Engin ile Sözden Öze: Şair Mustafa KÖZ
Söyleşen: Engin KÜKRER
Engin Kükrer: Engin’le Sözden Öze köşesine hoş geldiniz. Öncelikle sizi sizden dinlemek istiyoruz. Bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız? Mustafa Köz kimdir?
Mustafa Köz: Varoluşçuluğun da sorusudur bu: “Ben kimim?” Şair, bu sorunun yanıtını bulmak için didinir de didinir, arar da arar. Gılgamış’ın ölümsüzlüğü araması gibi. Sonunda anlar ki ölümsüzlük şairde değil, arayışta gizli, şiirde diyelim.
Gılgamış, ölümsüzlüğü değil, kendini bulmuştu. Kendimi bulabilir miyim bilmiyorum ama onca dizeyle, onca sözle, onca düşle, imgeyle hâlâ kendimi aradığımı söyleyebilirim. Belki de Mustafa Köz’ün kim olduğunu okur söyleyecek. Bunun için yazmıyor muyum?
1990 yılında yayımlanan ilk şiir kitabınız Ay Düşü’nün üzerinden tam otuz dört sene geçti. Bu süreç içerisinde yirmi iki kitaba imza attınız. İlk kitaplarınızda özyaşamsal (otobiyografik) özellikler görülmekle birlikte, zamanla varoluşu sorgulayan ve mücadeleyi önceleyen tavrınız ön plana çıkıyor. Bu bağlamda geçmişten günümüze uzanan şiir yolculuğunuzda edebiyat anlayışınızda ve tarzınızda neler değişti, neler aynı kaldı?
Her şeyden önce her ne kadar “zaman görecedir” desek de her dönemin “görünür bir zaman”ı var. Onu yaşıyoruz. Olaylar ve olgular belirliyor doğal ki bu ete kemiğe bürünmüş “zaman”ı.
Sürekli altüst oluşlarla, toplumsal anaforlarla çalkalanan bir ülkede yaşıyoruz. Bu kırılmalar, şiirimi de etkiliyor kuşkusuz. İlk şiirlerimin özyaşamsal özellikler taşıdığı doğrudur ancak bu kişisel yaşam, dönemlerin toplumsallığından bağımsız değildi yine. Ne derler, leylek ne görürse yuvada onu uçarmış havada. Ülkenin kahrı ortasında bir gencin toplumsal kaygılarının iç dökümüydü ilk şiirlerim. Sonra yine bu gerçeklikten kopmadan bireysel ve evrensel varoluş sorgusuna dönüştü bütün yazdıklarım.
Dilimin değişmesi de doğal elbette çünkü her şiir kendi sözcüklerini getiriyor. Değişmeyense şiir yazma heyecanım, söze ve eylemliliğe inancım diyebilirim.
“Şiir yeryüzünün vicdanıdır.” mottosundan hareket ederek Türkiye’de ilk kez bir şiir gazetesi çıkarmaya başladınız. Çıngıraklı Sokak Şiir Gazetesi fikri nereden doğdu? Okuyucularımız Çıngıraklı Sokak’ta diğer yayınlardan farklı olarak ne bulabilir ve gazeteye nasıl ulaşabilir?
30’lardan bugüne şairler dergilerde şiirin öldüğüne dair iri iri laflar ederler, sonra söz gelip şiirin yeryüzünden çekilmediğine dayanır. Sonra bu savı sürdürmek için yeni dergiler çıkar. Bir iki sayıdan sonra onlar da batar. Şiir tarihimiz dergi gömütlüğü gibi. Dünyanın hiçbir yerinde bu kadar dergi çıkıp batmış değil. Bu devingenlik, şiirin ülkede her zaman dipdiri olduğunu gösteriyor.
Şiir her yerde ancak sanırım sorun, onu yaygınlaştıramamakta ya da yöntem yanlışlığında. Okurun derdi, poetik durumlarla ilgilenmek değil ki, şiirin sorunu yok üstelik. Sorunlu olan, şairler. Retoriklerini, bilgiçliklerini göstermek için bir yığın sözü boca ediyorlar okurun üstüne. Neden bu kadar söze boğuyoruz ki dergileri. Şiire ulaşmak değerli. Bunun için kolay yaygınlaşabilecek ve okura “aracısız” (şairin afra tafrasından uzak) bir iletişim yolu bulmak istedim. Bu yol da gazete oldu. Çıngıraklı Sokak’ın farkı da bu tavrı. Poetik-politik bir yapının ancak gazeteyle okurunu bulabileceğini düşünerek Çıngıraklı Sokak’ı yayımlamaya başladım.
Gazete İstanbul dışındaki kentlerde temsilcilikler ve kitabevleri yoluyla okura ulaşıyor. Eskişehir’de de Adımlar Kitabevi’nde bulabilirsiniz gazeteyi.
