Roman Kahramanları’ndan Çağrı
- 06 Eylül 2024
Beni istemiyorsun, evden tek çöp istemiyorsun da, “Başımıza bela oldu,” diye söylendiğim şu sandığı mı istiyorsun sadece? Kaçıp evlendikten birkaç ay sonra, tam da artık bizi sildiler demişken trenle gelen şu sandığı?
Kendir kilime sarılmış, sicimle bağlanmıştı. “Çeyizim işte,” demiştin. Taksiye sığmıyordu, kamyonet tutmuştuk. Yol boyunca belimi sakatladım diye söylenip durmuştum. Sen hiç konuşmamıştın.
Sen onu isteyinceye kadar, içinde ne olduğunu hiç merak etmedim. İçinden bir şey çıkardın mı, kullandık mı onu da bilmiyorum. Şimdi açtım işte.
En üstte, oğlumuzun sınav sonuçları, takdir belgeleri, karneleri var. Onları, liseden mezun olurken arkadaşlarının imzaladığı beyaz okul gömleğine sarmışsın. Mavi üstüne pembe çöp bebekler işlenmiş kundağın içinden ilk giydiği zıbınlar, patikler çıktı. Sarı saten bohçada danteller var. Çengelli iğne sateni yırtmış, açarken biraz daha büyüdü delik. Sonra, bir kere bile evimizde görmediğim örtüler, kılıflar…
Okuldaki arka bahçe kaçamaklarımızın birinde, “Annem kitabı elimden alıyor, kanaviçe işlememi istiyor,” demiştin. Ne olduğunu ablamdan biliyordum; düz kumaşın üstüne kanaviçe bezini diker, sonra da “Ayy iğne battı elime!” diye diye minik çarpı işaretleriyle güller, sümbüller yapardı. Kanaviçe bezini kumaştan tel tel sökmeye heveslenmiştim de, annem elimden kapmış, “Erkek adam işi değil bu!” demişti.
Şu birbirine yeşil yapraklarla bağlanmış kocaman gülleri, iğneyle tek tek işlerken bana aşık olduğunu düşününce başladım ağlamaya.
Bohçaları çıkarınca, sandığın dibine oturtulmuş iki bakır tencere göründü. Birinin içine rengârenk banyo lifleri, öbürünün içine yün patikler basılmış. Mektuplar iki tencerenin arasında. Tarih sırasıyla dizmiş, uçları kelebek işlemeli beyaz bir yazmaya sarmışsın. Benim gönderdiğim dört kartpostal en üstte, onun altında da senin bana yazdığın elli dört mektup. Sahilde saçları uçuşan yalnız bir kadın, begonvil sarmış cumbalı evler, Arnavut kaldırımında yürüyen yalnız bir adam, bir de deve dikeni… Unutmuştum bunları. Olmasaydı, sandıktan niye çıkmadı demezdim, yırtıp attığını ya da alıp götürdüğünü de düşünemezdim. Mektuplarını açamadım.
Sandık o kadar da ağır değildi, belime de hiçbir şey olmamıştı. Ama o, bizim kendi kendimizi sürdüğümüz, kimsesizliğin tadını çıkaracağımız yeni yuvanın adresini bulan densizin biri gibi gelmişti bana; ağır bir suçluluk duygusu olarak başköşemize oturacaktı. Hem dibine kadar aynı olmak hem de “El ne der!” vardı. Vardı Allah vardı! Farklı olmaya kaçmıştık biz Leyla. Bilmiyorduk ama hissediyorduk, insanlar birbirlerini tanımadıkları zaman farklı olabilirlerdi ancak. Konuşmadıkları, birbirlerine dokunmadıkları için birbirlerinin tıpkısı olsalar bile birbirlerine benzemezlerdi. Sandık diyorum, çok ağırdı. Şimdi düşünüyorum bunları.
İnsan mektup yazarken beklemesini gerektiğini anlıyor. Kendi el yazımı unutmuşum. Kartpostalların arkasındaki yazı karakterimle, şimdikinden bir sokak yapsak, yeni yazım eski taş evlerin yanında sırım sırım sırıtan sonradan yapılmış ucube evler gibi görünür.
