“Şair bir tahrip etkenidir, bir virüstür, kılık değiştirmiş bir hastalıktır ve harikulâde biçimde belirsiz olmasına karşın alyuvarlarımız için en vahim tehlikedir. Onun çevresinde yaşamak mı? Kanımızın inceldiğini hissetmektir bu; bir kansızlık cenneti düşlemek ve damarlarınızda gözyaşlarının aktığını işitmektir” der Cioren “Çürümenin Kitabı”nda.
Hangi ipliği çeksek duvar hızla yıkılıyor, bina çökmeye hazırlanıyor. Ne yazık ki sanat ve sanatçı adeta bir kötülük çemberinde yaşıyor bu ülkede ve bu fasit çerçevede cebelleşerek eserlerini yaratmaya çalışıyor. Yerleşik ahlâkın girdabında ve de erkek egemen bir ülkede, yoz bir siyasi yapının dönencesinde hele bir de şair kadınsanız işiniz daha da zor oluyor. Kötülük illa ki gelip buluyor ve en çirkin haliyle bulaşıyor sanatınıza ve size.
Oysa şiir, tanrıların yeryüzündeki dansı ve şair düşsel gerçekliğin yegâne tanrısı değil midir? Ve şiir; kuralların, yasaların, baskıların olmadığı tanrısız bir dünya istemez mi yeşermek için? Şair, özgür bir ortamda gerçekliğe yeni bir anlam ve şekil vermek için eğer dili dilediğince kullanamıyorsa, sanatına yapılan en büyük kötülük de buradan başlıyor.
Kadın şair dedim de, o halde yola buradan devam edelim. Örneğin; sanatlarını icra ederken hangi kötülüklerle savaşıyorlar şair kadınlar? Bu savaşın şiirlerine yansıması nasıl oluyor? Neden ‘öteki’leştiriliyor?
Sınırlayıcı yasalar, töre, ahlak, gelenek, görenek, kadını altı bin yıldır baskı altına almış, onun kadına özgü taleplerini zorbalıkla engellemiştir. Yerleşik ideolojiye göre kadının görevi, evi temizlemek, yemek yapmak, çocuk yetiştirmek, kocayı memnun etmektir. Bu sınırların dışına çıkan kadın ahlâksızlıkla itham edilir. Kadının eril zihniyetin belirlediği sınırlar dışına çıkması onun sonunu kötü kılacaktır. Sanatın, yaratıcılığın, estetiğin öznesi yerine, nesnesi olarak görülür kadın şair. Bundandır ki kadın şair sanatında birçok saldırıyla karşı karşıyadır. Bu savaş birçok cephede olacaktır; Eril yoz zihniyet ve yerleşik ahlâk, devlet, tanrı, anne, baba, koca, çocuk, sevgili, patron, teknoloji ve medya, ayrıca iş hayatının çıkmazları ve hatta iç dünyasında kendisiyle yani ‘kadınlığıyla’ olan kavgası. İşte bu yüzdendir ki kadın şairin sanat alanına çıkışı çok geç olmuştur. Başta koca, çocuk, akraba olmak üzere toplumsal baskılar nedeniyle estetik ve sanatsal birikimini erkek şair kadar özgürce kullanamayan kadın şair gerek hayatında gerekse sanatında kötülük oklarıyla her an vurulmaya hazır bir avdır. Yaşadıkları, tanık oldukları tüm kötülüklere inat yine de sanatına sıkıca sarılır ve tüm bu kötülüklere karşı onu güçlü kılan, en iyi bildiği şeyle, şiiriyle karşılık verir.
Uzaktı dön, yakındı dön, çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön
Eril zihniyet ve yerleşik ahlâk karşısında dayanamayıp “kara saçlarını keserek” bir çıkış yolu arayan şiirimizin yorgun savaşçısı Gülten Akın yukarıdaki dizelerde yer alan ‘yasak, yasa, töre, ayıp, geçim sıkıntısı’ gibi ifadelerle kadını sınırlayan, hayatını çekilmez yapan olgulara vurgu yapar. “Dön” sözcüğündeki tekrarlar ise kadının kuşatılmışlığı ve bu karabasandan kurtulmanın gerekliliğini imler.
