Seyrek Yağmur’un Düşündürdükleri
Kitap İncelemeleri

Seyrek Yağmur’un Düşündürdükleri

Pelin Şirin

Bir sabah geç kalmışlık duygusuyla uyanarak, yaşamın geçmekte olduğunu, birikmediğini her şeyin anlamsızlık kuyusu içinde yavaş yavaş tükendiğini hissedenler olmuştur mutlaka. Bu hissin çıkış noktası biriktirememe, olmama duygusuyla aynı zemine yaslanır. İnsan hayatta nasıl ve ne kadar birikir? Muhtemelen hikâyeleriyle. Hikâyemiz olup olmadığı, zaman zaman zihnimizi meşgul etse de bir hikâye yaratıp içine yerleşme cesareti kaçımızda var? Anlamın veya bir amacın peşinde yoğrulmuş bir hayat. Bazılarımız bu gücü kendinde bulup hayatından yeni bir hikâye yaratabilir ama çoğumuz da başkaları tarafından yaratılmış hikâyelerin içinde kaybolmayı yeğler. Burada edebiyat, sinema ve sanat devreye girer. Bütün bunlar zihnimizi oyalayan, afyon niteliğinde şeyler değildir elbette. Hayatın anlamsızlığı geçiciliği ve birikmemişliği üzerine yaşadığımız o fazlaca “insani çırpınışların” son bulduğu şefkatli bir kucağa dönüşür, sanat ve edebiyat.

 

Barış Bıçakçı’nın Seyrek Yağmur kitabı tam da böyle şefkatli bir yerden yakalıyor okuru. Kitabın kahramanı Rıfat, ellili yaşlarında, küçük bir kitapçısı olan, insanın içinde koruma, sarıp sarmalama isteği uyandıran bir karakter. Çok tanıdık. Bu tanıdık olma hali, insanın kendi kendine şefkat göstermesi kendi duygularına yakınlaşması gibi.

 

Roman, hayatın incinmişliklerine, sorularına, çaresizliklerine cevap aramakla meşgul. Bu meşguliyet hayli yararlı bir eylem. Yaşamın en küçük hücrelerine nüfuz ederek gerçeğin varlığını tescillemek ister gibi. Sorunlara çözümler bulmaktan ziyade, onların tüm incelikleriyle var olduğunu kanıtlamak, acı ve hüzünden kurtulmak yerine onlarla yaşayabilmeyi öğrenmek gibi.

 

Kısa ama aynı zamanda vurucu bir metin Seyrek Yağmur. Az olanla azı çoğaltma yeteneği Bıçakçı’da fazlasıyla mevcut. Şiirsel dil, düz yazının olanaklarıyla birleştiğinde güçlü bir roman meydana gelmiş. Rıfat’ın kendisiyle ve yarattığı karakterlerle sohbeti, hayata dair sorduğu sorular, peşine düştüğü cevaplar oldukça etkileyici.

 

İnsan anılarını zihninde canlandırmaya başladığında diğer kişiler bir süre sonra silikleşmeye başlar. Yalnızca onların yaşattığı duygular, hissettirdikleri kalır geriye. Yani durumlar ve duygulardır açığa çıkan nihayetinde. Metinde de böyle olduğunu görmekteyiz. Rıfat dışında tüm karakterler sisli bir bulut tabakasının arkasında kalarak önemsizleşiyor. Onlar önemsizleştikçe kahramanımız daha da belirginleşiyor.

 

Seyrek Yağmur’ da yalnızca bireysel konulara değil toplumsal çürümeye de değinilmiş. Toplumdaki aksaklar bir kitapçının gözünden tahlil ediliyor. Örneğin çocukları için test kitabı almaya gelen insanlar, kitapçıların sisteme hizmet eden dinamiklere dönüşmesini sağlıyor Rıfat’a göre. Böyle durumlarda bu insanları geri çevirirken: “Dünya’nın vasatlık üreten düzeneklerine karşı tek başına savaşan şövalye gibi hissediyor kendisini.”  Şehirlerde, kitabı ve kitapçıyı yok etmeye çalışan bir düzenek olduğuna inanıyor.

 

Yazarın yakın tarihimizdeki acılara da değindiğini görüyoruz; dilin imkanlarını kullanarak, kimsenin gözüne sokmadan, slogan atmadan. Örneğin annesiyle sinemaya giden kahramanımız, annesinin, filmdeki karakteri erkek kardeşine benzettiğine şahit oluyor. Bir süre sonra, sokakta yürüyen herkesin gerçekten dayısına benzemeye başladığını görüyor. Halbuki hazin bir hikayesi olan dayı, kırk yıl önce devlet tarafından acımasız bir şekilde öldürülmüştür. Elimizde anneden kalan bir cümle: “Geçen yılların unutturamadığı bir şey varsa o da dayının kendini insanlar için feda ettiğidir.”

 

Metindeki karakterlerin çoğunun ismini vermeye gerek duymamış yazar. Rıfat’ın sevgilisinin, annesinin, babasının adını bilmiyoruz, merak da etmiyoruz. Oktay adını verdiği hayali bir çocuk yaratıyor zihninde, en sevdiği şairin adı. Kitapçıdaki kedisinin adı Hakkı. Bir taşra kasabasına film çekmeye gittiğinde, kasabanın en bilge kişisinin sadece lakabı var; ‘’Castro Abi.” Romanda ismiyle var olan tek karakter, Rıfat’ın üniversitede okuyan yeğeni Ali. Ali’nin ismiyle vücut bulması, bize genç adamın ayrıcalığının ne olabileceğini sordurabilir. Ali her şeyi sorgulayan, bilmek, öğrenmek isteyen ve Rıfat’ı şaşırtan, cevapları olan genç bir adam her şeyden önce. Yazarın gelecekten umutlu olduğunu düşünebiliriz. Gençliğin her şeyi

 

Bir yazar ya da eseri hakkında yazmaya niyetlendiğinizde ister istemez dünyasına, gündelik yaşamına da yaklaşmayı isteriz. Nasıl yazar, nerelerde oturur, sigara içer mi yazarken, ya da onu yazmaya iten şeyler nelerdir? Hakkında bir şeylere ulaşmaya çalıştığınızda hüsrana kapılabilirsiniz. Birkaç fotoğraf dışında yazar hakkında bilgimiz sınırlı. Ne bir söyleşi ne bir imza günü bulmak olası. Yazar yazdıklarıyla var elbette kendi arzusuyla. Bu duruma dair cevap niteliğinde birkaç sözü var. Ayhan Geçkin, Behçet Çelik ve barış Bıçakçı’nın yazışmalarından oluşan Kurbağalara İnanıyorum sayesinde öğrenebiliyoruz: “Ben kulaklarımı çoktan dış dünyaya kapatmışım. Kendi küçük dünyamın duvarlarında yankılanan seslerle meşgulüm.” diyor.

 

Barış Bıçakçı, yalının, ayrıntının, görmezden gelinenin içinde gizlenmiş gerçeklerin yazarı. Rıfat her gün etrafımızda, sokaklarda, kitapçılarda dolaşıyor. Yeterince bakabilirsek onu görebiliriz.