En son otuz üç yıl önce yazmışım sana. Sen her mektubunda mektup isterdin benden. Kaç kere mektubunu karşıma koydum, yazmaya çalıştım ama beceremedim. Senin yazdıklarına bakınca benimki aşka benzemiyordu pek. Ne bileyim, sen benden vazgeçseydin, o zaman annemin gösterdiği kızlardan biri hiç de fena görünmemişti gözüme. Hatta kızın evlendiğini duyduğum gün sinirlerim bozulmuştu da, iki tek atmak için, hanım hastalanmış diyerek erken çıkmıştım işten. Kimden duyacağım, annem arayıp iki lafın arasına sokuşturmuştu işte. Akşam eve gelince, işte canım sıkılmış gibi yapacaktım sana.
Gözüme hiç de fena görünmeyen o kız evlendiği için yastaydım. “Seni seviyormuş,” demişti annem. Yapayalnızdım. Kalabalığa karışmış, tam da ancak yolun ortasına sıçarsam beni fark ederler diye düşünürken kafama aldığım darbeyle düştüm. Karşımdan gelen çelengin çelenkten daha geniş bir ayağı olacağını düşünecek halde değildim; vurulduğumu, kör bir kurşunla boku bokuna gittiğimi düşündüm ben de. Kolonya kokusunu alıp gözümü açınca, ayak ucumda yükselen çelengi gördüm. “MUTLULUKLAR” yazıyordu. Sadece bunu yazıp bıraksam da olur. Hayatımın özeti bence. Kafama çelenk çarptığı için sinirli olduğum o geceyi hatırlarsın.
Yazmamı psikoloğum önerdi aslında. Çok zor. Sana yazdığımı senin okuyacağını düşününce kaytarıyorum, haklı çıkmaya çalışıyorum. “Tamam, sen haklısın!” dedin ve gittin. Biliyorum, o söz ne kadar gerçekse, ben de o kadar haklıyım. Yine de bu mektubu, sana göndermeyeceğimi düşünerek yazacağım, söyledim ya, kaytarıyorum. Ne tuhaf! Sana anlatarak kendimi anlamaya çalışıyorum. Psikoloğun söylediğine göre, kendime bile söylemekten çekindiğim şeyleri, yazılı olarak karşımda görmek iyi gelecekmiş bana. Yazdıklarımı sesli okuyup kulağıma da duyuracakmışım. Sonra, Allah’a ya da neye inanıyorsam ona okuyacakmışım bu yazdıklarımı. Bir yabancı bulup anlatmak varmış sırada. O yabancı kendisi oluyor herhalde. Ya da ne bileyim, duvar dibine tünemiş bir şarapçı bulur anlatırım belki. Ya da bir…
Offf neyse! Dudağına yapışan saç telini serçe parmağınla çekerken öyle bir bakıyorsun ki, ben neyi, nasıl anlatacağım? Sonra, o yazdıklarımı ortalık yerde unutsam, biri, hatta sen bile alıp okusan aldırmazmışım. Oldu canım! Adamın verdiği örneği bir duysan! Ergensin, komşu teyzeyi düşünüp mastürbasyon yapmışsın, kadın kocasını almış misafirliğe gelmiş size, annen diyor ki “Öp teyzenin elini!” Mühendisliğimle, çapkınlığımla, erkekliğimle maskelediğim kendimi bulacakmışım. Ben bunu gerçekten istiyor muyum bakalım? Kendime unutturduğum o şeyleri bulup ne yapacağım? Tırsmaya başladım. Daha çok içmeye başladım. Tutan götürüyor beni. Anlayacağın bokunu çıkardım her şeyin.
