Savaş Karşıtlığı Odağında Öyküler
Öykü

Savaş Karşıtlığı Odağında Öyküler

Karnaval Dergi

Düş Bozumu

Nuray Elçin

 

Gökyüzü her zaman mavi değildir! Altında yaşayanların bakışlarındaki renktedir. Bana göre

mavi, sana göre kızıl, Kajin’e göre kapkara!

Kajin zeytin ağaçlarının kıyısında bisiklet sürüyor. Bir eliyle bisikleti tutuyor diğer eliyle de

uçurtmasını uçuruyor. Kajin hızlandıkça uçurtma havalanıyor, gökyüzünde rengârenk

parlıyor. Birden bire yanında arkadaşı Kawa beliriyor. O da bisikletine atlamış, eline

uçurtmasını almış, Kajin’in gözlerine bakarak yanından geçiyor.

Gözlerini açar açmaz iki kat kartonun üzerine serili yatağından kalkıp çadırın bez kapısından

dışarı çıktı. Yüzünü yağmura, güneşe, insanlara çevirdi; başını öne eğdi. Bir simit aldı,

yarısını kuşlara dağıttı. Yaprakları dökülmüş yaşlı bir ağacın altına oturdu. Kawa ile

geçirdikleri son günü düşündü.

“Denizi göreceksiniz” demişti babası, Kawa en çok buna sevinmişti. Sınırı geçince

rahatladılar. Geriye Kawa’nın aklını başından alan, Kajin’i ise delicesine korkutan o uçsuz

bucaksız maviliği geçmek kalmıştı. İki ayrı bot, gece yarısı aldı onları. İlk kez o zaman

ayrıldılar. Kajin korkuyordu, Kawa mutluydu. Kajin üşüyordu, Kawa sıcacıktı. Kawa karanlık

sularda kaybolurken Kajin bağırdı, Kawa sustu. Kajin yaşlı ağacın altında sessizce ağladı,

Kawa uçurtmasıyla yeşil ovalarda bisikletini sürdü.

Cenin

Hakan Tuncal

 

Önce gözlerini kapattı. Ardından iki eliyle var gücüyle bastırarak kulaklarını. Dizlerini göğsüne doğru çekmiş, sağ yanına kıvrılmış, başını göğsüne yaklaştırmıştı. Cenin pozisyonundaydı. Bir cenin kadardı zaten. Bakımsızlıktan, açlıktan, yoksulluktan, yokluktan yaşıtları gibi serpilip büyüyememişti. Keşke anne karnındaki o güvenli ortamda kalsaydı. O zaman bu dehşeti yaşamayacak, kopan kolları, bacakları, parçalanmış yüzleri görmeyecekti. Ölmek için çok küçük olduğunu düşündü. Oysa yaşayabilmek için çok küçüktü. Kimsesi yoktu ona kol kanat olabilecek. Babasını hiç tanımamıştı zaten, annesini ve kardeşlerini de birkaç gün önceki bombardımandan beridir görmemişti. Buraya ne zaman, kim getirmişti onu bilmiyordu. Şimdi tanımadığı insanlar, çoğu kez gözyaşları içinde zoraki gülümseyerek ona yakında her şeyin normale döneceğini, sabretmesi gerektiğini söylüyordu. Her şey normale dönebilir miydi? Bütün bunlar yaşanmamış gibi oyunlar oynayabilir miydi? Gülüp eğlenebilir miydi?

Gözleri hâlâ kapalıydı. Kulakları da ellerinin arasında. Ama gitmiyordu gözlerinin önünden parçalanmış bedenler, kulaklarında çınlıyordu çığlıkları vahşetin.

Göremeyenleri düşündü. Duyamayanları… Görüp de görmezden gelenleri, duyup da kulak tıkayanları… Sesi çıkmıyordu onun nicedir. Ona ses olamayanları düşündü.

Kitaptan Ev

Hayri K. Yetik

 

Yüz kadar kitabım vardı, kiracı olduğum tek göz evde, bekârken. İğreti raflarda. Duvara çakılı, derme çatma. Altında yatağım. Birgün yıkıldığını anlattığım arkadaşım “evin başına mı yıkıldı” dedi.

 

“Kitaplar” dedim. “Duvar sağlam, sökülüvermiş vidası, ağırlığı kaldıramadığından.”

*

Aradan çeyrek yüzyıl geçmiş. Geçen gün bir evimiz olsun artık, bankalar da faizleri düşürmüşken, hesaba kitaba oturduk hanımla. İki artı bir evin taksitlerine gücümüz yetiyordu, kirayı da ekleyince. Biri odanın kızımıza, biri gündelik oturma, biri de yatak odası… Kitaplara yer yoktu. Beş bin dolayında kitap. Onlar için en az bir oda daha ister. Ona da paramız yetmiyor.

Atmayacağımı, satmayacağımı bildiğinden Hanım dalga geçti “o zaman aldığın krediyle çimento, kum al kitapların da tuğla, kendine ev yapıp otur” dedi.

 

“Kitaplar insanın başına yıkılıyor” dedim.

