fark eder (47). Bir kabartı, kaşındıkça büyüyen leke olarak simgeselleştirilen bu bacak yarası, aslında şair arkadaşı Çetin’in de “siyasî nedenlerle” (46) hapis yatmasına bir işarettir. Yayılıp büyüyen leke Kierkegaardvari bir ifadeyle “kaygı”ya dönüşecektir.
Hapishane, Foucault felsefesinde iktidar erkinin var olma ve baskı uzamını temsil eder. Foucault’da suçlulukla birlikte ele alınan cezalandırma ve son noktada “kapatılma”; “psiko-farmolojiye ve çeşitli psikolojik ayırıcılara geçici de olsa başvuru, bedensel olmayan cezanın mantıksal sonucu; cezalandırma pratiğindeki köklü kırılmayı” (Foucault, 1991: 8-11; Hülür, 2009: 455- 456) işaret eder. Bu köklü kırılmayı ve psiko-farmolojik sonuçları, roman boyunca Ömer Kul da yaşayacaktır.
On ikinci bölüm ve sonrası, Ömer Kul’un kişilik dosyalarındaki her şeyi toplayarak düzenlemesi ve Benim Gerçeklerim’in yayımlanması için yaptığı hazırlıkların sonuçlarıyla geçer: Aile üyeleri bilgilendirilmiş, kendini ailede tek söz sahibi, tek önder olarak gören Ömer Kul, yanıt verme yetkisini, bir toplantı düzenleyerek aile üyelerine vermiştir. Bir gazete çıkaracaktır. İsmi, yayın politikası ve her şeyi onun tarafından kararlaştırılmıştır. Gazete, aile üyelerinin var olma alanları olan evin bir “duvar”ında, bir duvar gazetesi olarak çıkartılacak ve her sabah yeni sayısı yayımlanacaktır. Dini inançlar konusunda tutucu olmayan ve sürekli kendini iyi bir aile babası olarak gösterme derdine düşen anlatıcı kahraman Kul, “anlatmak istediği derin düşüncelere” aile üyelerini nasıl yaklaştıracaktır? (58)
Billurlaşmakta, daha doğru bir ifadeyle kristalleşmekte olan düşüncelerini artık büyük anlamda ve başlıklar halinde belirlemiş olan Kul, on beşinci bölümden itibaren “biçim” kaygısına düşer. Bu, arka planda Güney Dal’ın duyduğu biçim kaygısını imler: “Düşüncelerimi kâğıda dökerken nasıl bir biçim kullanmalıyım…” (64)
KAYNAKLAR
* Aynı yazar bu hatalı yorumunu 1998 yılında yayımlanan bir yazısında düzeltir: Yıldız Ecevit, “Almanya’da Yaşayıp Türkçe Yazan Bir Yazar: Güney Dal”, Cumhuriyet Kitap, 26.11.1998; Gurbeti Vatan Edenler Almanca Yazan Almanyalı Türkler Yay. Haz. Mahmut Karakuş, Nilüfer Kuruyazıcı, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001, s. 163-176. Yukarıda da değinildiği gibi Cortázar da dilsel kalıplarla hesaplaşma ereği güder. Bunun en önemli örneklerini bizzat Seksek’te görmek mümkündür. Bkz. Julio Cortázar (2009), Seksek (Çev. Necla Işık), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 608: “Eğer bir yapıtın hacmi ve gücü yazarının bu konudaki bütün bilgilerini özetle aktarmayı gerçekleştirmek istediğini düşündürtüyorsa, tam karşıtı bir girişime atılmak, uzlaşmaz hesaplar çıkarmayı denemek söz konusudur o zaman, bunu belirtmekte acele davranmalı.”
Arolat, Osman S., Dal, Güney (Söyleşenler) (1988), Gergedan Dergi, S.19, s.65.
Dal, Güney (1988), Kılları Yolunmuş Maymun, İnter Yayınları, İstanbul.
Ecevit, Yıldız (2001), Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, İstanbul.
Foucault, Michel (1991), Discipline and Punish: The Birth of the Prison. Tr. by Alan Sheridan, Penguin Books, London.Kuruyazıcı, Nilifer-Karakuş, Mahmut (2001) (Yay. Haz.) Gurbeti Vatan
Edenler Almanca Yazan Almanyalı Türkler, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara
Hülür, Himmet (2009), “Faşist Olmayan Varolma Biçimlerinin Olanakları Üzerine: Michel Foucault’da Normalleşme, Benlik ve Etik”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 13, S.40, s.447-470.
Korkmaz, Ramazan (2015), Yazınsal Okumalar, Kesit Yayınları, İstanbul.
Uyar, Turgut (2004), Büyük Saat, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
[1] Turgut Uyar (2004), Büyük Saat, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 479- 493.