Kadın şairi belki de en derinden, kalbinin orta yerinden vuran en kahredici ok ise sevgilinin, kocanın attığı oktur. Çünkü hiç ummadığı bir yerden gelmiştir saldırı. Edebiyatımızın bütün dönemlerinde incitilen, yok sayılan, ötekileştirilen kadın şairin sitemini, öfkesini ve kavgasını şiirlerinde sıkça görebiliriz.
Erkek egemen ideolojinin kadınsı duygularını bastırarak dünyaya erkek gözüyle bakan ve eril bir dille şiirler yazan Divan Edebiyatı kadın şairlerinden biri de XIX. yüzyılda yaşamış olan Şeref Hanım’dır. Şeref Hanım bir gazelinde sevgilisinin ilgisizliği ve eziyeti karşısında “Söyletip çektiğini şuh-i cefakârından / Sergüzeşt-i dil-i nalânım ile eğlenirim” diyerek yüreğindeki sızıyı ağıta dönüştürüp gönlünü teselli yoluna gider. Divan Edebiyatı kadın şairleri görüldüğü gibi eril dilin ardına gizlenerek, oldukça dar alanlarda, sessiz, edilgen bir tavırla şiirlerini yazmışlardır.
Aynı dönemin Bektaşi Tekkesinin gür sesli kadın halk ozanları ise çok daha sert, çok daha cesur bir şekilde eleştirirler kadınlar üzerindeki eril kötülüğü. Bunlardan biri Osmanlı dönemi Kadın Halk Ozanlarından 1870 doğumlu Zehra Bacı’dır. Zehra Bacı bir ‘nefes’inde, kadını ‘eksik etek’ olarak gören erkek egemen zihniyete: “Malûmunuz olsun, erden saymayız / Bize nâkıs (eksik) diyen budalaları” diyerek çok sert bir şekilde cevap verir. Hatta nefes’inde daha da ileri giderek ‘erkeksiz’ de bir dünyanın olabileceğini, kadının bu konuda asla hoş görülü davranıp taviz vermeyeceğini bakın nasıl ifade eder:
Sanmayın ki ersiz olmaz dünyayı
Düşünün bir kere Meryem Ana’yı
Pedersiz doğurdu koca İsa’yı
Bacıların yoktur müdaraları.
Kadın şairler her dönemde bir yandan hayatta kalma mücadelesi verirlerken diğer yandan sanatlarını icra etme kavgası da vermektedirler. Bunlardan birisi de kadın mücadelesinde sınıfsal tavır alıp bunu şiirlerinde yüksek sesle söyleyen Nezihe Yaşar’dır. “1 Mayıs” adlı şiiriyle işçiye emeğinden aldığı güçle direnmeyi öğütleyen, altı çocuğuna ve hatta işsiz güçsüz olan kocasına dikiş dikerek bakan ve daha sonra para kazanınca onu ve çocuklarını terk edip giden kocasına yoksul hayatından öfkeyle seslenir:
Unutma, lostra, kahve, tütün, tıraş parasını / Sana tedarik eden ben idim bu iğnemle / Getirmedin iki yıl bir dilim kuru ekmek / Senin için çalışırdım da hiç usanmazdım / Maaş bin oldu da azdın, kudurdun ey gaddar / Beni süründürüyorsun çocuklarımla bugün.
