Farsçadan Çeviren: Solmaz Arzili
Suyun üzerindeki ışığın yansımasını takip ederken bakışı köprüde asılı kaldı, sonra yazmaya başladı:
“Sizi çok özledim, düşündüğünüzden de fazla. Her şey babamın istediği gibi oldu. Odam, otelin en uzun koridorunun sonunda rezerve edilmiş. Asansöre binip yedinci katın düğmesine bastım ve koridorda odaların önünden geçtim; otelin en tenha koridoruydu. Bunun için babama minnettarım. Tek komşum yalnız yaşayan bir İranlı kadın. İstanbul’da ilk uğradığım yer Fındıkzade Çarşısı oldu. Dar bir tişört aldım; babamın bakışlarını hatırladım, olsaydı onu giymeme izin vermezdi. Söyle babama, şehrin en uzun kolları sarmış beni… Ya da boş ver, ne fark eder ki artık.”
Gözleri, kartın mat lacivert rengine ve arkasındaki yazıya takıldı. Ne kadar yalnız olduğunu yazamadı.
Odaya, yakınlardaki bir çocuğun çığlıkları doluyordu.
Kalemi kartın üzerine bıraktı ve televizyonu açtı; uzun saçlı genç bir adam şarkı söylüyor, insanlar ellerindeki mumları sallıyorlardı. Mumlar, gözlerinin önünde titrerken, zihni çocuğun çığlıkları ile annesinin hatırası arasında gidip geliyordu.
Annem “Türkiye’ye gitmek başka, Amerika vizesi almak bambaşka. “demişti, diye düşündü.
“Mecburum, anne.”
“Ne mecburiyeti?”
Mine demişti ki: “Anne babama hiçbir şey söyleme. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kafam çok karışık. Tüm vücudum şişmiş, doktorlar su topladığını söylüyorlar. Çok korkuyorum, üç günde bir diyalize girmem gerekiyor, zor olduğunu biliyorum. Test sonuçları elime ulaştığında ve böbreğinin bana uyduğunu gördüğümde, iki gün boyunca hep ağladım…”
Mine’nin korktuğu anları hatırlıyordu: gözlerinin fal taşı gibi açılması, sol yanağının yavaşça seğirerek dudaklarına ulaşması ve onları biraz sola çekmesi. Mine, gerçekleşmemiş bir olayı bekliyormuş gibi sürekli bir korku içindeydi.
Bakışlarını pencereden ve İstanbul’dan çevirip tekrar kalemi eline aldı ve yazmaya başladı:
“Bir sonbahar öğleninde pasaportuma damga vuruldu. Bir demet nergis alıyorum ve ayaklarımı sürükleyerek evimizin olduğu çıkmaz sokağa kadar yürüyorum. Annem odada, geniş balkona doğru, pencereden yayılan bir daire gibi küçük güneş ışığının altında oturmuş. Boynu eğilmiş, elinin pençesi boynuna kenetlenmiş, kesinlikle tekrar ağrıyor ve parmaklarının altındaki nabız atıyor. Başını aşağıya eğmiş, gözleri kırık pirinçleri arıyor. Pirinçler o yuvarlak tepside sağa sola çekilip parmaklarının altında uzanıyor.”
Annem pasaportumu gördüğünde, gözlüğünün arkasındaki gözleri kocaman açıldı:
“Sen de mi gurbetçi oldun?”
Sonra, tepsi annemin ellerinden kayıp düştü ve pirinçler yere saçıldı…
Halıdaki kuşlar, babamın tabağındaki el değmemiş pirinçleri gagalar, güvercinler ise pencere pervazına konardı. Yedi gün boyunca anneme misafir olurlardı. Babamın yenmemiş pirinçleri, tabaktan pervaza dökülür, Zümrüt gözlü güvercin, anneme bakardı. Sanki onun acısını anlıyormuş gibi. Annem, pirinçleri pencere önüne koyardı ve ertesi gün babamın kırmızı gül nakışlı tabağı, annemin beyaz pilav taneleriyle yeniden dolardı.
Babam üzgün olduğunda kaşları göz kapaklarını tamamen kaplar, göz kapakları daha da sarkık hale gelirdi. Babamın radyosunun sesini duyamazdık, annem her gün onun için radyoyu açar, ama biraz sonra tekrar kapatır ve haber yayınları yerine odadan sükutun sesi gelirdi.
Cumartesi sabahı, sonbahar rüzgârı beni Sultanahmet Meydanı’na ve daha ilerideki İstanbul Üniversitesi’nin siyah taşlı girişine kadar götürüyor. İlk günkü gibi yine hayranlıkla izliyorum.