Demek insan seyrettiğini değil, yaşadığını hatırlıyor. Senin o kadar dert ettiğin kadınların adlarını, hangisi Selma’ydı, hangisi Handan’dı karıştırıyorum. Hiçbirine adıyla seslenmiyordum ki zaten. Kalabalığa karışır seyredersin ya, herkes herkesin kaderine yabancıdır, yaranı deşecek hiç kimse yoktur, kalabalık sadece bir fondur da, seyrettiğin senin kendi içindeki oyundur hani, öyle. Tersinden bakınca, sen de başkaları için seyirliğin bir parçasısın. Etrafımızdaki her şey seyirlik olunca, kadınlık erkeklik de seyirlik olmaya başlıyor. Bunu da anca şimdi, sen gidince düşünebildim, sana yazınca.
Şu sallanan yaylı koltuğa sen gittiğinden beri hiç atmadım kendimi. Hatta her şeyin suçlusu oymuş gibi geldi, yanından geçerken tekmeledim. Sarıp sarmalayıp bir güzel uyutuyordu şerefsiz! Seninkine oturdum, ayaktan destek almayınca sallanmıyor. Enseye uygun bir oyuntusu, başı tutan bir yumuşaklığı yok. Sen de genelde ayakta olurdun zaten. Ben de, hazır sen ayaktayken bir gözümü yarım açar hep bir şeyler isterdim senden. Hazır ayaktayken bir su, hazır ayaktayken bir kahve, çay, meyve… Kalk kendin al, demeye başladığında mı başladı ilişkiniz?
Biz o küçük, yürüyerek ya da faytonla her yerine gidebildiğimiz şehirden neden kaçtık Leyla? Bizi oralardan kovalayan neydi hiç düşündün mü? Evdeki, sokaktaki, mahalledeki acı beni acıtmasın diye kaçtım ben. Hürmetten, haysiyetten, benzemekten benzetilmekten kaçtım.
Ne yapsaydım? Ben bir mühendisim. Bu dünyanın böyle kurulmasına, bozulup bozulup yeniden yapılmasına sadece ben mi karar veriyorum? Herkesin her yerde yabancı olmasının tek suçlusu ben miyim? Düzen bu! Atar toplar damarları planlanmış, dengesizliği bile bir bir hesaplanmış! Çok kızgınım. Bir felsefe öğretmeniyle gittiğine inanamıyorum. Turist mi olacaksınız? Hastalanmayacak, kokmayacak, korkmayacak mısınız? Benim yaptığım yollardan, yol boyunca dizilmiş mega çarşılardan, kendinizi ayrıksı hissede hissede gideceksiniz de, nereye? Vitrinsiz bir yer bulursanız, geçmiş yılların hatırına bir kart gönder de bileyim. Aşkınızın bütün o şeyler gibi klişe olmasını, tökezleyip düşmenizi o kadar çok istiyorum ki!
Offf seni seviyorum. Seviyormuşum seni. Benim gibi olmayışını, büyüdüğümüz şehre gittiğimizde, “Önceden gördüğümüz her yere yürüyebiliyorduk, şimdi şurası yaa şurası, oraya geçemiyoruz! Bizim ev şu tepede değil miydi? Ben o tepeye buradan yürüyebiliyordum. Orda bir tepe de kalmamış zaten!” diye sızlanmanı seviyormuşum. Ya bizim ev? Kelimenin tam anlamıyla yerinde yeller esiyordu. Yeni yıkılmıştı; bir rüzgâr esti, bir toz kalktı, gözlerimizi kapattık.