Çıngıraklı Sokak’ın 15. sayısındaki “Gizli Pençe” adlı köşenizde Brecht’in bir şiirine de gönderme yaparak “Halkın Ekmeğidir Şiir” dediniz. Bu durumda şairler de o ekmekleri pişiren fırıncıların ta kendisi. Buna göre düş ekmeklerinin leziz olabilmesi için çiçeği burnunda fırıncılara neler önerirsiniz?
“Biliyorum matarada su / torbada ekmek / ve kemerde kurşun değil şiir / ama yine de matarasında su / torbasında ekmek / ve kemerinde kurşun kalmamışları / ayakta tutabilir.” diyor Hasan Hüseyin de “Karagün Dostu” şiirinde. Şiir bu işe yarar. Ben de diyorum ki şiir ekmek yapamaz ama ekmeği kokusunu duyurabilir. Buğdayı una, unu hamura, hamuru ekmeğe dönüştüren emektir. Estetiksiz emekse kaba bir yığından başka bir şey değildir.
Şair, sıradan, gündelik dili ancak estetikle şiire dönüştürebilir, bu estetik yapı, ekmeğin kokusudur. Şiirde bu kokuyu duyuramazsanız söylediklerinizin tadını tuzunu da veremezsiniz. Okur, şiirden bu hazzı almak ister. İyi bir fırıncının işi de has ekmeklerle hem karın doyurmak hem de ekmeğin kokusunu duyurmaktır.
Şiirin hamurunu yoğuran çıraklara ustalarını iyi seçmelerini öneririm. Ekmek her yerde ekmektir ama hamuru, mayayı işleyen el ve dil her ulusun şiir kültüründe farklıdır. Ekmeğin tarifini yapan sözcüklerle şiiri yazan dil aynıdır ancak bu dili şiire dönüştüren şiirsel estetiktir. Bu estetiği olgunlaştırabilmek içinse çırağın kırk fırın ekmek yemesi gerekir. Genç şair, göze alabilmelidir bu çileyi. Şiir şiirden öğreniliyor çünkü. Emeğin emekten öğrenildiği gibi…
“…Yaşım on yedi, su taşıdım bahçenize
taş döktüm, gül küredim sizin için.
Devrildi kütükler gibi, baldan tatlı düşlerim
yorgun bir ip uyuyup kaldı şuramda.
Anımsayın, kesik bir kol gibiydi gök.”
Öncü Yağmur adlı kitabınızdan Erdal Eren’e ithaf ettiğiniz ve çok sevdiğim “Işıyan” şiirinizden bir alıntı yaparak sorumu sormak istiyorum. Erdal Eren, Cumartesi Anneleri, salgınlar, savaşlar, yıkımlar, yokluk, sömürü düzeni… Eserlerinizi okurken genelde hayata sorgulayıcı gözle bakan, düşünen, tartışan, yargılayan bir şairin tavrını görüyoruz. Sizce bir şairin odak noktası toplumsal altüst oluşlara ayna tutmak mı olmalı?
Bütün bütüne böyle olmasa da benim için böyle bu. Şair ada değil, takım adadır. Hiçbir ada da yalnız değildir aslında, onu diğer adalara bağlayan alttan alta irili ufaklı kayalar, adacıklar vardır. Onlarla bağlanır diğer adalara. Şairin toplumsallığı da bu örgüye benzer. İletişim araçlarının bunca geliştiği şu çağda “uzak” diye bir yer yok artık. En uzak yer, iki insanın kalp aralığı kadar.
Bunun için şair, insandan, insanlığın acılarından kopuk olmamalıdır. Böyle derken şair, kendi trajedisine, gamına kederine bakmayacak mı? Bakacak elbet ancak hep kendini didikleyen, kendi yarasını yeryüzünün en derin yarası gören şairin kendine ve insanlığa yabancılaşması daha tez ve ağır olmaz mı? Şairin varoluşu önemlidir ama şair, yeryüzünün varoluşuna ilişkin bir tasa taşımıyorsa şiiri besleyen kanı ruhuna akıtamaz. O kan, şairin vicdanıdır.
Son kitabınız Uyandım, Dünya Diye Bir Yerdeyim, geçtiğimiz mayıs ayında raflardaki yerini aldı. Bu şiir kitabınızda da yüksek tonda bir toplumsal duyarlılık, ince işçilikle örülmüş bir lirizmle birleşiyor. Cumartesi Annelerinin mücadelesini şiir anıtına dönüştürdüğünüz bu kitap bir isyan mı, yoksa bir ağıt mıdır?
Ne isyan ne ağıt… Yalnızca tanıklık. Şiiri bir tanıklık diye düşündüm hep. Varlığımı sorgularken, “ben kimim” sorusuna yanıt ararken de yeryüzünü şu kan revanlığına, insanlığın hoyratlığına, zalimliğine bakarken de bir tanıklık gördüm şiiri. Bu dünyadan ben de geçtim, bu acıları kardeşlerimle ben de yaşadım demenin tanıklığı.