Pirinç paketlerini açıp yere serpiyorum, güvercinler hemen toplanıp gagalarıyla pirinç tanelerini almaya başlıyorlar. Sonra uzaklaşıp bir taksiye binip “Mustafa Paşa” diyorum. Caminin kapısında iniyor, Yaprak Apartmanı’na ulaşmak için ara sokaktan aşağıya yürüyorum. Binanın önünde durup üçüncü kattaki balkona bakıyorum.
Hayalimde oraya bir ip bağlamışım ve o ipin üzerine sana ördüğüm kazak asılı. O yıllarda sana ördüğüm kazağın sırtında sarı bir güneş vardı. Hatırlıyor musun, sen de o zaman onunla aynı renkte olan sarı bir pantolon giymiştin?
Şimdi bakışlarım, ipsiz balkona asılı kalıyor; saç tokasını tutup çekiyorum ve saçlarımı serbest bırakıyorum. Saçlarım tam senin sevdiğin gibi dümdüz, yüzüm makyajsız.
Kıvırcık saçlarını taramak veya düzleştirmem gerektiğinde yastığın üzerine bırakırdın ve şöyle derdin:
“İşte Mermer, ben senden daha büyüğüm, düz saçlar benim olmalıydı…”
Açık saçlarımla ve senin hayalinle sokak ortasına kadar koşuyorum; ezan sesini duyduğumda sokağın sonuna varıyorum…
Koridorun sonundaki otel odasında, iki gece boyunca yastıklar ve saçlarım gözyaşlarımla ıslandı.
Pazar günü öğle vakti yine evinin önüne gidip bakınca rahatlayacağım. Bu sefer ara sokağı gören büyük pencereye bakacağım. Perdenin üzerindeki mor zambaklar sallanacak. Sen perdeyi yana çekmiş, taze ekmekle kahvaltıya ne zaman geleceğimi bekliyorsun.
Saçlarımı toplayıp Anna’nın kenarlarını ördüğü başörtüsünü alarak Ayasofya Camii’ne varıyorum. O başörtüsünü hatırlıyor musun, Mine? Beş yıl önce benim için tığ işi yapmıştı; Anna ya da ev sahibimizin yaşlı, beyaz saçlı kadını. Seninle birlikte olduğum ikinci yıldı, Tahran’daki savaş yıllarıydı, bombardıman altındaydık. Babam, seninle Türkiye’de kalmama ve geri dönmememe izin vermişti. Kendileri de Tahran’dan taşınıp şehir dışında bir bahçeli eve yerleşmişlerdi.
Ve şimdi üç yıldır, New York’ta bir apartman dairesinin on birinci katındasın, solgun güneş ışığında perdelerini kurutuyorsun.
New York’un kargaşasında her gün zorluklarla mücadele ediyorsun; haydut atların eyerlerini diken iğnelerle her gün kırılıyorsun…
Merak etme, kaşlarını kaldırma; anne babamız bir şey bilmiyor, diğer şeyleri bilmedikleri gibi.
On beş gün geçti ve hâlâ konsolosluktan randevu bekliyorum. Sigortan olmadığını ve her diyaliz seansının maliyetinin çok fazla olduğunu yazmıştın, biliyorum canım, hepsini biliyorum. Oteli değiştiremedim. Her gece telefon çaldığında ve annemin endişeli sesiyle karşılaştığımda, babama rapor vermek için hâlimi sorduğunda—babam hâlâ beni aramıyor—başka bir endişeyi onlara yüklemek istemiyorum. Ama mutlaka sana para göndereceğim.
Sultanahmet Meydanı, her gün güvercinlerle buluştuğum yerdir. Bazen Eminönü çevresinde dolaşır, simit alıp martılara da paylarını veririm. Bir de sadaka veririm, belki bir gün ilaç almak için sadaka alan kırgın Mine’yi unutmamak için…”
Mermer, gözyaşlarını silip odadan çıkar. Saçları, hayatında gördüğü en uzun koridoru süpürerek asansöre ulaşır. Taksiye binip tepenin üzerinden şehrin kalbine doğru iner. Eski çarşıya uğradığında, baharat, tütsü ve deri kokusu her yanı sarmış. İpek ve şifon, deri ve süet, bakır ve mermer ve mine, hepsi birbirine karışmış.
Askılı çay tepsilerinde dönen ince belli çay bardakları, Mermer’i sersemletir. Düşmeden önce seyyar satıcıya, “Mine taşı istiyorum, mavi mine,” der.
Kubbenin tavanı her an biraz daha alçalır, ağır bir yük gibi üzerine çöker. Mermer, beli bükülmüş halde yere yığılır. Çay, birkaç şekerle tatlandırılır ve Mermer’in dudaklarına yaklaştırılır. Kendine geldiğinde, etrafında toplanmış bir grup insanla karşılaşır. Uzanmış bir eli tutup ayağa kalkarken, şöyle der: “Bir şeyim yok, iyiyim, herhalde tansiyonum düştü.”
