Çocuk; evi saran tel örgülerin arkasında elinde avucunun içi kadar küçük, terli avucunu ürpertecek kadar soğuk bir bıçakla duruyordu. Gözyaşları boş göz yuvalarının burunla birleşen iki kenarından akıyor, kirli yanaklarından iz bırakarak çenesine doğru iniyordu. Buna anlam veremezdi çocukken. Bir defasında babaannesine söylemiş, keşke ağlayamasaydım da görseydim demişti. Babaannesi ise kızmıştı ona. ”Şşşt. İnsan ağlayamıyorsa insan değildir. Ağlayamayan insan boş görür boşa görür.”
Babaannesini hatırlayınca ağlaması daha da arttı. Babaannesi senelerdir yoktu yanında. Kör olduğu için dalga geçildiğinde sığınacağı kimse yoktu. Korkunca ona sarılıp sakinleştirecek tek kişiyi toprak almıştı. Ne annesi sevebilmişti onu ne de babası. Eğer sevselerdi, onu böyle bırakıp giderler miydi? Tamam, belki kendisi istemişti burada kalmayı, ”Görmüyorum, size yük olurum. Beni değil kardeşlerimi götürün.” demişti ama ailesi karşı çıkabilirdi ona ”Ne yükü? Sen bizim evladımızsın. Kardeşlerini de götürürüz seni de.” diyebilirlerdi. Oysa babası bir söz söylememiş, annesi ise onun cesaretini kutlamıştı. Ve onu geride bırakarak gitmişlerdi. Kız kardeşi ağlamıştı onun gelemeyeceği öğrenince. Mutfaktan bir bıçak getirip ona vermişti kendini korusun diye.
Yıkıntıların ortasında başka bir çocuk, büyük bir sessizliğin içinde yürüyordu. Doğduğundan beri sessizliğin içindeydi o, sesin ne olduğunu bilmiyordu. Sessizliğe doğmuştu. Yürürken bir yandan da çevresine bakınıyordu. İlerisinde duran çocuğu fark etti. Elinde küçük bir bıçak tutuyordu. Hareketlerinden anladığı kadarıyla ağlıyor, korkuyordu. Onu korkutmak istemeden yanına yaklaştı. Göremeyen çocuk ise birinin ona yaklaştığını anlamış, korkuyla elindeki bıçağı savurmaya başlamıştı çığlık atarak. Karşısındaki çocuğun bıçağı ona doğru salladığını ve ağzını açıp durduğunu gördü. Hızlıca bileği yakalayıp dizine vurdu. Çocuğun elindeki bıçak düşünce ona sarıldı. Savaşın ortasında terk edilmiş bir kasabada biri görmeyen diğeri işitmeyen iki çocuk birbirine sarıldı.