“Ağacın kurdu içinde olur“ derler ya, kadın şairler ne yazık ki önyargılı, eril zihniyetli erkek şairlerin ve diğer bazı edebiyat insanlarının da kötülük oklarına hedef olmuşlardır. “Kadından şair olmaz, çünkü kadının kendisi şiirdir, şiir yazdığı zaman kendini tekrarlamış olur” diyen Adonis’den tutun da “kadın büyük işlere yetenekli değildir. Onun tipik özelliği yapmak değil, acı çekmektir. Yaşamının günahını doğum sancıları, çocuk için kaygı, erkeğe bağımlılık ile öder” diyen Schopenhaur’a, “kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman/ mangalın küle mahcubiyeti artar” diyen İsmet Özel’den, “erkekler güzel olan her kadına şiir yazabilir/ Çünkü güzel olan her kadın zaten şiir gibidir/ bu erkek kaleminin felsefesidir” diyen Cemal Süreya’ya kadar her dönemde kadın şairler acımasızca yıpratılmakta, ötekileştirilerek kötülük oklarına hedef olmaktadır. Ya günümüz inceleme ve araştırma yazarı Abdullah Şevki’ye ne demeli. Şiir ve Yorum adlı kitabında kadın şairler için bakın neler söylüyor Şevki: “Şimdilerde adı ortalıkta dolaşan kadın şairlerin çoğu da kadınlar nasıl araba kullanıyorlarsa öyle şiir yazıyorlar. Kimi yayımcılarda da kadın şairleri öne çıkartma saplantısı var. Kadın şairlerin bir erkeğe duygusal ya da aşk şiiri yazması çok komik oluyor. Birkaç dize okuduktan sonra gülmeye başlıyorum ben.” Bende bu şekilde düşünen yoz, eril beyinli sayın baylara gülüyor ve diyorum ki “artık elinizi, dilinizi, belinizi çekin kadın şiirinden ve kabullenin artık en az sizin kadar iyi yazdıklarını.” İşte kadın şairlere yapılan en büyük kötülük şiir ağacının içine çöreklenmiş olan bu kurtçuklardan geliyor. Oysa kötülüğe ne kadar çok öykünülürse dünya kötülük değirmenine o kadar çok su taşımış olduklarını görmeleri gerekir.
Bu masadan soyun tehlikesi akıyor/ Ben ezik, kadınsı bir aynayla uzaklaşırken
Mavi ışığın memeleri de bu sergide / Arsızca tehlikeye katılıyor
Bir tan vakti eylemini düşünüyorum / Ayrımcı doğaya ve masaya karşı
Kürdan kılıçlarımla, fikrimin selüloza / Düşman ordusuyla karşılayacağım
Yukarıda “Kılıç” adlı şiirinden bir bölümünü alıntıladığım, henüz 29 yaşındayken intihar eden Nilgün Marmara… Kalbimin kırgın ve hüzünlü şairi. Zaman zaman düşünürüm de kadın şairlerin en iyi şiirleri, kendilerini yazarak darmaduman ettikleri şiirleri midir? Nilgün Marmara, belli ki erkek egemen şiir ortamının olduğu bir masada, yani o ayrımcı, o eril masada “Bir tan vakti eylemini” düşünecek kadar incitilmiş, ezilmiş ve kanatılmıştı. Marmara’nın intiharına ilişkin yakın arkadaşı Şair Gülseli İnal: “Nilgün’ü bu erkek egemen şiir ortamı öldürdü.” ifadesini birçok yerde dillendirir. Kürdan kılıçlar ne kadar koruyabilir ki şiirin atlılarından kaçıp, ezik bir aynanın ardına saklanan kadını…
Kadın şairlerin sanatlarına yapılan kötülüklerle savaşları bitecek gibi değildir. Bir başka saldırı kendini toprağında ve sınırları içerisinde kendini hep güvende hissettiğini sandığı ‘devletinden’ gelecektir. Çünkü o bazen canını, bazen kocasını, oğlunu ya da kızını korumaya çalışacak, korkularıyla savaşacaktır. Ne de olsa o ülkesinin kadınıdır. Erken yaşlarda kaybettiğimiz Sosyalist Gerçekçi şairlerimizden Selma Ağabeyoğlu “Açmayan Bahçelerde” adlı şiirinde ülkesinde kadın olmanın zorluğunu, sancısını ve korkusunu şu dizelerle anlatır:
Bu ülkenin kadınıydım, belleğinden topuğuna sancı
Tuttuk yıldızlar bizimdir diye inat ettik
Güneşi indirdik dirhem dirhem hayata
Sözün kimyasıyla suladık da çiçekleri
Bir tas su için uzanamadık çavlanlara
Bir menekşe kadar savunmasızım…
Yobazların 37 canı yakarak katlettiği 1993 yılı Sivas Madımak katliamından kurtulanlardan biri de Şair Zerrin Taşpınar’dır. Ki ben onun gözlerine ne zaman baksam bir çift kor görürüm, hani birazcık eşelesen küllerini kocaman bir yangına ağıt olacak. Zerrin Taşpınar, yaşadığı korkunç katliamı Tavra adlı tek şiirlik kitabında adeta bir ağıt, bir öfke, bir kırgınlık halinde şiirleştirir. Öyle ya, o kadar insan yakılırken neredeydi devlet? Bu soru hep sorulacaktır.