Kırmızı Kalem

Armağan Can

 

Boya kalemlerinin yapıldığı bu fabrikadan çocuklara ulaşan takımların içinden kırmızı renkli

kalem çıkmıyordu. İki tane sarı, iki tane mavi. Yaşar Bey’e babasından kalan bu fabrika kendi

ailesi de dahil birçok aileyi doyuruyordu. Kaderine bırakamazdı. Mavi önlüğünü üstüne

geçirdi. Kasketini başına taktı, imalat bölümüne geçti.

Bağlayıcı elementlerle hamur kıvamına gelen karışıma kırmızı pigmentin katıldığını gördü.

Hamur sıkıştırıldı, bal mumuna batıp çıkan kırmızı kurşunları takip etti. Sedir ağacından

yapılan kalem dışlarını, içine yerleşen kırmızıyı, üstüne basılan etiketleri izledi. Uçlar sivrildi,

kutulanma tezgâhlarına geldi. İşçiler, kafalarını kaldırmadan paketlerin kontrolünü yapıyordu.

En sonda duran çocuk mu genç mi belli olmayan, kara kuru çalışana ilişti gözü. İşe yeni

başlayan bir mülteci olduğu söylendi. Kırmızı kalemleri alıp çöpe atıyordu. “Neden?” diye

yavaşça sordu Yaşar Bey. “Çok ölüm gördüm. Kan rengidir. Güneş, deniz çizsin çocuklar,”

dedi işçi.

Işık Yok

Hülya Tozlu

 

Havai fişek (firework) patlaması değil. Renkleri örtmüş bir toz bulutu. Yanımda bir hışırtı.

Korkmuş bir akrep kendini sokuyor. Kanadı tutuşmuş bir sığırcık pike inişiyle düşüyor

kucağıma.

Annemin sesi kulaklarımda. Ünlemekte “Barış! Barış!”

Cebimdeki güvercini çıkarıyorum. Işıltısı kızıla karışmış uçuyor kuyruğuna dolanmış bir yeşil

dalla.

Zakkum kokuları yayılıyor zehir zemberek. El ele, boy boy insandan bir sisli halay çemberi.

Hallacın attığı toprak, irin patlaması…

Arap’ın yalellisi kulaklarımda, İlyada’dan taşıdığı okları savuşturmakta.

Gözlerimi İda’ya kaldırdım, ellerim Himalayalar’a açık; ünlüyorum Tanrı’ya bir branda

indirsin yeryüzüne. Tüm saklı güzellikler otursun üzerine…yüreklerde umut çağrıları.

Pamuk yastığım, yün yorganım; sıcacık dünyamda açtım gözümü, gün ağarmamış, zifiri

karanlıktı.

Nazmi Bayrı

Öykü Gazzeli Çocuktur Belki De

 

Bisikletimi daha iki ay önce almıştım

Çalmışlar

Kumbaramda yirmi şeker vardı

Kumbaramın içindeki parayı bile almışlar

Ve -şeker paradır çocuklar için-

Çocuklar yaşasın ki- “şeker de yiyebilsinler”*

Odamı ne hale getirmişler

Odamın haline bakın

Yerle bir etmişler

Duvarda asılı fotoğrafım vardı

Şimdi o da yok

Mermilerle delik deşik yapmışlar

Ölmek istiyorum

Bu dünyadan kurtulmak istiyorum

Ve

Oturmuş yatağının ucuna

Elleri bacaklarının arasında

Yüzü gözü toz toprak içinde

Ağlamada Gazzeli çocuk

Öyle bir ağlamada ki

Bir tek bomba yağdıranlar duymamakta

Penceresinin çerçevesi, sıvalar, beton parçaları yerlerde

Ve gözlerin yaşarmıyorsa

 

Ağlamıyorsan

Yüreğin burkulmuyorsa

Sen insan değil

Hayvan dahi olamazsın kardeşim

Hem kardeşim de olamazsın

*N.Hikmet R.

Kırlarda Deli Taylar

Uğraş Abanoz

 

Güneyden dörtnala, tozu dumana katarak göründü Sirac, atın yelesine tutunmuş.

Yüzü aydınlık, güleç, atla bütünleşince ölümsüzleşiyor.

Leke yakınlaştı, on metre kala sağrısından hoplayıp asıldı yulara, atı öptü.

Dilimin ucuna gelen lafları yuttum.

Yardım gemisinde biri var, Razak Ahmed, Türkiye’ye kaçabiliriz.

      “Baba, suya beton dökmüşler!” dedi Sirac.

“Zeytin dinlenince vadiye git, asker varsa dön!” dedi Uday, köpek havladı.

Sirac göz ucuyla baktı, ağaca yürüdü, atın boynunu okşayıp gölgede durdu.

At hâlâ soluyor. Uday, demiri ateşten alıp mavi varili yamadı, yerde taşlar.

Sirac, mırıldandı, uğultuyla serin bir yel esti, ülkem atalarımın arazisi.

Oyuğa koştum, kontrol noktalarını, uçakları, Dua Kâselerini, telkâri geometrik desenleri geçtim.

İlk kapaktan çıktım, çavlan uğulduyor, bitimsiz kırlarda deli taylar, halkım gülüyor.