Seviyormuşum, ama yine de dinle bak, insanlık bu yolu birlikte yürüyor. Yürüyor demem lafın gelişi, hep birlikte bu hıza kapıldık; sağa çekip dinlenme şansımız yok artık. Sızlanmanın alemi yok! Geçmişimizle aramızdan otoban geçti. Geçmiş orada, biz buradayız. Sen yoksun gerçi. Dönüşü verilmeyen bir yol bu. Senin de dediğin gibi, beton! Gelecek yetişmiyor. Alacatı’da ellerini taş duvarlara, tokmaklı bahçe kapılarına süre süre yürümüştün, “Taşta dokunmak var, betonda yok!” demiştin, hatırla. Esnafla konuşurken birbirinizin ellerini kollarını tutmuştunuz. Esnafla diyorum bak! O dokunabildiğin esnaf var ya, nostaljiye sarıp satmayı öğrenmiş yeni insan. O elini süre süre geçtiğin taş evler var ya, o kartpostallar, bizim siteden üç daire satın alır. Oralarda gezmek, uyuşturucu gibi bir şeydi benim için. Televizyonda belgesel izlemekten daha fazla bir etki yaratmıyordu inan. Bence insanın mekânı yok artık. Çizilmiş hedeflere doğru hareket ediyoruz sadece. Ben o kartpostallara bakınca ne görüyorum artık biliyor musun? Tesis, işletme! Kapı önlerinde oturan dedeler nineler anne babalarımız, gezmeye gelenler de biziz; senle ben. Ya ödediğimiz hesaplar? Oraya mı gittiniz yoksa?
Şimdi karşımda olsan, “Sensin yalnızlık!” diye bağırırdım yüzüne. Hatırla, bir gün sıkış tepiş dolmuşa binmiştik de, bizden sonra binen bir kadın, “ Ayy bu ne kalabalık!” diye söylenip duruyordu. Sen dayanamamış, “Aaa yeter artık, sensin kalabalık!” diye bağırmıştın kadına. Saç saça baş başa gireceksiniz sanmıştım, siz kadınlar tuhafsınız, özür dilemiş başını önüne eğmişti kadın, sen de uzanmış kadının kolunu sevgiyle, gülümseyerek sıkmıştın. Dolmuştan inince, laf olsun diye, hiç düşünmeden “Çok tahammülsüzsün,” demiştim. Düşünüp söylemediğim şey neydi biliyor musun? Önce kendime, sonra da sana bir araba almak. Durup uzun uzun yüzüme bakmıştın. “Nasıl tahammül edebildiğimi çok düşündüm,” demiş kalabalığa çevirmiştin başını, “Bir gün cevabı buldum: Onlar bana nasıl tahammül ediyorsa öyle.”
Çalışmamanın suçunu da hep benim üstüme attın ya! Ben ne yapayım, senin iş bulman benim oğlanı emzirmem kadar mümkündü ancak. Ağzımı açmayayım diyorum ama… İşin aslı şu: Hazır üstüne yıkılacağın bir adam vardı da ondan. Yok hanfendinin önüne dosya fırlatmışlar, yok ondan sonra gelen müdürle yattığı için terfi almış. Ben çalışırken ne boklar yemek zorunda kalıyorum hiç haberin var mı?
Sen şimdi kendini başıboş, özgür zannediyorsun ya, biliyorum, çünkü ben de öyle zannetmiştim. Bir akşam, işyerinden bir kadınla seviştik, aha dökülüyor muyum ne, evine bırakacağım kadını, biri geldi, bomboş yolda, kırmızı ışıkta arkadan tosladı bana. Arabadan uykusuz bir polis çıktı. Bizim tampon, çamurluk göçmüş tabii. İçim yandı. Kafayı da direksiyona çarpmışım, alnım şiş. Uzatmayayım, ne söylese estağfurullah diyorum polise, atladı gitti adam. Ben arabanın derdindeyim, yanımdaki felaket tellallığında. Ya öyle olsaymış ne olurmuş, ya böyle olsa ne olurmuş. Alnımı yoklayıp duruyorum; görmüyor, sormuyor. O an seni o kadar çok özledim ki. Kendime mi, sana mı bilmiyorum, çok kızgınım çok!