unut artık unut, kimse ölmedi / sen çığlıkların bittiğini duymadın
ateş de oyundu, duman da, terk edilmek de
incindin evet, çok incindin, çok / başka nasıl olabilirdi
ağıtı ve alkışı bol bir ülkede yaşamak…?
Kadın şairlerimiz, o mürekkep dilli kadınlar her şeye rağmen karşılarına çıkan ve de çıkacak olan her türlü kötülüğe karşı şiirlerine ve sanatlarına sımsıkı sarılarak yola devam etmektedirler. Onlar yerleşik ahlâkın tüm tabularını yıkacak, aşkın karşısında yasaların, namusun, günahın acizliğini seslenecektir şiirin tanrısına. Günümüz kadın şairlerinden Arife Kalender’in Deli Bal adlı kitabından eril zihniyete ve yerleşik ahlâka tokat gibi inen şiiri:
günahlardan çok korktum
günahkâr olana kadar
zina suçu işledim, kucağımda kundaklı çocuk
aşık oldum, umrumda değil yasalarla namuslar
ecel gelse o erkeğe tapınmamdan caydırmaz
ona secde, ona nefes, ona naz
gece onda başlar, onunla nemli sabahlar…
Haksızlıklara ve kötülüklere asla göz yummayan şair kadının kalemi her zaman diktir. Duyarlı yüreğinin en ince süzgecinden geçirip estetize ederek hayat verir şiirine. Şiirin inceliği ve lirizmi kadın sesinde ve yüreğinde en iyi şekli aldığından çok değerli eserler bırakırlar dünyaya. Kadının cinselliğinin metalaştırıldığı, ruhsal kirliliğin dil düzeyine yayıldığı, erkek egemen yoz zihniyetin, hâlâ zaman zaman “kadından şair mi olurmuş” dediğini duysak da biz şair kadınlar buna gülüp geçeriz. Çünkü çağının aydınlanmacısı olan sanatçı, eserlerini oluştururken, zekâsını, estetik yetkinliğini ve toplumsal sorumluluğunu emeğine katacak, yeri geldiğinde toplumun gözü, dili, kulağı olmak adına kalıpları zorlayacak, zincirleri kıracaktır.
Yeter ki modernizm ile gelenek arasında sıkışıp kalmasınlar, sanatı kendi öncelikli alanları olarak gören erkek egemen zihniyete karşı özgüvenlerini yitirmeyip kimlik krizine girmesinler. Kadını ruhen ve bedenen alabildiğince sömüren, adaleti susturup kadına şiddeti ve çocuk tacizlerini gündemin birinci sırasına oturtan, yüzü batıya dönük ayakları doğuya giden, kadını ötekileştiren erkek egemen bir zihniyetin şekillendirdiği bir toplumda ‘kadın sanatçı’ olmanın bilinciyle dayanışma içinde hareket edebilsinler.
Şairlerin, filozofların, delilerin ve azizlerin ruhları kardeştir. Onlar göremediklerimizi gösterir, yapamadıklarımızı yaptırırlar. Bizim korku ve cesaretimizdirler. Yazımı Şair Günseli İnal’dan bir alıntıyla noktalıyorum: İçinizdeki Kibele’yi anımsayan var mı! İki yanındaki aslanlardan güç alarak doğum yapan ana tanrıça, toprağın asıl sahibi.