Sonra yavaş yavaş çarşıdan dışarı çıkar.
Akşamın alaca karanlığında, otelin yakınlarında yolunu değiştirir ve tepenin yanındaki yokuştan aşağıya doğru yürür. Gül Çay Bahçesi’nin girişi onu içeriye davet eder. Kilimlerle örtülü divanlar, onlara yaslanmış minderler ve her divanın kenarında duran küçük semaverler. Oteldeki İranlı kadını görür, üç çocuğuyla birlikte bir divanda oturmuştur. Aniden canı çeker ve Farsça der ki:
“Sizinle oturabilir miyim?”
Kadın gülümser. “Buyurun.”
İnce belli bardaklar çayla dolar ve ardından gurbet sohbetleri başlar…
“Ne zamandır buradasınız?”
“On beş gün oldu.”
“Vize için mi? Amerika mı?”
Mermer sadece başını sallar, ama kadın durmaksızın konuşmaya devam eder:
“Kocam iki yıldır Amerika’da. Ben ve çocuklarım İran’dayız. Onun yanına gitmek için buraya geldik. Yarın için randevumuz var.”
Küçük çocuğun ağlama sesi annenin sesine karışır. Dört beş yaşlarında, esmer bir çocuktur. Çay bardağını bordo tişörtünün üzerine dökmüştür. Göğsündeki ayyıldız ıslanmış, küçük göğsü çayın sıcaklığından kızarmıştır. Kadın çocuğun tişörtünü çıkarır, başını ellerinin arasına alır ve sesi hıçkırıklarla dolup taşar:
“Eğer vize vermezlerse İran’a dönüp boşanacağım. Bunun adı hayat değil ki…”
Birkaç dakika sonra kadın daha sakinleşmişti. Küçük çocuğun tişörtündeki ayyıldız hâlâ parlıyordu.
“Neden Amerika’ya gitmek istiyorsunuz?” diye sordu kadın.
Mermer, hızlıca bir şeyler mırıldandı, kelimeler boğazında kayboldu.
“Kız kardeşim orada. Ben de onun yanına gidiyorum. ” dedi sonunda.
“Anne babanız İran’da mı?”
Mermer’in bakışları fokurdayan semavere kaydı ve ister istemez sözler ağzından döküldü.
“Annem her zaman beyaz ve temiz pamuk bir kumaş gibi kokar. Kız kardeşimi özlediğinde onun kıyafetlerini çıkarır, kaçıncı defa naftalinlerdi, sayısını hatırlamam. Naftalinleri alıp ellerine krem sürerdim. Havalimanında küçük bir hüzün gibi şalına sarılmıştı. Akik yüzüğünü parmağından çıkarıp benim parmağıma taktı.”
Kadın, merakla sordu: “Eğer öyleyse neden gidiyorsunuz?”
Mermer, derin bir nefes alıp gözlerini kadının gözlerine dikti. “Kız kardeşim yalnız,” dedi. “Ve belki de ben de…” Sesi kısılıp boğazında düğümlendi.
Elini beline koyup, filmlerde gördüğü gibi karnının yanından sırtının ortasına kadar kesip açtıklarını hatırladı. İkisi de aynı odada yatıp aynı çıkmaz sokağın rüyasını göreceklerdir.
Kadın başını daha da aşağı indirir, bakışları Mermer’in duvar gibi uzanan saçlarından yukarı çıksın ve ay ışığına benzeyen yüzünü görebilsin.
“Neden gidiyorsunuz, söylemediniz?”
“Ziyaret için, ya da ona benzer bir şey.”
Kadın gülümser, Mermer’in saçlarına dokunur ve der ki: “Ne güzel kestane rengi saçlarınız var.”
Mermer’in gülümsemesi yüzünde asılı kalır. Teşekkür eder “Görüşmek üzere.” der. Düşüncesinin kıvılcımı ondan önce çay bahçesinin kapısından çıkmıştır bile.
Mustafa Paşa Caddesi’nin yokuşunu çıkarken, rüzgârın saçlarını savurmasına izin verir. Bir kapıya ulaşır, kapıyı zorlar; saçlarını bir kadına teslim eder ki, o da yavaşça boynunun kenarından kessin.
Dışarı çıktığında bir an tereddüt eder, paraları yere fırlatır, ama geriye sadece bir saç tokası kalır.
Düşünür: Bugün kesinlikle cuma akşamı ya da belki perşembe akşam üstüdür. Mine’yi görür; elinde bir sepetle ona doğru koşuyordur. Saçları omuzlarına dökülmüş. Omuzları ve elleri boştur.
Ellerini iki yana açar, dönerek bir elini güneşe, bir elini zemine uzatır ve kesilmiş saçlarla dünyayı geride bırakır.