Yine de anlamaya çalışıyorum seni. “Ben burada kendi kendimi dışlamış gibi hissediyorum,” demiştin ya, dışlanmış değil, dışlamış… Ne anlamalıydım bundan? Ruhumuz yoldaşlıkta kaldı biz zenginleştik, bunu mu? Peki ya çözüm? Gidecek bir yer? Off, nereye gittiğinizi deli gibi merak ediyorum. Eve gelmeye korkuyordum artık. Senin gerçekten ne istediğini anlayamıyordum. Ne? Yoksul olmamızı mı, sürünmemizi mi? Ne? Bıraktığımız yerde, bıraktığımız gibi kim kaldı ki? Ama seviyormuşum seni. Gittiğimiz yol tekin değildi, ben de biliyordum. Karşılıklı kayıtsızlık olmasa dayanamayacağımız kadar kötü bir yol hem de! Sen sonradan gördüğümüz şeylere gönül indirmiyorsun diye içten içe seviniyormuşum yine de, hatta nispeten güvende hissediyormuşum kendimi. Çok özledim seni çok.
Daha taşınmamıştık bu eve, benim eski müdürün çarşıdaki evinde kiracıyken bir gün takip ettim seni. Hafta sonuydu. Aslında benim aklımdan geçiyordu evden kaçmak. Biraz dolaşacağım, sinemaya falan giderim diye çıktın evden. Kalabalıkta bula kaybede yürüdüm peşinden. İnceciktin o zaman. Saçlarını hep atkuyruğu yapardın. Rüzgâr vardı. Takip ettiğim için utanıyordum. Bir ara gör de kurtulayım diye iyice yaklaştım. Tokadan kurtulan ince bir tutam saçı, her seferinde çekip kulağının arkasına sokuşturuyordun. Biriyle buluşacağın düşüncesini aklımın ucundan geri çeviriyordum. Yürüyordun. Öyle yalnızdın ki. Öyle yalnızdım ki. O anda yanında olmayı o kadar çok istedim ki.
Gerçekten de sinemanın olduğu pasaja girdin. Arkanı dönsen görecektin beni. Görsen, ben de seni o anda görmüş gibi yapacaktım, iyi madem birlikte girelim diyecek, biletleri alacaktım. Bakmadın. Yine çok utandım. Güveniyor bana dedim. Sonra çıkmanı bekledim. Biriyle birlikte çıkacağını düşünmek istemedim ama düşündüm yine de. Beklerken sana gümüş küpe aldım. Onu o gün almıştım işte.
Çıktın. Yalnızdın. Önce düzgün yürüyordun, sonra birden aksamaya başladın. Yan sokaktan dolanıp önüne geçtim. Yüzünde acı ifadesi yoktu. Bir topal nasıl bakar nasıl yürürse öyleydin. Dayanamadım sonunda karşılaştım seninle. Ben de sıkılmıştım da şöyle bir tur atacaktım çarşıda.
“Ayağına bir şey mi oldu, topallıyordun sanki,” dedim.
Üst dudağını ısırdın, güldün. Yeniden düzgün yürümeye başladın. Elimi tuttun. Kalabalığın arasından sıyrılıp ilerlemeye çalışırken, “Kan gövdeyi götürüyordu. Film kulağımızı şöyle bir büktü, acıtmadan. Aşkı, savaşı iki saate sığdırdık çıktık işte. Bilmiyorum, içimden topallayarak yürümek geldi,” dedin.
Söylediklerin için değil, sonunda yanına gelebilmenin verdiği sevinçle bir kahkaha attım. “Aksayarak felaket sinyali mi gönderdin insanlara?”
“Evet ama sanmam ki senden başkası fark etmiş olsun.”
Ne güzel işte, kimseyi tanımadığın şehrin ana çarşısından, midesinin içinden topallaya topallaya geçiyordun ve hiç kimse arkandan Topal Leyla nereye gidiyor demeyecekti. Böyle, kalemle kâğıtla yazarken ne kızdığım belli oluyor ne de güldüğüm. Ne aradığımı bilmiyorum Leyla. Bulmak isteyip istemediğimi de bilmiyorum. Kazdığım tünelin altında kalmaktan korkuyorum. İnsanlığın binlerce yıl inşa ettiği karanlığı ben tek başıma, annemin dediği gibi, kuru başıma nasıl geçeceğim? Yorgunum. Seni seviyormuşum Leyla.
Şeytan diyor, içini taş toldur gönder şu sandığı. Kim kimin istediği son iyiliği yapmış ki, ben yapayım Leyla?