Sus Konuşma

Suzan Kuyumcu

 

Delici kanlı mavi gözleri içimi okuyordu. Aykırıydım, bilmeliydi. Toprak rengine

dönüşen barut izleriyle dolu teni yara bere içindeydi. Elinde silahı, bir ayağı

göğsümün üzerindeydi. “Yapma” dercesine çattım kaşlarımı. “Pısırık” diyordu

bakışları, “korkaksın sen.” Böyle olmadığımı biliyorum. “Hayır, yapma!” Kaşlarımın

arasına yerleşiyor isyanım. Alaylı küçümseyen ifade nefretiyle kucaklaşıyor. “Aptal!

Aptal” diyorum, içimden. “Masa başındakiler aynı şeyi istiyor diye gençliğimiz neden

hedef tahtası olsun.?” Namluyla dürtüyor beni. “Sus” diyordu sanki, “sus konuşma.”

Gölgeleniyor acı yüklü kanlı bakışları. Anladı mı ne? Ben yerde o tepemde, zaman

durmuş gibiydi. Bekle, der gibi ince narin parmakları dur işareti yapıyordu. “En iyi

savaş masada kazanılandır” diyorum, boşluğu doldurmak istercesine. Cebinden bir

şey çıkarmaya çalışıyordu.

Aniden güçlü bir ses haykırdı.

“Asker! Bom, bom.”

Kanı üzerime sıçrayarak yığıldı yere. Taranmış aile bireylerinin kanlı fotoğrafı elinde.

“Haydi durma asker!”

İstatiksel Değerler

Suna Güler

 

Hayriye Hanım’ın beyaz badanalı duvarlarını asker üniformalı üç erkek fotoğrafı

süslüyordu. Akranmış gibi görünüyorlardı. Sol baştaki en sıska olanın altında “Kore Şehidi

Onbaşı Bayram Tuzcu” yazıyordu, ortadakinin altında “Kıbrıs Şehidi Çavuş Selami Tuzcu”

sağ baştakinde ise “Terörist Saldırısında Şehit Olan Uzman Erbaş Bayram Tuzcu.”

Ve hepsinin üzerinde kendi özdeyişiyle Mustafa Kemal ATATÜRK portresi vardı…

“Savaş zaruri ve hayati olmalıdır, ulusun hayatı tehlikeye girmedikçe çıkarılan savaş

cinayettir.”

Karşı Kıyıdan Yansıyan

Sencer Başat

 

Bugün dünden sonraydı. Adada baharın elinden tutup bırakmadığı bir kış daha başlıyordu.

Artık kâğıtlarımızı kabinde oturan apoletli adama göstermeden karşı kıyıya geçemiyorduk.

Vatansız bir rüzgâr kıyının ezgilerini taşıyordu. Limanda şarkı söyleyen kadının sesine telli

sazın başındaki sevgilisi eşlik ediyordu. Tandır ekmeğinden yayılan koku, özlemlerimizle

birlikte buharın üzerine siniyordu. Buharın içinde tüten tını, kimliksiz limanları dolaşmaya

kararlı bir melodiydi.

Bugün yarından önceydi. Adada an tanışmıştı suyla ve taşan anlarla dolmuştu zaman baharda.

Güvenli kabul edilen yüreğimiz sınırda kaldı. Evler yüksek duvarlıydı, kapılar öyle güvenli ve

korunaklıydı ki mevsimlerimiz merdivenlere ulaşamıyordu. Karşıda kaldı mezarımız, nergis

fidelerimiz susuz kaldı taşlıkta. Atalık tohumlarımız taş duvardaki oyukta saklıydı.

Aramızdaki deniz gözyaşımızın imgesiydi, dalgalar özlemin nefesiydi, adasız martıların

kanatlarından damlayan acıydı.

Ne Diye?

Anıl Çetinel Örselli

 

Kendi külleri yağarken insanın üzerine, yine kendi kanıyla sulanmışlardan besleniyor

toprak dediğin. Aynı toprak, kime ait olacağını -bitmek bilmez kavganın sözüm ona

muzafferini- bekliyor öylece.

Adın yazılsın diye şanlı galibiyetlerin tarihine, kim bilir belki de sırf cennet tapusu

dağıtıyorlar diye, sıranın önüne geçip silah almışsın eline. Dokuz ay anasının kanında

bekleyenlerin, on sekizlik delikanlıların, ardında gözü yaşlı bekleyenlerin ömrünü harcamak

için… Cephenin heyecanı yürümüş ellerine… “Kim söylüyor bu yalanları, kimin işine yarar

bunca kavga?” Sormamışsın. “Bitsin bu işkence” diye avaz avaz haykırdık isyanımızı ya, belli

ki sen duymamışsın. Omuzlarına kondurdukları yıldızlar, göğsündeki madalyalar, karanlığı

hapsedip bize gösterdiğin ışıltılar şimdi. Bahane arıyormuşsun “insan” öldürmeye! Sınırın öte

yanında diye, başka bir dilde, başka bir renkte, bambaşka bir cinsiyette diye … Bunca

zulüm… Hakikaten ne diye?