Uyandım Dünya Diye Bir Yerdeyim de işte böylesi bir tanıklığın şiirleri denebilir. Oğullarını, kızlarını kanlı kapanlarda, tuzaklarda yitiren annelerin gözyaşları da ağıtları da benimdi. O oğullar, kızlar da benim çocuklarımdı o şiirleri yazarken. Onlar unutulmasın diye yazıldı. Şiir, bir bellek eğitme yöntemiyse bu şiirler de zorbaların, tiranların bu toplumsal kıyımına karşı belleğimizi diri tutmamızı istedi.
Peki Mustafa KÖZ en çok kimleri ve neleri okur? Bize okuma rutininizden biraz bahseder misiniz?
İlk okuma yıllarım, gençlik çağı diyelim, daha çok roman ve öyküyle geçti. Şiire düşünce “anlatı”dan uzaklaştım. Dilin dışında romanlarda, öykülerde anlatılanların hepsini biliyormuşum gibi gelmeye başladı. İşte o zaman şiir daha çok kapımı ve ruhumu çalmaya başladı. Düzyazı daha az okur oldum. Deneme, günlük, anı okumayı sürdürdüm. Bugün de ilgim bu türlerde daha yoğun. Roman ve öykü iyiden iyiye azaldı. Şiir okuyorum.
Kuyu öylesine derin ki onca şiirden sonra bile hiçbir şey yazmamışım gibi geliyor hâlâ. Dünya şiirini iyi izlediğimi söyleyebilirim. Doğal ki şiirimizi de. Şairlerimi sorarsanız Neruda’nın sözüyle söyleyeyim: “Ne kadar iyi şair varsa hepsi benim ustamdır.” Yeryüzünün iyi şairlerinden öğreneceklerim bitmedi henüz.
Uzun süre Türkiye Yazarlar Sendikası’nın başkanlığını yaptınız. Hâlihazırda da mevcut yönetimde ikinci başkanlık görevini yürütüyorsunuz. Yönetsel olarak önemli görevlerde bulunmuş biri olarak Türkiye’deki sendikal örgütlemeyi özellikle edebiyat emekçileri açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazarlar; siyasal, toplumsal, hukuksal savaşımın önemine inanabilseler bu kuruluşları birlikte yönetmek isterlerdi, ne var ki uçsuz bucaksız bir yalnızlık, bireysellik içinde dolanıp duruyorlar. Nalıncı keserinin hayatı hep kendilerine yontmasını istiyorlar. Siyasal savaşım içinde olmadıkları gibi, yazınsal yaratılarını besleyecek etkinliklerden de uzaklar. Böyle olunca da günden güne kısırlaşan bir toprakta tutsaklaşıyor yazar ve yazar kuruluşları.
Yazı emekçilerinin savaşımın önemli bir parçası olması gerektiğini biliyoruz ama onları bu savaşıma katmanın yolunu da bulabilmiş değiliz. Belki de yok, bundan da emin değilim. En azından, yirmi yıldır Türkiye Yazarlar Sendikası’nın genel başkanlık, ikinci başkanlık görevlerinde bulunmuş bir yazar olarak ben bulamadım bu yolu. Benim yetersizliğim mi, 80 Darbesi’nin yalnızlaştırıp yabancılaştırdığı yazarların çaresizliği, edilgenliği mi bilemiyorum.
Oldukça üretken bir edebiyat insanısınız. Yazmanın yanı sıra şiiri görünür kılmak, şiire dair birikimi çoğaltmak ve şiirle halkı buluşturmak adına Çıngıraklı Sokak projesiyle güzel bir yola çıktınız. Bundan sonrası için hedeflerinizi ve projelerinizi öğrenebilir miyiz?
Bazen kervan yolda düzülüyor. Çıngıraklı Sokak’ın şiir kervanı iyi yürüyor. Genç şairler, okurlar yediyor şimdilik şiir yüklü develeri. Sonrasını göreceğiz. Heybemde yeni şiirlerim birikti, birkaç şiir dosyası çekmecemde gün ışığına çıkmayı bekliyor.
Karnaval Dergi’ye zaman ayırıp sorularımıza içtenlikle cevap verdiğiniz için teşekkür ederiz. Son olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
Bana ve şiire ilginiz için teşekkür ederim. Karnaval Dergi’nin de kervanının berk, yolculuğunun ferah olmasını dilerim.
Şehrinize çok geldim, fahri hemşehriniz sayılırım. Uluslararası Şiir Festivali’nin dördüncüsüne katıldıktan sonra Evrensel Gazetesi’ndeki köşemde “Eskişehir, Yeni Şiir” başlıklı bir yazı yazmıştım. Sözlerimi yazının sonunda söylediklerimle bitireyim.
“Yeryüzü denen ve yanan yıkılan bu krizantem bahçesini onarmak, ancak yeni tohumlar ekmekle olasıdır, bahçenin yerini değiştiremeyeceğimize göre. Şairler de bunu yapıyorlar şiiriyle… Eskişehir’de yeniden anladık bunu. Yine şiir, diyerek…”
Eskişehirli şairler, okurlar yeni şiir tohumları ekmeyi sürdürüyor. Şehrinize şiir her zaman yakıştı.